Prof. Dr. İzzettin ÖNDER
Günümüzde yaşanan ekonomik olgunun kavramsallaştırılması olan küreselleşme sözcüğü, ifade ettiği anlam itibariyle fiili durumu yansıtmamaktadır. Küreselleşme kavramı, yeryüzü medeniyetleri ve ekonomilerinin, kendi niteliklerini ve öz çıkarlarını koruyacak biçimde, bireysel ve toplumsal refahları yükseltmek amacı ile bir araya geldikleri görüntüsü ve imajını yaratıyor olmakla beraber, küreselleşme olgusu ile yaşanan fiili durum bu değildir. Küreselleşme sözcüğünde, semantik olarak, yeryüzündeki tüm ajanların kendi istek ve iradeleri ile bir araya geldikleri ve bu beraberliğin tüm tarafları müstefit kıldığı gibi bir anlam saklı olduğu halde, gerçekte yaşanan, hakim merkez sermayenin sıkışan kâr hadlerini yükseltebilmek için, kendisine yeni üretim ve tüketim merkezleri oluşturabilmek amacıyla yeryüzünü kaplaması hadisesidir.

Uluslararası ekonomik ilişkilerin serbestleştirilmesi görüşünün temelinde, nem-klasik iktisat teorisinin dünya ticareti önündeki engellerin kaldırılması sonucunda, bu engellerin neden olduğu “ticaretin saptırılması” ve böylece oluşan refah kaybının önleneceği, buna karşın “ticaretin yaratılması” ile dünya refahının yükseleceği yaklaşımı yatmaktadır.[1] Uluslararası ticarette üretim faktörleri fiyatlarının eşitlenmesinin dünya genel refah düzeyini yükselteceği tezi ve bunun yanında farklı koşullarda buna karşı gelen görüşler[2] günümüzde yaygınlaşan küreselleşme kavramının olumlu gösterilmesi için uygun bir temel olarak kullanılmaktadır.

Oysa günümüzde yaygınlaşan olgu, kararın tüm taraflarca ve kendi çıkarları doğrultusunda inanarak alındığını göstermemektedir. Güçlü merkez sermaye, kendi çıkarı doğrultusunda ve çevresel ekonomilerin aleyhine bir istila hareketine girişmiş bulunmaktadır. Farklı boyutlarda ve farklı yönlerde olarak, hem finans sermayesi hem de yatırım sermayesi ile merkez sermaye uygun gördüğü alanlarla sınırlı olarak, çevreye yayılmaktadır. Bir yandan iletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler, diğer yandan da yeni üretim tekniklerinin ortaya çıkması, her iki sermaye unsurunun da çevresel ekonomileri kaplamasını kolaylaştırmaktadır[3].

Güçlü merkez sermaye, teknoloji-yoğun üretim tekniklerine geçildikçe ,ürünün teknoloji-yoğun bölümünü genelde merkez ülkelerde, diğer bölümlerini ise uygun çevresel ülkelerde üreterek, belirli bir yerde montaj ettiği ürünü dünya pazarlarına sunabilmektedir. Böylece, merkez sermaye hem üretim merkezi hem de tüketim merkezi olarak yerkürenin uygun gördüğü alanlarını kaplamaktadır. Üretici sermayenin büyük bölümünün gelişmiş ülkeler ve hemen onların yakın çevresinde yer alan az sayıdaki gelişmekte olan ülkeler arasında gezindiği bilinmektedir. [4].

Üretimin parçalanması ve farklı bölge üretilebiliyor olması, merkezde konuşlanmış olan sermayeye birikim yolunda ciddi avantajlar sağlamaktadır. Bu avantajları iki ana başlık altında toplamak olasıdır. Bunlardan birincisi, teknolojinin yoğunluk derecesine bağlı olarak, üretimde emekten tasarruf etme gücü ve olasılığının, sermaye açısından büyük bir avantaj olarak,ortaya çıkmasıdır. Sermaye-yoğun teknoloji kullanan üretim faaliyetlerinin merkeze yakın, emek-yoğun teknoloji kullanan üretim faaliyetlerinin ise daha uzak çevresel ekonomilere serpiştirilerek, merkezdeki emeğin sendikal gücünün kırılması yanında, emek-yoğun alanlarda da merkeze göre çok daha düşük ücretli emek kullanılarak, merkezde sermaye birikimi hızlandırılmaktadır.[5] Böylece, sermaye hem merkez bölgelerinde hem de çevrede sendikal gücü kırarak her tür üretim teknolojisinde emek payını baskılama gücünü eline geçirmiş olmaktadır. Her iki halde de, farklı derecelerde olarak, yaratılan katma değer içinde emeğin payı, sermayeninkine göre geriletilmiş olmaktadır. Başka bir açıdan bakıldığında, küreselleşme ile, yaratılan katma değerin değişmediği koşulda dahi, sermaye payı artarken, farklı bölgelerdeki emek arasında da, oluşan rekabet sonucunda, gelir transferi yapılmış olmaktadır.

Küreselleşme ile, sermaye-yoğun üretim tekniklerinin kullanıldığı alanlarda hem emeğin üretim maliyetinin baskılanması, hem de emek arzının arttırılması yolu ile; emek-yoğun üretim alanlarında ise, emeğin üretim maliyetinin düşük olduğu merkezlere kayılması ile, her iki halde de katma değer içinde emek payı baskılanmaya çalışılmaktadır.[6] Açıktır ki, uluslararası ekonomik ilişkiler açısından bu oluşumun sonucunda, emek payından sermayeye aktarılan katma değer merkeze transfer edilmiş olmaktadır. Başka bir ifade ile, bu sürecin doğal sonucu olarak, hem merkez hem de çevresel konumlu ülkelerde gelir dağılımı bozulurken, çevresel konumlu ekonomiler mutlak iyileşme yaşıyor olmakla beraber, göreceli yoksullaşma ile karşı karşıya gelmektedirler.

Yerküreyi hem daha geniş bir alan itibariyle, hem de yatırımcı sermayeden çok daha yüksek miktarlar halinde dolaşan sermaye ise, finans sermayesidir. İletişim teknolojisindeki büyük gelişme ile desteklenen finans sermayesinin dolanımı periferik ekonomileri de kapsayabilmektedir. Zira, giriş-çıkışın çok kolay ve hızlı olduğu durumlarda salt reel faiz dürtüsü ile hareket deden finans sermayesi, dünya faiz haddinin üzerinde reel faiz haddi bulduğu oldukça geniş bir alanda gezinmektedir. [7]

Batı dünyasının Euro-Dollar’larla ve finans piyasalarının genişlemesi ile biriktirmiş olduğu finans sermaye, periferik konumlu aşırı borçlu ekonomiler için yalancı can simidi olarak geliştirilince, kapitalist sömürü açısından çok önemli yeni bir kanal ortaya çıkmış oldu. Merkezden çevreye akan sermaye, bu ekonomilerin kalkınma hızının üzerinde aldığı faizle, çevresel konumlu ekonomilerin tabanını ciddi olarak eritme işlevini görmeye başladı.

Finansal sermaye girdiği ekonomilerde döviz arzını arttırıp, döviz paritesini yerli para aleyhine değiştirerek,ekonominin dış ticaret dengesini de sarsmaktadır. İthalatın yükseldiği ,ihracatın görece gerilediği ortamlarda ekonomilerin döviz gereksinimi de kronik olarak yükselmektedir. Böylece, periferik konumlu ekonomiler, finansal sermaye liberalizasyonu ortamında, ithal ikameci dönemlerde dışa bağımlı ekonomi yaratılmasına benzer biçimde, dış kaynak gereksinimi açısından dışa bağımlı hale getirilmiş olmaktadır.[8]

Görülüyor ki,gerek yatırımcı sermayenin gerek finans sermayesinin dolanımı esnasında, yatırım alan ekonomilerde iç dengeler ve ekonomi-politik karar merkezleri ciddi olarak etkilenerek, ekonomi politika kararları merkeze çekilmekte ve sonuçları da sermaye lehine oluşmaktadır.[9] Bu hali ile küreselleşme, çevreden merkeze yoğun kaynak aktarım mekanizması olarak beliren yeni-tip sömürgecilik biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Küreselleşme olgusunun anlaşılması için, tarihsel sürecin tamamlanmasını beklemek ve böylece oluşan duruma göre karar verme şansı ve olasılığı olmadığına göre, sonuca, belirli hata payı ile, somut düzeyde ve sistemin işleyiş mekanizmaları bağlamında ulaşmak durumundayız. Böylesi bir denemeye girişirken ilkin yapılması gerekenin, düşünce alanımızı daraltan kalıplar açığa çıkarmak olduğunu düşünüyorum. Bu amaca yönelik olarak, yeni oluşumları kavramamızın önündeki en önemli engel olan neo-klasik yaklaşımın öğreti ve düşünsel mağaralarını açıklamak gerekmektedir.

Birincisi neo-klasik öğreti tarih bilincinden yoksun, tek bir zaman boyutuna ait ve alet düzeyinde bir yöntem kullandığından[10] dolayı, Yeni Dünya Düzeni’ni ve globalleşmeyi algılayabilmek için gerekli teorik ve düşünce temellerini oluşturmada yetersiz kalmaktadır. Tarih bilinci bağlamında yapılacak bir analiz, ekonominin ve sermayenin devinim kurallarını açığa çıkaracağından dolayı, günümüz oluşumlarını geçmiş deneyimlerle karşılaştırıp, farklılıkları ve benzerlikleri ortaya koyarak, hem bugünün daha iyi değerlendirilmesine,hem de geleceğe ait daha sağlıklı tahmin ve yorumlar yapılmasına olanak sağlar.

Tarihsel bilinçle yapılacak bir yaklaşım, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan “sosyal devlet” politikaları ile günümüzün Yeni Dünya Düzeni uygulamasının, sermayenin benzer kodlarla dayattığı aynı yöndeki politikaların farklı koşullardaki farklı yüzleri ve görünümleri olduğunu açıkça ortaya koyar. Sosyal devlet politikası, uygulandığı biçimi ile, sermayenin bir yandan komünist dünyanın Batı’lı emekçiler üzerindeki etkisini hafifletmek, diğer yandan da sermaye birikimi amacı ile piyasaları genişletmeye yönelik olarak, nüfusun geniş bölümlerini sermaye mülkiyetine sokmadan, tüketici olarak hareket geçirme politikasından başka bir şey değildi. Oysa bugün sermaye ne komünizm tehdidi altındadır ne de iç piyasayı genişletme peşinde. Zira, komünizm günümüzde ciddi bir kriz yaşmakta, piyasa sorunu ise küreselleşme politikalarıyla çalışılmakta ve aşılmaktadır. Başka bir deyişle, öyle görülüyor ki, sermaye, 1945’ler ve sonrasında karşılaştığı sorunları aşma yolu olarak sosyal demokrasi politikalarını geliştirmiş,1960’ların sonlarında uç veren ve giderek derinleşen krizini aşma yolu olarak ise, günümüz koşullarında, Yeni Dünya Düzeni politikaları ve o bağlamda da küreselleşme ve özelleştirmeyi planlamakta ve dayatmaktadır

Tarihsel bilinç bağlamında sermayenin devinim koşulları ve kuralları irdelendiğinde, günümüzün uygulamalarının sıkışan kâr hadleri ile oluştuğunu ve bunun sonucunda da merkez sermayenin bir yandan ilgili ve yaralı bölgelere yayılma anlamına gelen globalleşmeyi, diğer yandan da kendisine yeni faaliyet alanları açma anlamına gelen özelleştirmeyi dayattığı görülmektedir.

Neo-klasik yaklaşım bağlamında, ikinci olarak da karar otoritesini açığa çıkarmak gerekmektedir. Bu yaklaşımda, gerek ulusal alanda, gerek uluslararası arenada etkili karar öğesinin sermaye olarak belirdiği açıkça görülmektedir. Talep-yanlı ekonomi öğretisi uygulamalarından, günümüzde hakim arz-yanlı ekonomi öğretisi ve politikalarına geçiş de açıkça göstermektedir ki, uygulama yanında teorik öğreti alanına da giderek yoğun bir biçimde etkili ve hakim öğe sermayedir . Katma değer içinde giderek ağırlıklı bir yer işgal eden sermaye payı, gerek kamuoyu oluşumunda, gerek politik karar alanında mutlak bir hakimiyet kazanmış durumdadır. Sorunları kendi algıladığı biçimde yorumlayan ve çözümleri de kendi yönünde belirleyen sermaye, teoriye de hakim olarak, denetimli bir akademik ortam yaratarak, bilim kurumlarını da Gramsci yaklaşımına uygun biçimde etki alanı içine almaktadır.[11]

İkinci noktanın doğal uzantısı olarak, sermayenin giderek büyüyen önemi karşısında, düşünce, algılama ve karar boyutları da insan ekseninden maddi ve finansal sermaye eksenine kaymış bulunmaktadır.[12] Sermayenin kategorik olarak bu denli güçlü biçimde henüz otaya çıkmadığı ve emeği bu denli dışlamadığı ilk ve fordist üretim süreçlerinin hakim olduğu aşamalarda politik kararlar, göreceli olarak daha insani temele dayalı ve demokratik kurallara uygun olarak alınmakta idi. Oysa, günümüzde toplumsal ideoloji yanında, tüm yönetsel araçları sermaye elinde tutmaktadır.

Yeni Dünya Düzeni ideolojisi çerçevesinde sermayenin böylesi gizil fakat mutlak hakimiyeti ortamında gerçekleştirilen ve salt sermayeye tanınan hareket serbestisi demokrasi olarak görülmekte, buna karşın, sermaye tarafından sermaye-dışı kesimler üzerinde oluşturulan baskılar ve engellemeler ise, piyasanın işleyiş mekanizması olarak algılanmakta ve demokrasi önünde herhangi bir engel olarak görülmemektedir. Von Hayek’in ünlü ifadesi ile gerekli koşularda iş bulamayan emekçinin aç kalma özgürlüğüne de bir tür demokrasi olarak bakılmaktadır. Başka bir ifade ile, sermaye merkezli karar süreçleri içinde, demokrasi kavramının içeriği de, “halkın yönetimi”nden “sermayenin yönetimi”ne evrilmiş bulunmaktadır. Günümüz Batı demokrasilerinin hakim niteliği de budur; sermaye kendi yönünde karar verirken, sermaye-dışı kesimlere sadece kısmen ifade özgürlüğü tanımakta, fakat bunun ötesinde fiili hak elde etme özgürlüğü söz konusu olmamaktadır.

Karar süreçlerinin sermaye yanlı oluşması, karar unsurlarının da değişmesine neden olmaktadır. Emek ile birlikte ikinci üretim faktörü olarak bilinen tabiat artık önemli bir öğe olmaktan çıkmaktadır. Zira, karar unsuru sermaye için artık tüm yerküre kullanıma açıktır. Ancak, sermayenin gelişip yatırım yapabilmesi teknoloji ile olası olduğundan, sermaye açısından “kutsal vatan” artık teknolojidir. Globalleşmenin bir diğer veçhesini de, eskiler de toprak için yapılan savaşların yerini, günümüzde, bizzat sermayeler arasında sürdürülen teknoloji savaşlarının almış olması oluşturmaktadır. Üçüncü paylaşım savaşı olarak anılabilecek olan sermayeler arası teknoloji savaşı, kapitalizmin dar ulusal sınırlarını zorlamakta, kutsal vatan kavramı yanında, savaş alanı ve araçlarını da kökünden değiştirmektedir.

Günümüzün olgunlaşan ve teknolojik açıdan yoğunlaşan sermayesi, kendi arasındaki mücadelesi sonucunda, firmalar arası satın alma veya birleşme yolları ile giderek rekabetten uzaklaşmakta ve sermaye alanında oluşturulan kararları da merkezileştirmektedir. Böylece genelde halktan arındırılmış sermaye demokrasisi, kendi içinde yürüttüğü mücadele sonucunda, sermaye demokrasisi olmaktan da çıkmakta ve bir tür merkezi hakim sermaye gücü kararı ya da dayatması haline dönüşmektedir. MAI görüşmelerinin uzamasında hakim öğe, gelişmekte olan perifer ülkelerin muhalefeti yanında ve ondan da öte, bizzat gelişmiş ülkeler arasındaki sermaye çatışması ve/veya sermaye-devlet çatışması gibi gözükmektedir.

Bu kısa açıklamalar göstermektedir ki, günümüzde hakim akım olan küreselleşme olgusunun anlaşılması için şu dokuların incelenmesi kaçınılmazdır:

         Sermayenin devinimi ve hareket yönünün kuralları;

         bunun sonucunda karar süreçlerinin değişimi; ve,

         böylece oluşan politikaların gelişim çizgileri.

Ancak, tüm bu sosyo-ekonomik dokunun parazitsiz algılanabilmesi için, günümüz oluşumunu perdelemede kullanılan sosyolojik üst-yapı öğeleri, maddi olmayan ideolojik aygıtlar olarak, Yeni Dünya Düzeni’nin işini kolaylaştırma yönünde çoklu işlevle yükümlü bulunmaktadır. Bu işlevler şunlardır:

Toplumların anlaşılmasında, böylece bugünün yorumlanmasında ve gelecek ile ilgili tahminlerde bulunulması için elzem olan tarih bilincini köreltilmesi (tarihin sonu geldiği aldatmacası);

Sistemin ve sınıf ilişkilerinin anlaşılmasında ve yorumlanmasında temel öce olan ekonomik bilincin, bunun yanında, sınıf ve sitem bilincinin köreltilmesi (sermayenin mülkiyet biçiminin değiştiği ve sınıfların kaybolduğu aldatmacası );

Bireyciliğin ve sınıf-dışı örgütlerin öne çıkarılarak, yoksullaşmanın kaynağının anlaşılmasında ve sosyal direnişin örgütlenmesinde gerekli olan toplumsallık bilincinin zayıflatılması (bireyselliğin öne çıkarılması ve vurgulanması) olarak belirtilebilir.

Globalleşme ile birlikte giderek yükseltilen “birey olma bilinci”; bireylerin “etnik ve kültürel haklar” ya da çevrecilik vb. gibi alt-kimlik ya da dokular içinde örgütlenmeye itilmeleri; siyasal dinciliğin yükseltilmesi ile kutsal duygu sömürüsünün ön safa çekilmesi gibi sosyo-politik önlemler, globalleşme ile oluşacak sıkıntıların perdelenmesi yanında, merkeze yönelik olası muhalefet ve kalkışları parçalayarak etkisiz kılmayı amaçlamaktadır.

Alt-yapı ve üst-yapı kurumları ile verilen genel görüntü karşısında, ekonomik açıdan ulus-devlet ve ulusal egemenlik konularının tartışılmasına geçtiğimizde,ilk olarak temizlememiz gereken muğlak görüntü, kapitalist bir sistem içinde ulus-devletin anlamı ve böylesi bir ortamda egemenliğin ne denli ulusal oluğunun irdelenmesi olmalıdır. Türkiye’de uygulana gelmiş politikalara bir göz attığımızda dahi, gerek 1950’de yürürlüğe sokulan dış ticaret politikasının, gerek 1960-1980 arası uygulanan korumacı ve ithal ikameci politikaların gerekse 1980 fidansal liberalizasyon politikalarının, tümü ile dış kapitalist çevrelerin çıkarları doğrultusunda geliştirilmiş birer sömürü araçları olduğunu ileri sürmemiz fazla hatalı olmaz. Bu tarihsel gelişme süreci içerisinde saptayabildiğimiz ve marjinal parıltılar olarak nitelenebilen 1961 Anayasası gibi sapmaların dahi, gelişen kapitalizmin ve sermaye burjuvazinin ne denli çıkarlarına hizmet ettiğini de gözden kaçırmamak gerekmektedir. Daha da geriyi giderek 1923 İzmir İktisat Kongresi’nin de bir yandan emperyalist Batılı’lara, bir yandan da içeride toprak ağalarına ne tür mesajlar niteliği taşıdığı da ihmal edilmemelidir.

Milliyetten yoksun sermaye için “ulusal sermaye” kavramlarını kullanmak da aldatmacadan ve içeride sermaye çekişmesinin neden olduğu bir tür mücadele yönteminden başka bir şey olmadığını da unutmamak gerekmektedir. Başka bir deyişle, globalleşme dayatması karşısında ulusal egemenlik sorununu tartışmak, bir ulus içerisinde sermaye ve karşıtları arasındaki çatışmayı tartışmaktan nitelik olarak değil, ancak derece olarak farklı görülebilir. Ne var ki, dış sermaye iç sermayeye göre daha güçlü olduğu derecede, söz konusu derece farkı da daha bir ciddiyet kazanır. Bu nedenle, küreselleşme bağlamında ulusal egemenlik ve demokrasi sorunlarının tartışılması anlamlı ve yerindedir.

Küreselleşmenin periferik bir ülkede ekonomik ve egemenlik hakları açısından irdelenmesi şu açılardan yapılabilir:

    Ekonomik potansiyelin kullanılması ve ekonominin dünya düzeyinde rekabet gücü kazanmasının sağlanması

    yaratılan katma değerin yurt içinde bıraktırılması; ve,

    üretimden bölgesel ve bireysel olarak adil pay alınması.

Ulusal egemenlik kavramı dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki hakim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Böyle bir yapılanma da açıktır ki, özel sermayenin gelişmediği ilk dönemlerde, devlet, sermaye burjuvazisi oluşturmaya yönelik altyapıyı oluşturur. Bu dönemler de ekonominin kalkındırılabilmesi gibi toplumsalcı kavram ve uygulamalar da görülebilir olmakla beraber, kapitalizmin ilk aşamasında görülebilen ve kısmen halkçı olarak nitelendirilebilen bu tür paylaşımcı politikaların geçici olduğunu unutmamak gerekir.

Nitekim, sermaye burjuvazisinin serpilip geliştiği sonraki aşamalara da, ulusal kalkınma, toplumsalcılık vb. gibi kavramlar terk edilir ve yaratılan katma değere özel kesim tarafından el konulduğu için, bu değerler üzerinde toplumun tasarruf hakkı ciddi biçimde daraltılmış,hatta çoğu halde ortadan kalkmış olur. Bu dönemde kamusal kaynakların önemli bölümü özel sermayeye yönelik popülist amaçlarla kullanıldığı gibi, siyasal kararların çoğu da “kamu yararı”ı değil, sermaye yararını gözeterek alınır. İçeride sermaye burjuvazisi geliştikçe, özel çıkarını toplumsal çıkarın üzerinde tutacak biçimde güçlü dış sermayenin içerdeki emellerinin gerçekleştirilmesine de yönelir. Böylesi gelişmenin tipik örneği, Türkiye’de Anayasanın üç maddesi değiştirilerek, geriye yönelik olarak tahkimin kabul edilmesi ve bu bağlamda ekonomik faaliyetlerde “kamu yararı” kavramının ortadan kaldırılması oluşturmaktadır.

Açıktır ki, kapitalist alemde çevresel konumlu gelişmekte olan ekonomilerde, iç sermaye sadece iç sömürüyü arttırmakla yetinmemekte, aynı zamanda, güçlü merkez kapitalizmin içe uzanma aracı işlevini yüklenmekten de geri kalmamaktadır. Böyle bir aşamada, tarihsel süreç içinde kapitalizmle ortaya çıkmış olan “ulus-devlet” ile,özü itibariyle toplumsal yararı amaçlayan “ulusal egemenlik” kavramları çakışmalı değil, çatışmalı kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulus devlet olgusu ile ulusal egemenlik olgusunu net olarak birbirinden ayırdıktan sonra, ulusal egemenlik olgusunun ve kavramının geniş anlamlı yorumuna geçebiliriz. Ekonomik açıdan ulusal egemenlik olgusu, ana amaç olarak, iki ana hat üzerinde tartışılabilir. Bunlardan birincisi ve dış denge olarak ifade edilebilecek hat üzerinde, ulusal ekonomiyi geliştirecek uluslararası rekabet koşullarının kazandırılması; ikincisi ve iç denge olarak ifade edilebilecek hat üzerinde ise, söz konusu dış dengeyi gerçekleştirirken, bireysel ve bölgesel gelir dağılımında adaletin sağlanması amaçları yer alır. Küreselleşme sürecinde yer alan bir ekonominin, bu süreçle ağırlık kazanan “piyasa” ve güçlenen “merkez-çevre” ilişkileri bağlamında, ekonomik anlamda egemenlik haklarının kullanılabilmesi ve ulusal çıkarların korunabilmesi açılarından, dış ve iç dengeler olarak belirlenen söz konusu amaçların korunması ve gerçekleştirilmesi zorunlu görülmektedir.

Küreselleşmenin ulusal egemenlik hakları üzerindeki etkilerinin anlaşılabilmesi için, yukarıda verilen açıklamalar ve var olan koşullar altında ve denetimsiz “piyasa” koşullarında girilen küreselleşme sürecinin “merkez-çevre” ilişkisi bağlamında olası sonuçlarının irdelenmesi kaçınılmazdır.

Merkezden çevre ekonomilere dayatılan küreselleşme olgusu, merkezde konuşlanmış güçlü sermaye açısından hem yeni pazarlara, hem üretim faktörlerine, hem de yeni faaliyet ve kâr alanlarına açılma anlamına gelmektedir. Bu üç alandaki açılımda da “piyasa süreci”nine dayatılması, güç ilişkisini hakim kılarak, tüm bu alanların merkez sermaye tarafından sömürülmesini gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Böylece, merkez sermaye, daralan kâr hadleri ve kriz sorunlarını aşmaya ya da hafifletmeye çalışmaktadır. Bu anlatım çerçevesinde, küreselleşmeyi, merkez sermayenin yeni kaynaklara uzanmak amacı ile çevreyi denetim altına almaya çalışması olarak tercüme edersek, bu süreçte çevrenin merkez lehine kaynak kaybına uğramasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmiş oluruz. Gerçekten, merkez sermaye tam da bunu yapmaktadır. Globalleşmenin söz konusu ana amacının anlaşılabilmesi için, sürecin alt araçlarının da açıklığa kavuşturulması kaçınılmazdır.

Küreselleşme sürecinde merkez-çevre ilişkisinin, üretim alanındaki temel aracı, merkez sermaye açısından emek faktörünün tedarik alanının genişletilmesidir. Merkez sermaye, emek arzının tedarik alanını genişleterek, bir yandan emeğin üretim maliyetinin görece düşük olduğu bölgelere açılıp, diğer yandan da emek arzının artmasını sağlayıp, ücretler üzerinde tasarrufu oluşturmaya yönelmektedir. Bu politikanın birinci basamağında, emeğin, üretim maliyeti daha düşük yörelerden tedariki amaçlanmaktadır. İleri Batılı ekonomilerde genel hayat standardının yüksekliğinden kaynaklanarak, emeğin üretim maliyeti de yüksektir. Emeğin tedarik alanlarının genişletilmesiyle, merkez sermayenin gereksinme duyduğu emeğin, görece daha düşük hayat standardına sahip olan çevre ekonomilerde, görece düşük maliyetle üretilmesi yoluna gidilmektedir. Günümüzün ileri iletişim teknolojisi yardımıyla, emeğin yerleşim mekanı değiştirilmeden de sadece hizmetinden yararlanılmaktadır. Bu yolla, hem ulaştırma maliyetlerinden tasarruf edilmekte, hem de, emeği görece geri ekonomide tutarak, onun idamesi de daha ucuz ortam da sağlanarak, aşırı ücret taleplerinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu tür uygulamanın tipik örneğini, ABD bilgisayar firmalarının Hintli yazılımcı kullanmaları oluşturmaktadır.

Emeğin tedarik alanının genişletilmesinin ikinci önemli amacı ise, genel emek arzının arttırılarak, ücretler üzerinde baskı oluşturmaktır. Güçlü merkez sermaye, güçlü sendikal yapılarla ücretlerin yüksek düzeylerde belirlendiği Batılı emek piyasalarından çevreye doğru açıldıkça, doğal olarak, merkez sermaye için ücret maliyetlerinde de önemli tasarruflar ortaya çıkmış olacaktır. Günümüzün ileri teknoloji kullanan sermayeleri öne çıktıkça, emeğe olan talebin azalmasıyla sömürü tabanının daralması karşısında, emek piyasalarının genişletilmesi de merkez sermaye açısından emek fiyatının geriletilmesi anlamına gelecektir.

Küreselleşmenin, merkez sermayenin emek tedarik alanını genişletmesi merkez sermaye için avantaj oluştururken, bu durum, çevresel konumlu ve teknolojik düzeyi geri sermaye için dezavantaj oluşturmaktadır. Zira, kaliteli emeğin merkez sermaye tarafından talep edilmesi çevre sermayesini ikinci sınıf emekle baş başa bırakabileceği gibi, ücret düzeyenin de görece yükselmesine neden olacaktır. Bu durumda, çevresel konumlu sermayenin merkez sermayeye karşı zayıf olan rekabet gücünü iyice zayıflayacaktır.

Merkez sermayenin tedarik alanını genişletmesinin çevresel konumlu ekonomilere de yarar sağlıyor olabilmesi, merkez ve çevresel sermayeler arasında emek geçişliliği olması koşuluna bağlı bulunmaktadır. Çeşitli şekillerde, merkez sermaye tarafından istihdam edilen emeğin çevresel sermaye alanına geçmesi, verimlilik artışı yolu ile, çevresel sermayeye de avantaj sağlayabilir. Anacak, kapitalizmin dinamiği ve çevre-merkez arasındaki kaynakların akışkanlık yönleri itibariyle bu olasılık fazla yüksek görülemez.

Yukarıda kısaca açıklanan süreç, ikincil etki alanında, merkez sermaye birikimi hızlandırırken, çevresel sermaye birikimine ket vurma eğilimi taşır. Zira, emek maliyetlerinde tasarruf eden merkez sermayenin birikim potansiyeli yükselmiş olur. Buna karşın, emek maliyetlerinin yükselmesi karşısında zaten verimsiz olan çevresel sermayenin birikim olanakları azalır. Kısacası küreselleşmenin, merkez sermayenin krizini aşmak için çevreye dayattığı koşullar olarak yorumlanması halinde, merkez sermaye çevresel sermaye ile eşit olmayan koşullarda rekabete girmiş ve çevresel sermaye için koşulları daha da kötüleştirmiş demektir. Bu koşullarda, ekonomik anlamda ulusal egemenliğin önemli bir öğesi olan, ekonomiyi dünya çapında rekabet koşullarına yaklaştırmak ilkesi gerçekleştirilemez olmaktadır.

Küreselleşmenin merkez sermaye açısından, yine üretim alanı çerçevesinde, diğer bir anlamı da, genel olarak yarı-mamul temini, üretim ve montaj işlemlerini gerçekleştirme alanlarını genişletmektir. Emek piyasalarındaki politikalara analojik olarak, buralarda da merkez sermaye, çevresel ekonomileri yarı-mamul temini, üretim ve montaj işlemlerinin gerçekleştirilme alanları olarak kullanmayı yeğlemektedir. Her üç halde de temel amaç, girdi ve/veya montaj maliyetlerinde tasarruf sağlayarak, ana sermayenin birikim oranını yükseltmektir. Böyle bir politika, merkez sermayenin birikim potansiyelini yükseltip, çevrenin birikim kaynaklarını kısarken, aynı zamanda, çevre ekonomilerini de, teknoloji üretmekten uzak tutarak, onları sadece yan ürünler üreten, montaj yapan ya da bakım-tamir hizmetlerini yüklenen ekonomik ajanlar haline getirir. Japonya’nın kalkınma modelinde önemli bir yer tutan çevre sanayi (slum-industry) işlevi, küreselleşme ile çevre ekonomilere yüklenmek istenmektedir. Türkiye’de KOBİ’ler böylesi şansız gelişmenin bir örneğini oluşturmaya aday görünmektedir. Küçük işletme ile küçük fakat teknoloji yoğun işletme türleri arasındaki farkı vurgulayarak, KOBİ’lerin daha çok birinci gruba girdiğini ifade etmek fazla yanlış olmasa gerek.

Gerek emek piyasalarında gerek üretimin yukarıda açıklanan diğer alanlarında merkez sermayenin gerçekleştirmek istedikleri, doğal olarak, merkez sermayenin çıkarları doğrultusunda olurken, çevresel konumlu sermayenin çıkarlarına ters düşmektedir. Ancak, çevresel konumlu sermaye, bazen taşeron işlevi görerek, bazen de merkez sermayenin tamamlayıcısı rolünü benimseyerek hayatiyetini sürdürebilir. Bu durumda, çevresel konumlu sermaye, bazı kısıntılara razı olarak hayatiyetini sürdürmeye çalışırken, merkez sermaye dokusu ile arasındaki verimlilik farkını, bir yandan devlet diğer yandan da iç emek piyasası üzerinde yoğun baskı kurarak aşmaya çalışır. Zira, geri teknoloji yanında görece yükselen emek maliyetini karşılayabilmeye yönelik, ucuz kredi ya da vergi avantajları sağlayabilmek amacıyla kamu kaynaklarına yönelen çevresel konumlu sermaye, bu kez de kamu açıklarına neden olarak, fiyatlar genel seviyesinin yükselmesine yol açabilir. Türkiye’de 1980 politikaları ile gündeme gelmiş olan sermaye popülizmi, aynı dönemde Batı’da gelişen arz-yanlı ekonomi politikalarının, iç sermaye tarafından, kendi verimsizliğini perdelemek için hükümetlere dayattığı uygulamaların bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Açıktır ki, sermaye popülizmine yönelen hükümetler, toplumsal yarara yönelik politikalar üretmekten uzak olurlar. Bu tür dalgalanmalarda hükümetler iç sermayenin etkisine girerken, iç sermaye de dış sermayenin etkisinde olduğundan dolayı, çevresel konumlu hükümetler açısından temel belirleyici güç dış sermaye olmaktadır.

Küreselleşme ile özelleştirmenin devreye sokulması ve böylece devletin ekonomiden tam anlamıyla çekilmesi, içeride bireysel ve bölgesel gelir dağılımını etkileyeceği kadar, kaynaklarının dağılımının mutlak olarak piyasa güçlerine, yani gelir dağılımına göre şekillenen güç ilişkilerine bırakılmasına yol açmış olacaktır. Açıktır ki, Yeni Dünya Düzeni’nin çok önemli bir ayağını oluşturan ve küreselleşmenin gerçekleşme araçlarından biri olan özelleştirme, ulusal kaynakların güçlü merkez sermayeye devrinden öte, özellikle kalkınmakta olan ülkelerde hükümetlerin ekonomiyi tanzim de ellerinde bulunması gereken güçlü silahın da alınması anlamına gelmektedir. Bunun da ötesinde, enerji ve ulaştırma v.b gibi çok önemli stratejik alanların özelleştirme politikası altında yabancılaştırılması da, hükümetlerin ekonomi üzerindeki karar alanı ve gücünü de daraltmaya aday görülmektedir.

Küreselleşme süreci içinde, çevresel konumlu ekonomilerin karşılaşabilecekleri başka bir sorunda, iç kaynakların alternatif maliyetlerinin ve buna bağlı olarak da, politika uygulama maliyetlerinin yükselmesidir. Zira, çevresel konumlu ekonomilerde, merkeze yönelik kaynak kaymasıyla ortaya çıkan bireysel ve bölgesel gelir dağılımı bozuklukları sorunları karşısında, hükümetlerin düzenleyici politika araçlarının maliyetleri yükselmiş olacağından, söz konusu uygulamaların bütçe yükü de artmış olacaktır. Başka bir ifade ile, örneğin hükümetlerin bölgesel dengesizliği giderebilmek için gelişmekte olan yörelere tahsis edeceği kaynaklarda, bu kaynaklara güçlü merkezin talebinden kaynaklanan maliyet yükselişi görülebilecektir. Neticede bireysel ve bölgesel gelir dağılımını denetleyebilmek için hükümetin, dolayısıyla toplumun katlanacağı maliyetler de artmış olacaktır.

Küreselleşme esnasında çevresel konumlu ekonomiler, kendi gelişmişlik düzeyine bağlı olarak, teknoloji yoğun yatırımlardan çok, geri teknoloji kullanan, yoğun emek istihdam eden ve çevreyi kirleten sermaye girişine sahne olabilir. Bu tür yatırımların ekonomiye yapacağı net katkı, uzun-dönemde ortaya çıkan çevre kirlenmesi nedeniyle çok az olabilir. Bir Fransız firmasının Ege bölgesinde almış olduğu beş adet çimento fabrikasının böyle bir aşırı maliyetle sonlanması kaçınılmazdır. Bundan da daha vahim olarak, Batılı sermaye güçlerinin Türkiye’de kurmaya çalıştığı nükleer santrallerin de benzer bir hikayesi olacağı ortadadır.

Küreselleşme sürecinde gelişmekte olan bir ekonomi yabancı yatırım sermayesi aldıkça gelen sermayenin teknoloji boyutunun yüksek olması da söz konusu olabilir. Teknoloji boyutu yüksek olan yabancı sermaye az sayıda yüksek ücretle eleman istihdam ederken, emek üzerindeki sömürü oranını yükseltmekte ve katma değer içinde sermaye payını arttırmaktadır. Bu durumda, dışarıdan teknik elemanın gelmediği koşulda, içeride emek piyasasında göreli dengelerin bozulması yanında, ekonomide gelir dağılımı değişiklikleri de ortaya çıkacaktır. Teknoloji-yoğun yabancı sermayenin içeride kaliteli emeğe olan talebi, yerli yatırımlar için kaliteli emek arzını kısarken, aynı anda da ücretlerde göreli artışa neden olur. Teknoloji-yoğun yabancı sermaye kaliteli elemana görece yüksek ücret öderken, iç emek arasında gelir dağılımı farklılığı yaratmaktadır.

Teknoloji-yoğun yabancı sermaye, yaratılan katma değerin önemli bir bölümünün sermaye payı olarak tahakkukuna neden olmaktadır. Kaliteli emeğe gelişmiş ülkelerdekine göre düşük fakat çevresel ülkelere göre yüksek ücret ödeyen teknoloji-yoğun sermaye, böylece elde etmiş olduğu yüksek katma değeri de kâr payı olarak elde edip, ülke dışına taşıyabilir.

Çevresel konumlu ekonomilere gelen yabancı yatırımcı sermayenin ihracat yapması da, bu bağlamda, fazla bir önem taşımayacaktır. Zira, ihracat yolu ile sağlanan gelirin önemli bir bölümü de, yukarıda anlatıldığı gibi kâr payı olarak elde edilip, kâr transferi nedeni sonucunda ülkenin ödemeler dengesine olumsuz olarak yansıyacaktır. Yabancı sermaye alan bir ülke açısından, yabancı sermayenin yapmış olduğu ihracatın önemli olabilmesi, bu yolla katma değerin önemli bir bölümünün içeride kalması koşuluna bağlı bulunmaktadır. Bu koşul ise, ileri teknoloji kullanan ve katma değerin büyük bölümünün sermayeye tahakkuk ettiği günümüz uygulamasında gerçekleşmemektedir.

Küreselleşme akımı gelişmekte olan ekonomileri borçlu konumda yakalamış bulunmaktadır. Kendisi finans sermayesi aşamasına gelmiş olan Batı açısından, gelişmekte olan ekonomilerin dış açıkları önemli bir kazanç kapısı oluşturmaktadır. Merkez sermaye güç, ekonomik faaliyetleri sonucunda sağladıkları döviz giriş hızının üzerinde faiz geliri sağlayıp, onları “borç sarmalı”na iterek, onların ekonomi yönetimi üzerinde hakimiyet oluşturmakta ve “borç/özsermaye değişimi” uygulaması ile alacakları karşılığında, çevre ekonomilerin değerli malvarlıklarına değerlerinin çok altında bir bedel karşılığında el koymaktadırlar.

Çevresel ekonomileri denetimsiz finansal liberalizasyona zorlayan güçlü merkez, uygulanan politikalarla döviz kurunu baskılanmış tutarak ülkenin dış ticaret dengesini bozduğu gibi, ekonomiyi de devamlı dış kaynağa muhtaç hale getirmektedir. Bu süreçle, çevresel ekonomiler hem iç denetimi yitirmekte, hem de dış şoklara karşı açık ve fevkalade hassas bir hale gelmiş olmaktadır

Küreselleşen dünyada göreli avantaj sağlayabilmek için, sermayenin devinim ve hareket yönünün kurallarına uygun olarak merkez olmak gerekmektedir.[13] Merkez olmanın ekonomik yorumu ise, hem beşeri sermaye hem de maddi sermaye alanlarında ileri düzeyde olmak demektir. Başka bir ifade ile, küreselleşmeden yarar sağlanması, ileri düzeyde teknoloji kullanan maddi sermaye yapısına ve kaliteli beşeri sermaye dokusuna sahip olmak koşuluna bağlıdır. Oysa, kalkınmakta olan periferik konumlu ekonomilerde bu iki koşul da çok zayıftır. Bundan dolayıdır ki, periferik konumlu ekonomilere beklendiği kadar yatırım sermayesi değil, daha çok finans sermayesi gelmektedir.

Küreselleşme olgusunun, güçlü merkez kapitalizminin ekonomik darboğazı aşabilmek için çevreye dayattığı bir tür politika olduğunu ve bu politikanın temel aracının ise, bir tür dengesiz güç hakimiyeti ortamı olan “piyasa” olduğunu kabul edersek çevre-merkez ilişkisinde, sistemin mantığı gereği, şu sonuç ortaya çıkar: Çevresel konumlu ekonomiler, küreselleşme çerçevesinde giriştiği ilişkiler sonucunda kendi içinde adacıklar içinde mutlak iyileşmeler yaşarlar. Bu ekonomilerde bazı kuruluşlar faaliyet gösterebilir ve bu firmalarda da oldukça yüksek ücretle kaliteli emek istihdam ediliyor olabilir. Ancak, çevresel ekonomilerde oluşan bu adacıklar dahi, katma değer içinde emek payının sermaye payı karşısında giderek küçülmesine bağlı olarak, merkeze karşı göreceli yoksullaşma alanı oluştururlar. Bunun da ötesinde, küreselleşme süreci içinde söz konusu adacıklarla donanmış olan çevresel konumlu ekonomiler, fert başına gelirlerini yükseltiyor olsalar da, merkez ekonomiler karşısında göreceli yoksullaşma içine girer. Ancak, yaşanan bu yoksullaşma bir yandan, adacıklar halinde yaşanan mutlak iyileşmelerin parıltısı, diğer yanda da hakim çevrelerin topluma yönelttiği ideolojik baskılar nedeniyle net olarak algılanamaz. Bazı hallerde de aşırı borçluluk ya da treni kaçırma korkuları gibi kaygılarla çevresel ekonomiler merkezin girdabına girebilirler.

Küreselleşme, ekonomik anlamda devlet sınırlarını yıkarak olumlu öğeleri merkeze, olumsuzları ise çevreye yığarken, aynı anda idari anlamda yerel devletleri koruyarak bunların merkezin zenginleşmesinin çevrede yarattığı yoksullaşmanın ve tahribatın bastırılması aracı olarak yönlendirir. Bu aşamada, ulus devlet olgusu ile dar anlamlı ulusal egemenlik kavramı arasındaki zayıf ilişki dahil tümü ile kopmuş olur.

Geniş anlamlı ulusal egemenlik olgusunun gerçekleştirilmesi için, ulusal kararların gerçek anlamda ulusun temsilcileri tarafından verilmesi gerektiği koşulu yanında, bu kararların alınmasında ve uygulamasında da hakim ekonomik gücün ulusal hakimiyette olması kaçınılmaz görülmektedir. Böyle bir yaklaşım ise, ulusal egemenlik sorunsalının tartışılabilmesi için kapitalizmin ürünü olan ulus devlet olgusunun ve doğal olarak, sistem sorunun tartışılmasını gerekli kılmaktadır. Aksi halde, kapitalist sistem içinde gelişmesini sürdüren ve iç sermayesi ile dünya kapitalizmine belirli bir düzeyde entegre olan çevresel konumlu bir ekonomide, salt ulusal çıkarlar doğrultusunda ve dünya kapitalizminden bağımsız kararlar alınması ve bunların yürürlüğe konulması olası görülemez.

Küreselleşme olgusunu, merkez kapitalist ekonomiler ve çevresel konumlu ekonomiler arasında bir tür ekonomik mücadele ya da merkezin çevre üzerindeki sömürü hakimiyetini arttırdığı bir süreç olarak görmek anlamlı, ancak yeterli değildir. Zira, kapitalist sermaye birikim dinamiği sürecinde günümüzde yaşadığımız küreselleşme olgusu, sermaye deviniminin ileri, fakat henüz tamamlanmamış aşamalarından biridir. Bu aşamada, henüz sosyo-ekonomik açıdan homojen bir yapıya kavuşmamış olan çeşitli üretim merkezlerinde, sermaye, çok doğal olarak, kendine güvenli konuşlanma merkezleri seçecektir. Günümüz koşullarında bu merkezlerin görece gelişmiş yöreler olduğu da bir gerçektir.

Sermaye, bir yandan kendine emin konuşlanma merkezleri seçerken, diğer taraftan da hareket alanını genişletirken, kendi çıkarı doğrultusunda tüm çevreye kendi ekonomi kurallarını dayatmaktadır. Bu anlayış çerçevesinde, “merkez ülke” ya da “merkez- ekonomi”, sermayenin ekonomi kuralları yanında bazı sosyal yasalara da izin verilen alanlar olarak tanımlanabilir. Buna karşın, “çevre ekonomi” ya da “çevresel konumlu ülke” ise, sosyal yasaların çok zayıf olduğu veya hiç bulunmadığı fakat merkez sermaye çıkarları doğrultusunda ekonomi yasalarının geçerli olduğu alanlar olarak tanımlanabilir.

Hal böyle olunca, çevre ve merkez bölgeleri yan yana ve birbirlerini çevreler biçimde olabileceği halde, birbirleri ile çakışma alanları yoktur. Örneğin, en uç halde, ileri bir merkez ülkede de “çevresel konumlu alan”lar bulunabileceği gibi, asıl olarak çevresel konumlu bir ülkede de “merkez ekonomi alanı” bulunabilir. Doğal olarak, böyle bir uç örnek de hakim doku, birinci halde merkez sermaye, ikinci halde ise çevresel ekonomi niteliğindedir. Merkez dokuda ekonomik yasalar yanında sosyal yasalarda yer alırken, çevresel dokuda ekonomik yasalar tümü ile geçerli olurken sosyal yasalar çok cılızdır. İşin dinamiği gereği, çevre merkezin hegemonik baskısı altındadır. Bu nedenle, aralarındaki temel ilişkiyi, merkezin çevreyi denetlemesi ve çevrenin merkeze kaynak aktarması oluşturur.

Sermaye yasaları ele sosyal yasalar, geçmişteki bazı tarihsel koşullar hariç olmak üzere, ilke olarak, birbiri ile çatışmalıdır. Sosyal yabalar sermaye devinimi ve birikimi önünde ciddi engel oluşturur. Çevreye kendi ekonomi yasaları ile hakim olan merkez sermayenin, bizzat kendi ortamından kaçmasının bir nedeni, merkezdeki sosyal yasalar olduğu gibi, gittiği çevre dokulara aynı yasaları götürmemesi de, yine merkezin hakim ekonomi yasalarının bir gereğidir. Bu durum iki doğal sonucu açıkça önümüze sermektedir. Bir defa, çevre dokusunun merkeze doğru yürümesinin önündeki en önemli engel merkez sermayenin çıkarı ve bu çıkar doğrultusunda ortaya çıkan ekonomi yasasıdır. İkinci olarak da, merkezde geçerli olan ekonomi yasalarının, belirli bir süreye yayalı olarak, aynı alanlardaki sosyal yasalarla çatışmaya girme eğilimi taşımasıdır. Özellikle merkezden çevreye doğru yayılmaya başlayan sermaye, merkezde istihdam gelir dağılımı vb. konularda ciddî sorunlar yaratmaya başlar ve başlamaktadır. Bu sorunlar merkezde sosyal alandaki hizmetlerin genişletilmesi talebini zorlarken, güçlü sermaye bu talepleri karşılamada isteksiz davranma eğilim gösterir. Günümüzde bu durumun henüz ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmıyor olmasının bir nedeni, merkez ülkelerin tarihsel mirası, ikinci nedeni ise, çevresel ekonomilerden sağlanan kaynaklardır. Sermayenin, kaynakların paylaşmama yönündeki bu isteksizliği, bazı koşullarda gücüne dayanarak, hükümetleri baskı yolu ile sosyal hizmetlerden uzaklaştırmak biçiminde olduğu gibi, bazı hallerde ise, servetlerin sosyal hizmetleri geri bölgelere nakletme biçiminde karşımıza çıkabilir.

Her iki halde de küreselleşmenin, salt merkez ve çevre ekonomiler arasındaki ilişki biçiminde değil, sermaye ile devletler, hatta sermaye ile bireyler arasında bir sorun, daha gerçekçi ifade ile, sermayenin bireye ve sosyal nitelikli devlete saldırısı olarak yorumlanmasının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca, küreselleşme ve ulusal egemenlik olgusu ilişkisinin, çevresel ulusların merkez devletler tarafından etki ve denetim altına alınması biçiminde değil, sermayenin saldırısı karşısında, tüm devlet yapılarının nitelik değiştirmesi biçiminde algılanması gerekmektedir. Bir zamanlar hem üretim hem de tüketim alanlarının denetim altında tutulabilmesi ve dış rekabete karşı korunabilmesi için ulus devleti oluşturan sermaye, bu kez de hem üretim merkezi hem de tüketim alanları olarak tüm dünyaya açılınca, artık eski anlamda devlet yapılanmasına değil, sadece kendi güvenliğini sağlayabilecek devlet yapısına gereksinme duymakta ve onu oluşturmaya çalışmaktadır. Sermayenin olgunlaşmasında bir ileri aşamayı oluşturacak olan, tüm devletlerin nitelik değiştirdiği yapı ile ilgi sorunlar ve bunların çözüm önerileri bugünden belirsiz gözükmektedir. Zira, böyle bir durumda, merkez devletler dahi giderek sosyal niteliğini kaybetmeye ve sermayenin ekonomi yasalarına tabi olmaya başlayacaklardır. Merkez devletlerde emeğin mutlak olarak metalaştırılmasıyla oraya çıkacak olan sosyal sorunlar ise, sermayenin küreselleşmesi hızında çevreye yayılamayacaktır. Böylece, merkez yapılarda da sosyal sorunlar büyüyecektir. Ucu açık olası bu gelişme karşısında gerek sermayenin, gerek sermaye karşıtlarının tepkilerini bugünden kestirmek, farklı senaryoların tartışmasını gerektirir ki, bu konu böyle bir raporun konusu dışında kalmaktadır.
Sonuç

Küreselleşme, tanım olarak yeni olmakla beraber, olgu olarak, çok farklı yöntemlerle kapitalizmin hemen tüm dönemlerinde görülmüş, emperyalist bir davranış türüdür. Sömürgecilikten, ticari emperyalizmle, oradan korumacı politikalar görüntüsüne bürünerek üretim merkezlerini ele geçirme çabaları ve finansal hareketlere dek, kapitalizmin her aşamasında merkezin çevreyi sömürmesi gündemde yerini korumuştur.

Kapitalizmin, ulus devletleri oluştururken, aynı anda, güçlü merkez sermaye yörüngesinde ve denetiminde ufak adacıklar halinde sömürü merkezleri de oluşturarak, dünya kaynaklarının paylaşılmasında, merkezin beslenmesine yönelik olarak ve merkezin hakimiyetinde bir dünya sistemi oluşturmuştur.

Zamanla, sistem-içi tarihsel karşıt güçlerin oluşup, işleyiş dinamikleri çerçevesinde sermayenin sıkışması gündeme geldiğinde, yeni üretim ve haberleşme teknikleri üzerinde, bu kez, küreselleşme adı verilen ve yine merkezden tetiklenen bir sermaye refleksi yerküreyi kaplamaya başladı. Üretim merkezlerinin hızla yer değiştirebilmesi, emek istihdamında kuralsızlaştırma uygulamalarının yaygınlaştırılması, sendikaların çökertilmesi ve sosyal devlet ilke ve uygulamalarının zayıflatılması ve finansal sermayenin öne çıkması ve özelleştirme olguları günümüzdeki kapitalizmin görüntüsel yönlerini oluşturmaktadır. Böylece merkez sermayenin sömürüsü ve emperyalizm olgusu eskilere göre çok daha girift ve rafine bir görüntü kazanmış bulunmaktadır.

Merkezde konuşlanarak çevreyi sömüren sermaye, ulus-devlet döneminde de, “ulusal egemenlik” görüntüsü altında, emperyalist amaçlarına ulaşıyordu. Nitekim, Frank-türü çevre-merkez ilişkisi içinde Myrdall kutuplaşması o dönemlerde de yaşanıyordu. Günümüzde de netleşen oluşumda da yine çevre-merkez ilişkisi yaşanmaktadır, bir farkla ki, günümüzde yaşanan çevre-merkez arasında değil, sınır tanımayan geniş bir alanda, sermaye-merkezli adacıklar içinde ve arasında gerçekleşmektedir. Böylece çevre-merkez ilişkisi, coğrafi sınırlar itibariyle değil, sermaye ve sermaye-dışı kesimler itibariyle tanımlanmaya başlanmış bulunmaktadır.

Günümüzde ortaya çıkan bu yeni durumda, bir örgüt olarak ulus-devlet korunacak, fakat bu devletlerin görevi, olgunlaşan ve içinde ölü emek oranı yükselen sermayeye kaynak aktarımı sağlanırken ortaya çıkacak toplumsal rahatsızlıkları bastırmak olacaktır. Açıktır ki, merkez sermayenin konuşlandığı bugünkü ileri ekonomilerde sosyal haklar diğer yörelere göre daha ileri düzeyde olacaktır. Buna karşın, merkez sermayenin konuşlandığı alanlar dışında kalan yörelerde ise, merkez sermayenin sert ekonomi kuralları hakim olurken, toplumsal ve sosyal haklar gündem dışına itilecektir. Böyle bir gelişmenin doğal sonucu olarak, merkez ülkeler görece daha demokratik, çevresel ülkeler ise çok daha sert, despotik ve baskıcı yönetime yöneleceklerdir. Doğal olarak merkez sermaye çevreden aktaracağı payı olası en üst düzeyde tutabilmek amacı ile, çevresel konumlu ekonomilere merkezde geçerli olan görece demokratik hakları tanımayacaktır.

Ancak, bu durum da kapitalizmin günümüzde ulaşmış olduğu aşamada geçici bir süre için yeterli olacaktır. Zira, hakim sermaye, kendi dinamiği içinde, küreselleşme ve özelleştirme politikaları ile, sadece coğrafi olarak çevresel konumlu ekonomileri değil, merkez ekonomileri de hem doğrudan hem da dolaylı sömürü alanı haline getirecektir.

Emeğin ve sermaye dışı kesimlerin, çevresel ülkelere göre daha yavaş hızda olmakla beraber merkez ülkelerde de metalaştırılmaları, buralarda da sosyal çatışmaları gündeme getirmeye aday gözükmektedir. Kapitalizmin, ucu açık bu konuda, yeni tip küresel Keynescilik ile bilinç bulandırarak mı, yoksa ciddi sosyal kıpırdanışlarla çok farklı evrelere dönüşerek mi sonuçlanacağını gelişmeler gösterecektir.

Kaynak: http://www.stratejik.yildiz.edu.tr

Notlar:
[1] R.G. Lipsey, “The Theory of Customs Union: A General Survey”, Economic Journal, 1960; K. Lancaster ve R.G. Lipsey, “The General Theory of Second Best” , Review of Economics and Statistics, 1956-57, J.E. Meade, Trade and Welfare, New York: Oxford University Press, 1955; J. Viner, The Customs Union Issue, New York: Carnegie Ins., 1950.

[2] B. Balassa, “The Factor-Price Equalization Controversy”, Weltwirtschaftliches Archiv, I, 1961; S.F. James ve I.F. Nad Pearce, “The Factor-Price-Equalization Myth”, Review of Economics and Statistics, 1951-52, L. Mackenzie, “Equality of Factor Prices in World Trade”, Economica. July 1955; P.A. Samuelson, “International Trade and the Equalization of Factor Prices”, Economic Journal, 58, 1948; P. A. Samuelson, “İnternational Factor-Price-Equalization Once Again”, Economic Journal, 59, 1949.

[3] P. Cook ve C. Kirkpatrick, “The Distributional Impact of Privatization in Developing Countries: Who Gets What and Why”, V. V. Ramanadham (der.), Privatization and Equity, London: Routledge, 1995.

[4] Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, (çev. Ç.Erdem-E.Yücel), Ankara: Dost Kitabevi, 1998.

[5] Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, (çev. N.Domaniç), İstanbul: Çiviyazıları Yayınları, 1999.

[6] Alain Lipietz, “Capital-Labor Relations at the Down of The Twenty First Century”, Juliet Schor ve Jong-Il You (der.), Capital, the State and Labor, Vermont: Edward Elgar, 1995.

[7] Sinan Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara: İmge Yayınevi, 1998, s.197.

[8] Gülten Kazgan, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Altın Kitaplar,1999, ss.12-127

[9] Paul Hirst ve Grahame Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor,…, ss.145-151; Cem Somel, “Bağımlılık Kuramı ve Güney Kore Deneyimi”, E.A. Tonak, (der.), Küreselleşme, Ankara: İmge Yayınevi, 2000.

[10] R.D. Wolf ve S.A. Resnick, Economics: Marxian versus Neoclassical, Baltimore: John Hopkins, 1987.

[11] Francis Green, “The Myth of Objectivity in Positive Economics”, Francis Green ve Peter Nore (der.), Economics: An Anti- Text, London: The Macmillan Press Ltd., 1978.

[12] R.D. Wolf ve S.A. Resnick, Economics: Marxian versus Neoclassical,…,s.15

[13] Korkut Boratav, “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?”, E. A. Tonak (der.), Küreselleşme, Ankara: İmge, 2000.