BRÜKSEL – Uzay kıyılarından dünyaya bakış… “Galaksimizin gelişmekte olan gezegenlerini inceleme üssünden son bilgiler: Güneş olarak adlandırılan yıldızın çevresinde yörüngedeki üçüncü gezegende futbol denilen bir hadise var. Bu gezegenin en ileri yaşam biçimine sahip canlıları olan insanlar, sık sık kitlesel bir eylem gerçekleştiriyor. Takriben bir buçuk milyar çift göz, aynı anda, aynı yuvarlak cismin hareketlerini, aynı algılama sistemi içinde izleyebiliyor. Refah, yönetim, millet, din, cinsiyet ve kültür temelinde ileri derecede bölünmüş olan insanları, eşzamanlı olarak bu derecede birlikte kılan başka bir sosyal vaka ile henüz karşılaşmadık.”
Futbol gezegeni
Dünyamız evrenin uzak köşelerinden nasıl algılanıyor bilmek olanaksız; şimdilik. Diğer taraftan, futbolun en belirgin küresel gösterge haline geldiğini gözlemlemek için atmosferin dışına çıkmaya gerek yok. Futbolun ruhumuzda yaratabildiği duygusal dalgalar ve toplumsal iletişimde kapsadığı alan abartılı olabilir. Özünde, savaşları kansızca ikame eden militarist bir boyut da hissedile bilinir. Fakat sonuçta 21. yüzyılda insanlık uygarlığının belki de en önemli kültürel paydaşlığı söz konusu. Aslında insanlar arasındaki tüm farklılıklara rağmen, ortak noktalar ağır basmakta. Yaşamın doğum-düğün-cenaze çizgisinde, insan olmanın temel duyguları paylaşılmakta. Ekonominin esas kurallarından, siyasi iktidarların doğasına, bir çok alanda sosyal işleyiş ve davranış biçimleri arasında benzerlikler çoğunlukta. Dinler insanları bölerken, bir taraftan da cemaatleriyle küresel etki alanları yaratabilmekteler. Bayram namazı veya Noel gecesi gibi anlarda, gezegen dışına ortak beyin dalgaları yayabilecek eşzamanlı bir eylem ve düşünce birlikteliği söz konusu.
Dünya veya Avrupa futbol turnuvaları da, teknolojinin ve yoğun pazarlamanın desteğiyle, geleneksel ve coğrafi mesafeleri aşan bir insanlık uygarlığı ayini. Örneğin, Ronaldo’nun ayağından çıkan top filelerle buluştuğu anda en az bir buçuk milyar beyinde aynı kavram düşünceye dönüşüyor: “goool!”(sevinçli, üzüntülü, şaşkın veya keyifli tonlarda okunabilir). Evler, işyerleri, lokantalar, barlar, kahveler ve meydanlarda yaygınlaşan televizyon ekranları, bilgisayar ve cep telefonuna ulaşan teknoloji ve de izleme zevkini artıran çekim teknikleri sayesinde, uluslararası futbol her yaş, cinsiyet ve sosyo-ekonomik kesimden
insana erişebiliyor. Fetiş nesnesi top gibi küresel bir olay ile karşı karşıyayız.
Doksan dakika sonrası
Avrupa Kupası 2008 de bu atmosferde ilerledi. Avrupalılar ve Dünya halklarının önemli bir kesimi televizyon ekranlarındaki beyaz noktanın, beyaz direklerle girdiği ilişkiye odaklandı haftalar boyu. Kıtanın ve gezegenin dört bir tarafında turnuvaya katılan takımların renkleri, yüzleri, hareketleri, isimleri, sevinçleri, hüzünleri, geçmişleri ve geleceklerine aşina olundu. Halklar birbirine yakınlaştı. Turnuvaya katılan ülkeler arasında, bilinç altı bir iletişim ağı örüldü. Maçların oynandığı kentlerde bu iletişim daha bilinçli ve somut, bazen dostça bazen sertçe oldu.
Türk Milli Takımı’nın 2002 Dünya Kupası’nda gösterdiği üçüncülük başarısını da bu açıdan irdelemek olası. Dünyanın sahne ışıkları altında, alkışlanan bir performans sergilenmişti. Öncelikle ev sahibi Japonya ve Güney Kore toplumları ile ilişkiler gelişmişti. Turnuvaya katılamayan Azerbaycan ve Makedonya gibi bazı ülkelerin Türkiye’ye karşı duydukları yakınlık, sevinç ortaklığına dönüşmüş, bir çok uzak ülke insanının kafasındaki dünya haritasında Türkiye yerini bulmuştu.
Galatasaray’ın 2000 yılında Avrupa’da Süper Kupa zaferi ve Fenerbahçe’nin
2008 Avrupa Şampiyonlar ligindeki başarılı performansı da, spor ötesi
olumlu etki dalgaları yaydılar. Bu sayededir ki, aradan geçen yıllar içinde Şanghay’da
bir toplantı öncesi tanışma faslından, New York’ta bir uluslararası konferansın kahve arasında Afrikalı katılımcılarla sohbete, Londra’da bir taksi sürücüsüyle laflamaktan, Berlin’de bir iş yemeğinde Alman, Rus ve Araplarla ortak bir sosyal konu bulmaya uzanan yelpazede, futbolun bıraktığı Türkiye çağrışımları her zaman yararlı olmuştur.
Türkiye’nin yıldız karnesi
Avrupa medyasındaki yorumlar, internetten gelen bilgiler ve kişisel deneyimler ışığında, Euro 2008’in Türkiye’nin AB ile ilişkilerine etkisi açısından ortaya şu tablo çıkmakta:
1. Önyargılar zayıfladı, imaj olumlu etkilendi, siyasal ve ekonomik artı değer oluştu.
2. Fakat çok etkin bir uluslararası iletişim fırsatı vardı; ustaca değerlendirmek iyi olurdu.
3. Bu kazançlar geçici olmamalı. Türkiye daha güçlü bir demokrasi ve sosyo-ekonomik kalkınma gündemi ile Avrupalı gollerine devam etmeli.
Türkiye hakkında Avrupa halklarının bazı kesimlerinde, değişik derecelerde eskiden beri var olup da, Avrupa Kupası sayesinde zayıflayan, görecelik kazanan önyargılar önemli:
• “Türk toplumu Avrupa’dan kopuktur”.
• “Türkiye içine kapanıktır, muhafazakârdır, mutaassıptır”.
• “Türk kadını, sosyal yaşamın dışındadır”.
• “Türkler gergindir, şiddete meyillidir”.
• “Türkiye uluslararası başarılara uzaktır”
• “AB ülkelerindeki Türkler uyumsuzdur”.
• “Türkler disiplinsiz, sistemsiz, özgüvensizdir. Şarklıdır”
• “Türkler farklıdır”.
Ve bazı bilinçaltlarındaki temel önyargı:
• “Türkler ötekidir”
Ve de artık geçerliliği daha fazla sorgulanan soru:
• “Türkiye Avrupa’da mı?”
Bu yönde olumlu evrimin somut göstergelerinden biri, aşırı uçlardaki bazı Avusturyalı ve Fransız siyasetçilerin görüşleri oldu:
• “Ne yani, Avrupa Kupası kazanırsa, Türkiye AB’ye üye mi olacak?”
• “Türkiye Orta Doğu’da değil miydi, gitsin orada oynasın”.
Bu görüşler tersten okunduğunda, Türkiye hakkındaki olumlu etkiler ifade buluyor. Bir zamanlar “Türkiye Avrupa’da olsaydı, herkes bilirdi” diyen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’e ise yanıt kendi ülkesinden geldi. Türkiye Almanya’ya gol atınca kahvelerde sevinen Fransızlar, televizyonda maç anlatırken, dayanamayıp “haydi Sabri, bravo Semih” diyen yorumcular, Avrupa’nın yeni futbol gücünü alkışlayan basın …
Avrupa medyasına ve sokaklarına yansıyan, her biri yazılara, yorumlara ve hafızalara kaydolan önplandaki Türk görüntüleri de olumluydu:
• Milli Takım: İyi taktik, kolektif
girişim yeteneği, karizmatik sporcular, hedefe odaklılık, özgüven.
• Tribün seyircisi: Kadın-erkek bir arada, neşeli, yaratıcı, barışçıl, tutkulu. Avrupalı. Çağdaş.
• Kutlamalar: Genç kızlar ve erkekler, Türkiye’den bir Avrupa kenti ve halkı görüntüleri, sportif coşku, AB kentlerinde uyumlu sevinç gösterileri.
Bunun sonucunda, 2002 Dünya Kupası sonrasında olduğu gibi, Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye karşı üç konuda kısmen olumlu gelişme gözlemlenmekte:
1. İlgi: Türkiye hakkında klişeler dışında yansıyan görüntüler, AB vatandaşlarının bu ülkeyi daha iyi tanıma gereksinimini pekiştirdi. Sanılandan farklı bir ülke ve halkın varlığı hissedildi.
2. Bilgi: Türkçe isimler ve okunuşları, Türkiye’nin Avrupa futbolundaki yeri, futbolcular ve kulüpler, Almanya’dan gelenlerin katkısı, AB ülkelerinde oynayanlar ve ülkenin başlıca kentleri gibi birçok bilgi hafızalarda yer edindi.
3. Sempati: Önyargılar sarsıldıkça, ilgi ve bilgi yükseldikçe, Türkiye’ye karşı sempati de arttı. Oynadığı maçlarda bir Avrupa takımı olarak AB vatandaşlarınca da tutuldu. İşyerlerinde, mahallede, bankada, fırında, barda, sanal alemde ve dost ortamlarında Türklerin AB’li çevreleriyle ilişkilerine de yansıdı bu sempati.
Türkiye’ye karşı AB toplumlarında artan ilgi, bilgi ve sempatinin dış ekonomik etkileri de var: daha fazla turist, yatırım, “Made in Turkey” etiketine daha olumlu yaklaşım ve Türklerle iş yapmaya daha fazla açılım. Siyasi planda da, Avrupalılığı daha barizleşmiş bir ülke olarak belirdik. Tabii, bu kazanımlar göreceli. Ülke diğer alanlarda ilerlemezse geçici bir durum söz konusu. Ayrıca, bu kadar önemli bir uluslararası kamuoyu penceresi aynı zamanda neredeyse bedava bir iletişim fırsatıydı. Maç kentlerine doluşan medyadan, dünya ekranlarına yansıyan görüntülere ustaca ve zerafetle Türkiye hakkında olumlu mesajlar zerk etmek olasıydı. Bilgilendirmek ve imaj parlatmak için değerlendirilebilecek çok
fırsat vardı. İleride de olacak.
Siyaset kupası
Fransız TF1 televizyonu kupanın bilançosunu yaparken Türkiye için ‘mucize’ başlığını öne çıkardı (Fransa için ise ‘hüsran’ tanımlamasını uygun gördü). Türkiye’nin Avrupa’daki genel algılanışı da aynı ‘mucize ülke’ profiline uygun. Beklenmedik zamanlarda kötü gidişatı iyiye çevirebilme yeteneği; en olmadık zamanlarda beklenmedik hatalar ve sorunlar üretebilme zafiyeti. Yeşil sahada mucizeleri olağanlaştırmak, Türk siyaset dünyası için ancak bir kıskançlık kaynağı olmalı. Futbolda mevcut en iyi onbiri sahaya sürerek kazanılan açılımlar, şirketlerimizin uluslararası standartları yakalayan girişimleri ve bir çok sanatçımızın uluslararası başarıları şaşırtıcı değil artık. Her biri arkasında azim, inanç, insan sermayesi, yaratıcılık, bilgi, deneyim, küresel vizyon ve de en önemlisi iç ve dış rekabet baskısı olan atılımlar.
Siyasette de artık Türk halkına ve dünya kamuoyuna yeni bir Türkiye sunmak gerekiyor. Kayıp zaman telafi edilmeli. Avrupalı, laik bir demokrasi ve yaratıcı bir hoşgörü toplumu olarak yükselmek hiç bitmeyen bir mücadeledir; uzatmaları yok. Sürekli kendi kalesine gol atmak ise gülünç oluyor. Eğer evrenin başka gezegenlerinden dünyayı gözlemleyenler
var ise, herhalde Türkiye’yi bu açıdan ilginç bir vaka olarak incelemektedirler.
Türk halkı çağdaş bir ülkeye, en yüksek standartlarda bir yaşama ve küresel rekabetin getireceği başarılara layıktır. Maalesef bazı siyasal tartışmalar özgüvensizlik edebiyatına iyi bir katkı sağlamanın ötesine geçememekte.
Bir televizyon programında siyaset meydanına çıkan bir oda başkanı,
korumacı, içine kapanmacı, bilgi saptırmacı, korku yaymacı ve gençliği kışkırtmacı sözlerini şöyle özetlemişti:
– “Ne gerek var Avrupa liginde oynayıp gol yemeye. Tahran Spor’a karşı oynarız,
gol atarız, kazanırız; AB üyeliğinden vazgeçelim.”
Avrupa’daki Türkiye karşıtlarıyla eşseli olan bu görüşlere Milli Takımımızın genç, çılgın ve Avrupalı Türkleri hak ettiği yanıtı verdiler.