Kanadalı iletişimci Marshall McLuhan 1960’larda “Küresel Köy” (global village) kavramını kullanırken kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle dünyada herkesin olup biten olaylardan haberdar olacağını ve toplumların giderek birbirlerine benzeyeceğini ifade etmek istiyordu. McLuhan ayrıca insanlık tarihinin aslında kitle iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle belirlendiğini ve dönemlere ayrıldığını da iddia ederek teknolojinin nedenli belirleyici olduğunu vurgulamış ve bunu özetlemek için “medium is the message” yani “araç mesajdır” sözünü kullanmıştır. McLuhan’ın teknoloji konusundaki bu vurgusu teknolojik gelişmelerin insanlığın geleceğini ne derece şekillendireceği konusunda, bir çok eleştirilere rağmen, önemli ipuçları veriyordu.


Küreselleşmenin ne olduğuna ilişkin çok sayıda tanım yapılmaktadır. Bu tanımlardan en çok kullanılan bir kaçı şu şekilde özetlenebilir:


1- Küreselleşme Amerikan emperyalizminin öteki adıdır.
2- Küreselleşme her hangi bir yerel noktada gerçekleşen olayların hızla yerel kontrolden çıkıyor olmasıdır.
3- Küreselleşme, dünyanın (zaman ve mekan olarak) sıkıştırılarak tekleştirilmesidir.


Küreselleşme açısından özellikle elektronik, bilgisayar ve uydu teknolojisi alanındaki gelişmeler önemli katkılar sağlamıştır. Bu teknolojik gelişmeler global sermaye ve finansın istediği noktaya akabilmesi için gerekli olan altyapıyı oluşturmuştur. Bu üç yeni teknolojinin yapılandırdığı topluma enformasyon toplumu adı verilmektedir. Eğer şimdiki toplumu enformasyon toplumu olarak tanımlıyorsak bu toplumu bir önceki sanayi toplumundan farklı kılan özellikleri de belirtmek gerekir. Enformasyon toplumu konusunda önemli çalışmaları olan Castells ve Mesuda, bu konuda özetle şu değerlendirmeleri yapmaktadır:


1-Sanayi toplumunda temel itici güç maddi değerin üretilmesi iken enformasyon toplumunda ise enformatik değerlerin üretilmesi temel itici güç olmuştur.


2-Sanayi toplumunda ilerlemenin sembolü fabrikalar iken enformasyon toplumunda ise bilgisayar merkezleridir.


3-Enformasyon ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde coğrafi uzaklık (zaman ve mekan) kavramlarının anlamı değişime uğramaya başlamış ve coğrafi uzaklık engel olmaktan çıkmıştır.


4-Enformasyon toplumunda iktidar çok merkezli bir nitelik kazanmış ve toplumsal örgütlenme hiyerarşik değil, yaygın ve yatay ilişkilerle birbirlerini bütünleyen toplumsal kümeler esasına dayanmaktadır. Oysa sanayi toplumları merkezi örgütlenmeye dayanan toplumlardı. Ayrıca enformasyon toplumunda birey ve küçük grup haklarını görece olarak daha fazla dikkate alan demokrasi anlayışı gelişmektedir.

 

Küreselleşme ve Ulusal Kültürler

Küreselleşme olgusu eleştirilirken küresel sermayenin ulusal sermayeleri ele geçireceği, ulus devletlerin gücünün azalacağı, global kültürün geleneksel kültürü yok edeceği üzerinde durulmakta, küreselleşmeye olumlu yaklaşanlar ise global sermaye ile birlikte ekonomik kalkınmanın sağlanabileceği, yaşam standartların yükseleceği, modernleşme hareketlerinin daha da güçlenerek artacağı ve dünya ile entegrasyonun sağlanacağı gibi görüşleri ileri sürmektedir.


Küreselleşme ile birlikte ulus-ötesi şirketler, devletler arası ekonomik ve siyasal örgütler kurulmakta, ulus devletlerin üstlendiği bazı görevler bu uluslararası oluşumlara havale edilmektedir. Bunun sonucunda ulus devletler görece olarak zayıflamakta ve adeta küresel güçlerin ve sermayenin isteklerini ulus düzeyinde gerçekleştiren birer kurum haline gelmektedir.


Küreselleşme ile ayrıca modern toplumsal değerler ve yaşam biçimleri evrenselleştirilmeye çalışılmaktadır. Kültürel engellerin yıkılması ve kültürlerin birbirine karışmaya başlaması, sonucunda “kültürel emperyalizm” görüntüsünü silmek için geliştirilen kültürlerarası iletişim kavramı günümüzde üzerinde durulan en önemli konulardan biri olmuştur. Çünkü kültürlerarası iletişim kavramında karşılıklı saygı, anlayış, hoşgörü ve uzlaşma varken, kültürel emperyalizm kavramında ise tahakküm, yok etme ve sömürme söz konusudur. Bu nedenle küresel güçler kendi değerlerini yayarken karşılaştıkları yerel ve geleneksel değerleri dönüştürmek için kendi değerlerini modern ve evrensel olarak sunarken ötekilerini ise geri kalmış, gayri medeni ve geleneksel değerler olarak adlandırmaktadır.


Küresel düzeyde değerlerin konumlandırılmasında söylemler önemli işlev görmektedir. Geri kalmış ve geleneksel toplumlar kendilerini hep ötekinin tanımlamasıyla konumlandırırken ötekini büyükleştirmekte ve bütün gücüyle ötekine benzemeye çalışmaktadır. İşte bizim Avrupayı büyük öteki olarak algılamamız gibi. Biz bir taraftan Avrupa’yı model almaya çalışırken çağımızın önemli felsefecilerinden Jean Baudrillard Avrupa’nın bittiğini ve artık model olamayacağını ileri sürmektedir. Baudrillard’a göre Avrupa sömürge olarak girdiği ülkeleri kendisine benzetememiş ve o ülkelerinin kendi ulusal kimliklerini koruyarak sömürgeci güçler karşısında var olma mücadelesini başarıyla sonuçlandırmıştır. Avrupa artık geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere model oluşturmamakta; özellikle ABD ve Japonya olmak üzere, yeni model ülkeler ortaya çıkmıştır. Hatta Avrupa göçmen olarak aldığı yabancıları bile dönüştürmekte başarı sağlayamamıştır. Neticede, dünya için model olma özelliğini kaybeden Avrupa ülkeleri küreselleşme dalgası karşısında yok olma tehlikesini bertaraf edebilmek için bölgesel bir güç oluşturma yoluna giderek ayakta kalmanın mücadelesini vermektedir. Bu mücadeleyi anlamak için Avrupa ülkelerinin en azından ABD’nin kültür ürünlerine koyduğu kotaları incelemek yeterlidir.

 

Avrupa Birliğinin Medya ve Kültür Politikası

Avrupa Birliği üye ülkeleri arasında kültürel dayanışmayı sağlamak için özgün bir medya ve kültür politikası oluşturmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda AB ülkelerinde gençlik programlarının düzenlenmesi, Avrupa Akademisi, Avrupa Piyangosu, Avrupa çapında gönüllü çalışma kampları, Avrupa Günü gibi geliştirilen bir dizi öneri ve projenin amacı ortak bir Avrupa algısı yaratma çabasından kaynaklanmaktadır.


Avrupa Birliği ABD televizyon sektörünün ürettiği ürünlerle rekabet edebilmek için 1987 yılında bir Media programı oluşturdu. Bu çerçevede, Avrupa çapında görsel ve işitsel alanda üretim, dağıtım, eğitim ve finansal desteğin sağlanması amaçlanmaktaydı. Media programının yanı sıra geliştirilen Eureka ve Eurimages programları da medya sektöründe ABD ile rekabet etmeyi amaçlamaktadır. Avrupa Birliğinin Media programı üye ülkeler arasındaki dil, izleme alışkanlıklarındaki gibi farklılıklar yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hatta bütün Avrupa ülkelerine haber vermeyi amaçlayan Euronews projesi de dil engeli yüzünden başarısız olmuştur. Avrupa Birliği ortak bir Avrupa kültürü yaratma projesinin başarısız olacağını gördükten sonra Avrupa’da var olan kültürleri korumayı amaç edinmiştir.


Avrupa Birliğinin iletişim politikasına ilişkin iki önemli çalışmadan söz etmek mümkündür. Birincisi yukarıda sözü edilen Avrupa TV kanalı oluşturma projesi diğeri ise 1989 tarihli Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi’dir. Bu sözleşme Avrupa Birliği üyelerinin arasında TV programlarının serbestçe dolaşımını öngörmektedir. Gelinen noktada üye ülkeler hazırladıkları yasalarla kendi televizyonlarına belirli oranda kendi kültürel ürünlerini işleyen programları yayınlama zorunluluğu getirmektedir. Ancak bu oranlar ve sınırlamalar bir ülkenin kendi ulusal kültürünün korunması açısından pek de umut verici değildir. Şöyle ki AB üyesi ülkelerde gösterime sunulan ABD patentli ürünlerin oranı % 60 ile % 90 arasında değişirken, AB ürünlerinin ABD pazarındaki oranı ise % 1ile % 2 arasında değişmektedir.

Enformasyon Bombardımanı Karşısında Bireyin Konumu

Kitle iletişim araçlarının toplumsal fonksiyonları açısından çok farklı yaklaşımlar geliştirilmiştir. Özgürlükçü yaklaşıma göre medya bir iletişim ve enformasyon kanalı olarak toplumsal gruplar arasında ortak tartışmayı teşvik etmek ve sosyal entegrasyonu desteklemekle yaşamsal bir işlev görmektedir. Özgür ve bağımsız kuruluş olan medya bir toplum içerisinde var olan ve yarışan önemli bütün görüşleri yansıtmakta ve iletmektedir. Medyanın gerçekliği yansıtan bir ayna olduğu şeklindeki yansıtma tezi medyanın tamamen serbest pazar koşullarında kontrol edildiğini, profesyonel medya çalışanlarının kendi mesleki etik kurallarına göre davrandığını ve medyanın toplumun güç yapısından, siyasal ve ekonomik çıkar gruplarından bağımsız olduğunu varsaymaktadır. Bu yüzden de profesyonel medya çalışanlarının yazılarını özgürce kaleme aldıklarını, yazılarını yazarken meslek ilkelerinin etkin olduğunu, ekonominin belirleyici olmadığını ve dolayısıyla üretim ilişkilerini merkez alan bir eleştiri yapmanın doğru olamayacağını ileri sürmektedir. Medya bu rolüyle de bağımsız bir tartışma forumu oluşturarak kamuoyunun oluşmasını mümkün kılmaktadır.


Liberal yaklaşımın çok iyimser olduğunu ifade eden eleştirel yaklaşım, düşüncelerin üretimi ve dağıtımının sermaye sahiplerinin elinde toplandığını; bu denetimin sonucu olarak kapitalistlerin düşüncelerinin ve dünya görüşlerinin sürekli tekrarlanan reklamlarının yapıldığını, alt grupların düşüncelerine egemen olduğunu ve bu ideolojik egemenliğin sınıf eşitsizliklerini korumada önemli rol oynadığını ileri sürmektedir. Bu nedenle medya sosyal denetimin ve ideolojik üretimin bir aracıdır ve yönetici sınıfın veya iktidar elitlerinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bağımsız olmayan medyanın devletin kurumları ve işadamları ile iç içe oluşu bu kesimlerin toplumsal çıkarlarını gözetmesine ve toplumunun değişime dönük taleplerine ve muhaliflerin seslerini görmezden gelmesine yol açmaktadır. Bu yüzden medya sosyal uzlaşmayı veya değişimi yansıtmadığı gibi toplumdaki farklı görüşlerin iletilmesinde de bir kanal işlevi görmemektedir. Medyanın yarattığı gerçeklik ise iktidar seçkinleri tarafından belirlenmiş veya planlanmış bir gerçekliktir. Böylece medya manipülatif bir işlev görmekte, yanlış bilinç ve rıza yaratmakta, var olan düzenin meşruiyetini ve devamını sağlamaktadır.


Eleştirel yaklaşım içerisinde yer alan Frankfurt Ekolü üyeleri ise ekonomik belirleyicilik üzerinde durmak yerine kültürel eleştiri yapmayı tercih etmişlerdir. Kültür Endüstrisi kavramını kullanan bu bilim adamları kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği hareket olarak incelemektedirler. Dolayısıyla standartlaşmış, serileşmiş kültür endüstrisi ürünleri kendi eleştirel gücünü ortadan kaldırmaktadır. Kültür endüstrisi ürünlerinin ideolojik işlevi ise var olan düzenin meşruiyetini sağlamak, başka bir anlatımla mevcut düzeni en iyi bir düzenmiş gibi göstermek ve toplumsal bir rıza yaratıp üretim araçlarına sahip kapitalistlerin çıkarlarının devamını sağlamaktır. Frankfurt Ekolü toplumsal dönüşümün sağlanabilmesi için aydınlara sorumluluğu yüklemenin yanı sıra, medyanın da seçkin sanat ürünlerine yer vermesinin önemini vurgulamaktadır.

 

Noam Chomsky ve Edward Herman bir adım daha ileri giderek medyada verilen haberlerin bir propaganda mesajı olduğunu iddia etmektedir. Şöyle ki, bir konunun medyada haber olarak yer alabilmesi için belirli filtrelerden geçmesi gerekmektedir. Bu filtreler patronun çıkarları, patron ile hükümet arasındaki ilişkiler, reklam veren büyük kuruluşlar…vb.dir. Bir konu eğer patrona, patronla arası iyi olan hükümete ve reklam veren büyük kuruluşlara zarar vermediği sürece haber olabilir.


Eleştirel okul içerisinde yer alan İngiliz Kültürel Çalışmaları ise özellikle ideolojinin medya kültürü ve dili aracılığıyla nasıl iletildiği ile ilgilenmekte; sınıf çatışmasından ve burjuva hegemonyasından daha çok sosyal sınıflar, gençler, alt kültürler, ırk ve cinsler üzerine odaklanmakta, izleyicinin rolünün gücünü ve önemini vurgulamaktadır. Genel bir anlatımla izleyiciler medyanın kendilerine sunduğu metinleri, kendi sosyal ve kültürel deneyimleri ışığında egemen, karşıt ve tartışmacı bir okuma biçimiyle seçebilir ve açabilir. Mesajı alan bireyler iletiyi yazarın istediği gibi anlayabileceği gibi tamamen farklı olarak da algılayabilir. Dolayısıyla üzerinde durulması gereken asıl konu okuyucunun rolüdür.


İşte bu tartışmaların ardından günümüzde medya okuryazarlığı kavramı gündeme gelmiş ve değişik çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Medya okuryazarlığı izleyicinin medya karşısında daha da bilinçlendirilmesini amaçlayan bir çalışmadır. Her gün enformasyon bombardımanı altında bunalan bireylerin bilinçli medya okuryazarı olmak suretiyle içinde bulunduğu karmaşıklıktan daha kolay sıyrılabileceği düşünülmektedir.

 


Küresel Dünyanın Küresel/Yerel Televizyonları

Medya ve globalleşme bağlamında üzerinde durulması gereken konular global medya şirketlerinin dünya pazarını ellerine geçirmeleri, dünya çapında dolaşan enformasyonu sınırlı sayıda gücün kontrol etmesi, enformasyonun gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ülkelere doğru tek yönlü akması, modern değerlerin evrensel değerler olarak sunulması ve geleneksel değerlerin tehdit altında olması…vb. gibi konulardır.


Küreselleşme konusunda hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği konu şirketlerin birleşmesi ve pazarın sınırlı sayıda şirket tarafından kontrol edilmesidir. 1998 rakamlarına göre dünya pazarını elinde bulunduran ilk beş multimedya şirketinden üçü, ilk on iki multimedya şirketinden altısı ABD şirketidir. Sırasıyla bu şirketler Walt Disney, Time Warner, NewsCorp, Viacom, Bertelsmann, Sony, Time Warner Ent, Matra-Hachette, CBS Corp, Seagram, ARD, Cox Enterprises. Bu on iki şirketin elde ettiği ortalama yıllık ciro 1999 rakamlarıyla 118.294 milyar dolar iken altı ABD şirketinin bundan aldığı pay ise 63.419 milyar dolardır.


Sermayenin globalleşmesi ve pazarın global şirketlere açılması uluslararası alanda rekabeti daha da artırmış ve medya alanında yeni imparatorlukların kurulmasına yol açmıştır. Örneğin Avustralya kökenli Rupert Murdoch’un News Corporation isimli şirketi İngiltere, ABD, Kanada ve Avustralya’da olmak üzere 100’ü aşkın televizyon, gazete ve dergiyi denetlemektedir. Avrupa’da küresel medya konusundaki en göze çarpan örneklerden biri ise İtalyan Berlusconi örneğidir. Berlusconi’nin Fininvest grubu İtalya dışında, Fransa, Almanya, İspanya’da ve Kanada’da sahip olduğu şirketlere ek olarak İtalya’da yaygın bir basın ve film ağını da kontrol etmektedir. Berlusconi’nin bu medya imparatorluğu onu başbakan, “Forza İtalia” partisini de iktidar partisi yapmıştır.


Küreselleşme ile birlikte dünya pazarlarına giren global şirketler yerel dirençleri aşabilmek için iyi bir slogan üretmişlerdir. Özellikle HSBC bankasının reklamlarında kullanılan “Küresel dünyanın yerel bankası” sloganı yerel dirençlere karşı global sermayenin bulduğu çözümü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Medyada da CNNTÜRK, SKYTÜRK, NTVMSNBC kanallarında olduğu gibi benzer uygulamaları görmekteyiz.


Globalleşme açısından en çok tartışılan konulardan biri, yukarıda belirtildiği gibi, kültür emperyalizmi sorunudur. Kâr ve rekabet mantığıyla hareket eden yeni medya şirketlerinin en önemli amacı ürünlerini mümkün olan en geniş tüketici kitlesine ulaştırmaktır. Küresel medya şirketleri böylece, dünya kamuoyunu istedikleri gibi yönlendirmeyi, reklam sektörü için spesifik tüketici kitlesi (bilinç endüstrisi) oluşturmayı ve daha da önemlisi egemen kültürleri ve değerleri bütün dünyada etkin kılmayı amaçlamaktadır. Ayrıca enformasyon kanallarının tekellerin elinde bulunması dünya kamuoylarının hangi konularda ne kadar bilgilendirileceği konusunda da belirleyici olmaktadır. Bu nedenle enformasyonun gelişmiş ülelerden az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere doğru akması küreselleşmenin yol açtığı önemli sorunlardan biridir. Örneğin dünyadaki haber akışının % 80’ini beş uluslararası haber ajansının sağladığı göz önünde bulundurulursa sorunun ne denli önemli olduğu anlaşılır. İletişimdeki tek yönlü akış UNESCO çerçevesinde yapılan konferanslarda tartışılmış ABD ve İngiltere çözüm önerisinde bulunmak üzere ortak çalışma yapılmasına karşı çıkmıştır.


Enformasyon toplumu ve küreselleşme sonucunda karşılaşılan sorunlardan biri de sayısal eşitsizliktir. Belirli ekonomik gelir düzeyine ve teknik imkanlara sahip bireyler internetin nimetlerinden olabildiğince yararlanabilirken, diğer bireyler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Örneğin, günümüzde bazı gelişmiş ülkelerde hanelerin % 80’e yakınında internet erişim imkanları varken, bu oranın Türkiye’de hala % 10 ile 15 civarında olduğu belirtilmektedir. Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde gelişmiş ülkelerle aramızdaki farkın ne derece büyük olduğu görülecektir. Ayrıca her bir ülke insanları arasında da internete erişim ve bilgisayar teknolojisine sahip olup olmama noktasında önemli farklılıkların olduğu da bir gerçektir. Bu dengesizlik varlıklı ve belirli teknik imkana sahip bireyler ile diğerleri arasındaki bilgi açığının daha da artmasına yol açmaktadır.

Son Söz Yerine


Ülkemiz açısından bakıldığında medyada oligopol bir yapının olduğunu söyleyebiliriz. Oligopol pazar yapısı tekelci ve rekabetçi pazar arasında oluşmaktadır. Bu tür pazar yapısında yer alan üç ile altı arasındaki şirket pazarı kontrol etmeye çalışır. Son zamanlarda medyadaki el değiştirmeler mevcut güç dengesini Doğan Grubu lehine değiştirmiştir.

(http://www.turkdirlik.com/Bilgimece/Siyaset/Umumi/YDevran0001.htm)