Prof. Dr. Haldun GÜLALP

Demokrasi, ulusçuluk, refah devleti ve demokrasi birbirleri ile bağlantılı oldukları için ve bu bağı kuran ortak unsur bir ulus-devlet’teki vatandaşlık ilişkisi olduğu için, demokrasinin günümüzdeki geçerli biçimleri ulus-devlet yapısı ile sınırlıdır. Buna karşılık, günümüzde küreselleşme diye de adlandırılan bir süreç sonucunda ulus-devlet zayıflamakta, özellikle vatandaşlarının refahına ilişkin yükümlülüklerini artık yerine getiremez duruma düşmektedir. Bu durum karşısında, demokrasi gelecekte ne biçim alacaktır? Ulus-devleti aşan bir siyasal örgütlenme biçimi bulunarak, örneğin bir “global demokrasi” kurulabilecek midir?
Bir diğer ve belki de bu konunun daha da temelinde yatan bir sorun ise şudur: Ulus-devletin çeşitli açılardan egemenlik alanı daralmaktadır. Ulus-devletler artık vatandaşları üzerinde mutlak egemenlik edememektedirler.
Bu son konu demokrasi konusundan biraz farklı bir noktayı içerir. Yani, demokratik olsun ya da olmasın, ulus-devlet modelinin temel ilkesi şu olmuştur: Her teritoryal devlet, kendi sınırları içinde yaşayan insanlardan sorumludur ve onlar üzerinde egemenlik hakları taşır. O insanlar o devletin vatandaşları olarak, beğenseler de beğenmeseler de o devletin kanunlarına göre yaşarlar. Bu bağlamda, geleneksel uluslararası hukuk da egemen devletler arasındaki ilişkileri düzenlemekle sınırlıdır. Bu hukuka göre, devletler birbirlerinin içişlerine karışmazlar ve ancak birbirlerini muhatap alırlar.
Fakat işte, günümüzde, ulus-devletlerin bu egemenlik hakları da sınırlanmaya başlamıştır. Bunun bazı olumlu sonuçlarını özellikle demokratik olmayan devletler üzerinde görebiliyoruz: Bu tür devletler vatandaşlarına artık eskisi kadar kolay hükmedemez hale gelebiliyorlar.
Böylece ilginç bir paradoks ortaya çıkıyor: Bir yandan küreselleşme sonucu refah devleti zayıflayıp demokratik katılım süreçlerini zorlarken diğer yandan da yine küreselleşme sonucunda ulus-devletlerin egemenlik alanları daralmakta ve bireyler kendi egemen devletleri karşısında uluslararası kuruluşları harekete geçirebilmektedirler. Bu durum, demokrasi lehine mi aleyhine mi bir durumdur? Bu durumu demokrasinin geliştirilmesi yönünde nasıl etkileyip yönlendirebiliriz?
Bu soruların temelinde yatan varsayımları biraz açıklamakta yarar vardır: Bugün bildiğimiz anlamıyla demokrasi (ki buna temsili sisteme dayalı liberal-demokrasi diyebiliriz) modern toplumun ürünü ve modern devletin bir örgütlenme biçimidir. Modern dönem öncesinde bu anlamda bir demokrasi olanaksız olmaktan da öte, akıla bile getirilemezdi. Birincisi, modern-öncesi bir toplumda hiyerarşik ilişkiler kişisel bağımlılıklardan oluşurdu. Yani, bireyler arasında kapitalist bir toplumun formel eşitliği ve özgürlüğü yoktu. Kapitalist bir toplumda ise insanların dünyaya bağımsız, özgür ve eşit geldikleri varsayılır. Eşitsizlikler, insanların piyasa sistemi içindeki alışverişleri sonucunda ortaya çıkar. Oysa modern-öncesi bir toplumda herkes doğuştan farklı bir toplumsal katmana aittir ve bu durum yaşam boyunca değiştirilemez. İkincisi, modern-öncesi toplumda yasalardan ve/veya teamüllerden oluşan kurallar farklı toplum kesimleri için farklı idi. Farklı insanlar farklı birer dizi hak ve yükümlülüklere sahiplerdi. Dolayısıyla, modern-öncesi toplumlarda demokrasinin temel bir varsayımı olan bireysel hakların evrenselliği ilkesi söz konusu edilemezdi.
Fakat bunlar demek değildir ki bu iki ilke yerine getirilince demokrasi kurulmuştur veya kurulması kaçınılmazdır. Yasalar karşısında eşit olunması, o yasaların konulmasında kolektif bir katılım olduğu anlamına gelmez. Demokrasi, toplumun genelini ilgilendiren sorunlar hakkında kolektif karar alınması sürecine herkesin eşit katılabilmesinin sağlanması anlamına gelir.
Yine de demokrasinin önemli bir öncülü ulus-devletin kurulmasında ortaya çıkmıştı. Ulus-devlet insanları modern-öncesi toplumun barındırdığı kişisel bağımlılık ilişkilerinden arındırarak, yani aşiret, cemaat ve benzeri ataerkil yapılardan çıkartıp, birer birey olarak özgürleştirmeyi ama buna karşılık o bireyleri vatandaşlık bağları ile kendine bağlamayı vaad ediyordu. Bu yolla yeni bir komünite oluşturuluyordu.
Yeni bir komünite oluşturulması yeni bir meşruiyet biçiminin kurulması anlamına da geliyordu. Çünkü eğer devlet, vatandaşlık alanını oluşturuyor ve vatandaşlık da bireylerin karşılıklı hak ve yükümlülükler taşıdığı bir topluluğa bağlı olmaları anlamını taşıyorduysa, devlet bireyler üzerinde egemen olduğu kadar onlara karşı sorumluluk da taşımalıydı.
Modern toplumda devlet piyasa mekanizmasından ayrışmıştı. Piyasa, atomize olmuş bireylerin rekabet içine girdiği bir eşitsizlik alanıydı. Burada her birey eşit hak ve özgürlükler sahipti (yani mülkiyet hakkı, serbest girişim hakkı gibi haklar herkese eşit olarak verilmişti) ama piyasadaki yarışmanın sonucu her zaman eşitsizlik oluyordu.
Burada ortaya çıkan uyumsuzluğun sistem içindeki çözümü, demokrasi oldu. Demokrasi, vatandaşların siyasi sürece eşit olarak katılımını sağlıyordu. Özellikle liberal-demokrasi, rekabet içindeki atomize bireylerden oluşan piyasa toplumu varsayımını yine atomize oy verme yöntemiyle tam olarak yansıtıyordu. Konumuz açısından en önemlisi de, eğer siyasal müdahale yoluyla piyasa sisteminin yarattığı eşitsizlikler bir ölçüde düzeltilebiliyorsa, halkın demokratik iradesi yaşam koşullarının iyileştirilmesinde etkin olabiliyor demekti.
Nitekim, herkese eşit oy hakkı verilmesi, refah devletinin kurulması ve ulusçu meşruiyetin baskın hale gelmesi, tarihsel olarak aşağı yukarı aynı zamanda ortaya çıktı ve 20. Yüzyılda artık ayrılmaz bir üçlü olarak kendini kabul ettirdi.
Refah devletinin mantığında şu yatıyordu: İnsanlar piyasa koşullarında birey olarak yarışırken eşitsizlikler ortaya çıkabilir. Devletin görevi ise bir komünite oluşturan vatandaşların bu eşitsizliklerden en az zararı görmesidir. Yani açlık, işsizlik, sağlıksızlık ve eğitimsizlik gibi sorunlar o komünitenin ortak sorunlarıdır. Demokratik bir toplumda bunlar hoş görülemezler.
Devlet vatandaşına sahip çıktığı oranda devlete olan bağlılık ve onun meşrulaştırıcı ideolojisini oluşturan ulusçuluk, işçi sınıfı içinde de egemen olmaya başladı. Ondan önceki dönemde işçiler kendilerini sınıfsal aidiyetleri ile tanımlıyorlardı. Ünlü tarihçi E. H. Carr, ortaya çıkan yeni durumu, 1945 yılında yazdığı bir kitabında şöyle ifade etti: “ulusların sosyalize edilmesi ve sosyalizmin ulusallaştırılması”.(1)
Yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız şu günlerde ise, refah devletleri sarsıldıkça, bir yandan ulusal meşrulaştırma sarsılmakta diğer yandan da demokrasinin geleceği ile ilgili olarak yeni sorular ortaya atılmaktadır.
Ulusal meşrulaştırmanın sarsılmasının en açık belirtisi, artık vatandaşlarına olan yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini açıkça söyleyen ulus-devletin karşısına, ulustan daha dar (örneğin etnik meşrulaştırmaya dayalı) veya  ulustan daha geniş (örneğin dini ya da medeniyet bazında bir meşrulaştırmaya dayalı) yeni siyasal yapılanmaların birer alternatif olarak çıkartılmasıdır.
Demokrasinin geleceği ile ilgili sorular doğrudan doğruya küreselleşme biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Refah devletinin sarsılmasının en önemli nedenlerinden birisi, dünya ekonomisinin bütünleşmesi ve sermayenin akışkanlığının, ilerleyen haberleşme teknolojisinin de yardımıyla, artık devletler tarafından denetlenemez hale gelmiş olmasıdır. Nitekim, küreselleşme denince akla ilk gelen şey, ulusal devletlerin dünya ekonomisi karşısında göreli güçlerinin azalması olgusudur. Bu iyi bilinen noktayı böylece söyleyip geçebiliriz.
Fakat küreselleşmenin başka ilginç boyutları da vardır. Bizim konumuz açısından daha önemli ve doğrudan etkili olan boyut, global düzeydeki hukuki düzenlemelerdir. Bunlar şunları içerir: (a) Bir dizi uluslararası kuruluşlar ve rejimler (örneğin, ticaret rejimleri, taşımacılık rejimleri, vb.; yine çok iyi bildiğimiz IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar). (b) Güç blokları (örneğin, NATO, bir güç bloğu olarak, birey üye devletlerin bağımsız karar alma olanaklarını sınırlamaktadır). (c) Uluslararası hukukun egemen devletler arasındaki ilişkileri düzenlemekten çıkarak, devletlerin egemenliğini sınırlar biçimde, bireyleri veya grupları koruyabilir ya da onları sorumlu kılabilir hale gelmesi. İnsan hakları konusundaki düzenlemeler bunun en güzel bir örneğidir.(2)
Bu durum ilginç bir sonuca yol açmaktadır:
Ulus-devlet ya da onun öncülü olan mutlak monarşiler dönemindeki teritoryal devletin getirdiği siyasal yapılanmadan farklı olarak, Orta Çağ siyasal yapılanmalarında tek bir  iktidar odağı yok idi. İnsanlar çeşitli katlarda ifade bulan güç merkezlerine tabi olarak, birden çok kurallar dizisinin egemenliğinde ve bu egemenliklerin bir rekabet hatta bazen çelişkiler içinde olabileceği, çok merkezli, yani parçalanmış, iktidarlar altında yaşarlardı. Herkes aynı yasalara tabi değildi. Aynı insan farklı yasalara uymaya zorlanabilirdi.
Bu durum, 1648 yılında imzalanan ünlü Westphalia Antlaşması ile yerini teritoryal egemenlik ilkesine bıraktı. Avrupa’da feodalizmin yıkılmaya yüz tutması ile oluşmakta olan merkeziyetçi monarşiler bu anlaşma ile birbirlerinin toprak egemenliğini tanıdılar.
Aslında bu yolla sekülarizmin de önü açıldı. Artık dini aidiyet gibi unsurlar bahane edilerek bir devlet başka bir devletin egemen olduğu topraklarda yaşayan insanlar üzerinde hak iddia edemez hale gelmişti. Aynı şekilde, belli bir toprak parçasında yaşayan insanlar üzerinde egemenlik savında bulunan merkezi devlet de artık, dini aidiyetinden bağımsız olarak, herkesin devleti olmayı kabul etmiş oluyordu.
Ancak, yirminci yüzyılda, iki dünya savaşının ardından, Westphalia düzeni bir ölçüde değişmeye başladı: Artık bireylerin ya da grupların uluslararası hukuk çerçevesinde korunabileceği veya o hukuka tabi tutulabileceği ilkesi benimsenmeye başlandı. Uluslararası hukuk artık sadece diplomatik ve stratejik konularla değil, ekonomi ve çevre sağlığı gibi konularla da ilgilenmeye başladı.(3)
Böylece, Westphalia düzeni sarsılırken, bu kez adeta yeniden Orta Çağda olduğu gibi bir duruma dönülüyor: Çeşitli ulusal yasalar, çeşitli bölgesel anlaşmalar, çeşitli uluslararası yasalar, vs., ve bunların arasında hangisine tabi olduğu tam olarak belli olmayabilecek bireyler.(4)
Bu aslında demokrasi açısından ciddi bir sorun yaratabilir: Eğer demokrasi kurallarda eşitliği ve iktidarda sorumluluğu gerektiriyorsa ve eğer ulus-devlet artık tam olarak egemen değilse, sorumlu tutulacak iktidar kim olacaktır ve kuralların homojenliği kim tarafından nasıl sağlanacaktır?
Ulus-devletin egemenliğinin sarsılma biçimi dikkate alınırsa, akla şu iyimser çözüm gelebilir: Ulus-devlet düzeyinde artık korunamaz olan demokrasi, delki de global düzeyde kurulabilir. Diğer bir deyişle, ulus-devletler egemenlik savlarından vazgeçmek zorunda oldukları ölçüde demokrasilerini sürükleyemez olsalar bile, ya da daha somut olarak küreselleşme eğilimleri nedeniyle refah devletlerini destekleyemez olsalar bile, belki global düzeyde yeni bir komünite anlayışı ile demokrasi oluşturulabilir. Belki, örneğin, insan hakları konusunda ulus-devletlerin egemenliğinin sınırlanması, global düzeyde hayırlı bir sonuca yol açabilir.
Bu noktada, yani küreselleşme ile demokrasi ilişkisini ele aldığımızda, iki önemli tuzağa ya da potansiyel yanılgıya dikkat etmek gerekir: Bunlardan biri, liberalizm ile demokrasinin birbirine karıştırılması; diğeri de (çok-kültürlülük ile meşrulaştırılan) çok-hukuklu bir yapı ile demokrasinin birbirine karıştırılması.
Bu iki konuya sırasıyla bakabiliriz. Dikkat edilirse görüleceği gibi, bu konuların her ikisi de küreselleşme karşısında ortaya çıkan eğilimlerdir ve her ikisi de mevcut sosyo-ekonomik yapıların sorgulanmasından çok veri olarak alınmasını içerir.
Refah devletinin çöküşü, sınıf mücadelesinin yoğun olduğu yerlerde (veya zamanlarda) otoriter rejimler getirmiştir. Refah devletinin çöküp de sınıf mücadelesinin ideolojik yöntemlerle yumuşatıldığı durumlarda (örneğin, rekabetçi, bireyci ve köşeyi dönmeci düşüncelerin egemen olması halinde) refah devletinin çökmesi ile liberal-demokrasinin kurumları bağdaştırılabilmiştir. Bu gibi durumlarda demokrasinin katılımcılık ilkesi değil, liberalizmin bireycilik ilkesi egemen olmuştur.
Çok-hukuklu toplum önerisinin içerdiği en önemli sorun ise görececilik (yani relativizm) sorunudur. Kültürel çeşitliliğin korunması ve desteklenmesi bir katılım ilkesi olduğu ölçüde demokrasiye katkıda bulunduğu halde, hakların herkese eşit olarak verilmesi ve sorumlulukların da eşit olarak paylaşılması gerekir. Bu da evrensel bir takım kuralların varlığını zorunlu kılar. Oysa çok-hukukluluk tam da bu evrenselliği yadsıyan bir öneridir.
Burada dikkatli olmak gerekir. Çeşitli toplumsal grupların  grup hakları için mücadele etmelerinin temelinde, o gruba mensup bireylerin ayrımcılığa uğramış olması yatar. Bireyler birey olarak değil, o gruba ait olmalarından ötürü bir takım eşitsiz muameleye maruz kalmaktadırlar. Bunun çözümü, gruplara göre farklı hakların tanımlanması değil, herkesin birey olarak aynı haklara ve olanaklara sahip olmasını sağlamaktan geçer. Bu, devletin, ezilen gruplar lehine müdahale etmesini de içerebilir. Örneğin, en belirgin biçimiyle ABD’de işlerlik kazanmış olan, kadınları ve azınlıkları korumaya yönelik uygulamalar, demokratik toplum mantığına aykırı değildir. Bu tür uygulamalar, sosyal refah devletinin işsizleri, fakirleri korumasına koşuttur.
Çok-hukuklu sistem önerisi ise, hakları bireyler bazında eşitlemeyi değil, gruplar arasında inançlarına ya da kültürlerine göre farklılaştırmayı amaçlar. Bunun geçekleştirilmesi pratik olarak olanaklı olsa bile, yani bir dizi pratik soru, örneğin, kültürlerin gereklerini kim nasıl tanımlayacak, bu kültürler hiç değişmeyecek mi, belli bir inançta olan insan bu inancını değiştiremeyecek mi gibi soruların hepsi çözülüp de sistem işlerliğe kavuşturulsa bile, ortak yaşamanın içerdiği temel bir sorun çözülemeyecektir: Bir grubun kültürel inançları ve yaşam tarzı, o gruptan veya başka bir gruptan olan bir bireyin haklarına aykırı ise, çözüm ne olacaktır? Kültürler tercihler mi baskın çıkacaktır yoksa bireyin hakları mı? Bu çok hayali bir soru değildir. Geleneksek kültürler insanlar arası eşitsizliği öngörmeye genellikle yatkındır ve örneğin ataerkil ilişkileri savunan bir kültür bireysel kadının haklarını görmezlikten rahatlıkla gelebilir.
Kaldı ki, kültürel çeşitliliğin çok-hukukluluk biçiminde düzenlenmesi, demokratik bir karar mekanizmasının kurulması anlamına hiç gelmez. Demokrasi, bu çeşitliliğin ortak bir paydada buluşmasının yollarını aramayı içerir. Çok-hukukluluk ise her grubun kendi yolunda gitmesini öngörür. Çok-hukukluluk ile demokrasi aynı şey hiç değildir. (5)
Son olarak şu noktaya değinilebilir: Bu tür çok-hukuklu yapının sekülarizm ilkesine de uygun olduğu öne sürülmektedir. Bu görüşe göre, eğer toplumdaki çeşitli gruplar farklı dinlere aitlerse, devlet de seküler olmak için her grubun kendi inançlarına göre yaşamasını sağlamakla yükümlü olmalıdır.
Bu, geçersiz bir argümandır. Siyasal sekülarizm, devletin hukuki temelinin hiçbir dini inançtan kaynaklanmaması anlamına gelir. Seküler ve demokratik bir devlet, vatandaşlarının yalnızca kamusal yaşamını düzenlemekle yükümlü olup onların özel yaşamlarına karışma hakkına sahip olmaması gerekir. Böylece bireysel vatandaşlar, özel yaşamlarında kendi inandıkları dine uygun ibadetlerini yerine getirmekte özgür olacaklardır ve bu alana devlet karışamayacaktır. Buna karşılık aynı vatandaşlar başka vatandaşlarla olan ilişkilerinde, kendilerinin ve diğer kişilerin dini inançları ne olursa olsun, eşit haklara ve yükümlülüklere sahip olacaklardır. Bunu güvence altına almanın tek yolu, devletin dini inançların dışındaki bir alanı işgal etmesi ve vatandaşların her birinin (kendi inançlarına göre farklı yasalara değil de) tıpatıp aynı yasalara tabi olmasıdır.
Bu tür bir sekülarizm ilkesi kutsal bir inanç öğesi değil basit bir siyasal örgütlenme biçimidir.

Notlar:

1. E. H. Carr, Nationalism and After, London: 1945.
2. David Held, “Democracy, the Nation-State and the Global System”, David Held (der.), Political Theory Today, Stanford University Press, 1991.
3.David Held, “Democracy: From City-States to a Cosmopolitan Order?”, David Held (der.), Prospects for Democracy, Stanford University Press, 1993.
4.  David Held, “Democracy, the Nation-State and the Global System”,…, s. 223.
5. Haldun Gülalp, “Demokrasinin İslamcı Eleştirisi ve Postmodernist Çoğulculuk”, Sosyal Demokrat Değişim, no.5.

 Kaynak: http://www.stratejik.yildiz.edu.tr