Dr. Necmi Dayday / UAEA Nükleer Güvenlik Dairesi Emekli Uzman Müfettişi

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Yasası, barış dönemini gerçekleştirmek üzere, barışı sürekli kılma mekanizmaları olarak algılanan, geniş kapsamlı temeller atmış ve önlemler dizisi ortaya koymuştu.10 şubat 1947 tarihli Barış Antlaşmaları, İtalya, Bulgaristan, Finlandiya, Macaristan ile Romanya’nın nükleer silah sahibi olmalarını, bu silahları yapmalarını veya denemelerini yasaklıyordu.

Nükleer silahlar ve ulusların güvenliği

29 ekim 1954’de yapılan Paris Antlaşması’nın III Sayılı Protokol’ünün II. Eki gereğince Federal Almanya nükleer, kimyasal ve biolojik silah yapmamayı üstleniyordu. Almanya’nın bu tek taraflı yüklenişi, İngiltere, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Belçika’ya verilmiş ve bu devletler Federal Almanya’nın bu yükümlülüğünü kayıt ve kabul ettiklerini bildirmişlerdi (ABD ve Rusya’nın bu devletler arasında olmaması ilginçtir). Benzer şekilde, 15 Mayıs 1955 tarihli, Avusturya’nın işgaline son veren, Avusturya Devlet Antlaşması da nükleer silahlarla birlikte, kimyasal ve biolojik silah yapmamayı üstleniyordu. Japonya’ya gelince; Japon Anayasası nükleer silah sahibi olmayı yasaklamaktadır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok sayıda nükleer bomba denemeleri yapılmıştı. Bu denemeler sonucuda yayılan radyoaktif bulutlar tüm dünyada korku yaratmıştı. 1954 yılında Pasifik Okyanusu’nda ABD’nin yaptığı denemelerin sebep olduğu radyoaktif serpintiler Japon denizcilerinin, gemilerinin ve balıkların zehirlenmelerine yol açmıştı. Bu olay büyük tepki yarattı. Hindistan Başbakanı  Nehru, Japon Meclisi ve Bağlantısız Ülkeler’in düzenlediği Bandung Konferansı denemeleri şiddetle kınadılar. Bunu takiben, 1955’te Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler’ce hertürlü nükleer silah denemesinin yasaklanmasını istedi. Bu öneri reddedildi. 23 temmuz 1956’da İngiltere Başbakanı Antony Eden, Avam Kamarası’nda, denemelerin sınırlandırılması sorununu, genel silahsızlanma ve silahsızlanmanın denetimi konusundan ayrı olarak incelemeye hazır olduğunu açıkladı. ABD’de, Başkan Yardımcısı Senatör Humphrey, denemelerin yasaklanmasının silahsızlanmadan ayrı olarak ele alınmasını önerdi. Böylece, sorunların toptan çözümü yerine, parça parça çözümüne çalışılması yönünde, halen aynı şekilde devam eden adımlar atıldı.

Uluslararsı alanda atılmış önemli adımların ilki, 1 aralık 1959’da imzalanan ve 1961’de yürürlüğe giren Antartika Antlaşması’dır. Bu Antlaşma sınırlı sayıda ülkeyi ilgilendirmekle beraber Antartika’yı uluslararası bir  bölge haline getiriyor ve her türlü nükleer patlamayı ve radyoaktif artık atımını yasaklıyordu. Bu antlaşma Batı ve Doğu Bloku’nun birlikte katıldıklara ilk silahsızlanma antlaşma olma özelliğini taşır.  

5 ağustos 1963 Moskova Antlaşması ile atmosferde, uzayda ve su altında nükleer denemelerin yapılması yasaklandı. Bu Antlaşma’nın iki ana hedefi vardı:

– Atmosferde yapılmış olan çok sayıdaki denemelerin yarattığı radyoaktif kirliliği sınırlandırmak;
– Nükleer silah yapmaya çalışacak olan ülkelerin çalışmalarını, daha kolay deneme yolu olan bu deneme şeklini yasaklayarak zorlaştırmak.

Bu ikinci sebepten dolayı, 1960’dan beri nükleer silah yapma yolunda ilerleyen Fransa ile Çin bu antlaşmaya karşı çıkarak imzalamadılar.

Afrika’da nükleer silahların bulundurulmasını ve yayılmasını yasaklayan bir bildirge  Kıta ülkeleri tarafından 1964 yılında yayınlanmıştı. Buna rağmen Güney Afrika, daha sonra uluslararası baskı sonucu tamamen sökülerek ortadan kaldırılan, nükleer bombalar yaparak Kalahari çölünde denedi.

1950’den itibaren uluslarası ticaretin, özellikle de nükleer malzeme ticaretinin ve nükleer yakıt sanayisinin bölgesel ölçeklerde gelişmesi arttıkça, ülkeler nükleer enerjinin barışcıl amaçlardan askeri amaçlara saptırılmasını önlemeye yönelik İkili, Çok Taraflı ve bölgesel Alanda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi şeklinde antlaşmalar yapıldı. Ancak kısa bir zaman sonra, bu antlaşmalara uyumlu hareket edilip edilmediğini kontrol etmek üzere, ilgili tarafların isteği ile, nükleer madde ve malzemelerin uluslararası ticareti ve ulusal nükleer sanayinin denetimini yapacak olan bir uluslararası sistemin gerekli olduğu anlaşıldı.

Bu sistemin ana örgütü olan Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA), Birleşmiş Milletler’in özerk bir alt kuruluşu olarak, 1957 yılında kuruldu. UAEA’nın misyonu, Ajans Tüzüğü’nün II. Maddesi’ne göre, “Atom enerjisinin dünya barışına, sağlığa ve refaha katkısını hızlandırmak ve artırmaktır. Bunu yaparken Ajans, olabildiğince, kendisi tarafından veya isteği üzerine veya kendi idaresi veya denetimi altında yapılan yardımın askeri amaçla kullanılmamasını sağlayacaktır.” Tüzüğün III. Maddesi’nin A5 bendi, aşağıdaki amaçlara yönelik bir Nükleer Güvenlik Denetimleri Sistemi kurarak uygulamasını amirdir:
– Madde II’de kayıtlı görevi yerine getirmek,
– Tarafların isteği üzerine ikili veya çok taraflı anlaşmalarda öngörülen güvenlik denetimlerini uygulamak,
– Bir devletin isteği üzerine, bu devletin nükleer enerji alanındaki herhangi bir çalışmasına güvenlik kontrolu uygulamak.

1965 yılında yalnızca ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin’nin nükleer silahları vardı. Bu sayının artmaması için bu beş ülke büyük gayret sarfediyorlardı. Aynı yıl “Güvenlik Denetimleri” konusunda önemli bir adım atıldı. O zamana kadar yalnızca reaktörler için uygulanan eski denetim sistemi yerine daha kapsamlı bir sistemin getirilmesi yönünde çalışmalar başlatıldı. Bunun sonucunda, 1966 ve 1968 yıllarında daha da genişletilen bir sistem kuruldu. Bu yeni güvenlik denetim sisteminin öğeleri Ajans’ın INFCIRC/66/Rev.2 kod adı ile anılan belgesinde ortaya konduğundan, bu tip denetimler kısaca “66 tipi denetimler” diye adlandırılır. Bu tip denetim anlaşmaları altında yapılan denetimler yalnızca bir ülkenin aldığı tesise, malzemelere ve cihazlara uygulanabilmektedir. Ülke içinde önceden var olan veya kendileri tarafından dış yardım almaksızın geliştirilen tesisleri vb. kapsamaz. Bu tip anlaşmalar çerçevesinde yapılan güvenlik denetimlerine tâbi başlıca ülkeler Hindistan, Pakistan ve İsrail’dir. Bu ülkeler daha sonraki yıllarda yürürlüğe girmiş olan çok daha geniş kapsamlı Antlaşma ve anlaşmaları da imzalamamışlardır.

Bu durumda Hindistan, Pakistan ve İsrail için, uluslararası hukuk açısından herhangi bir yaptırım uygulanması söz konusu olmamaktadır. Hatta aksine, burada da Batı’nın çifte standardı uygulanmış, İsrail’in nükleer silah üretebilmesi için, basılı yayınlara ve  söylentilere göre, NPT’ye karşın Fransa ile Güney Afrika bu ülkeye yardım etmişler ve hatta Fransa, ilk atom bombasının Mururoa Atöl’ünde denenmesi için izin ve somut destek vermiştir. Buna karşılık Pakistan, yaklaşık 30 yıldır açıklanmamış etkin bir amborgo altında tutulurken Hindistan’a hiçbir yaptırım uygulanmamıştır!
 
“Nükleer SilahlarınYayılmasını Önleme Antlaşması” ya da NPT (İngilizce adı olan Nuclear Non-Proliferation Treaty’den kısaltılma), üç yıl süren müzakerelerden sonra, 1 Temmuz 1968’de imzaya açıldı.ve aynı gün ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ile İran dahil, elli ülke tarafından imzalandı. Antlaşma, 5 Mart 1970’te, aralarında bu üç Nükleer Devlet’in de bulunduğu, kırk ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi.

Bu Antlaşma hükümlerine göre devletler, Nükleer Silah Sahibi Ülkeler ve Nükleer Silah Sahibi Olmayan Ülkeler olarak iki gruba ayrıldı. “Nükleer Ülke” statüsünde olan ülke sayısı da böylece 5 ülke ile sınırlandırılmış oldu. Bu Antlaşma uyarınca;
1) Nükleer Ülkeler, nükleer silahları ve nükleer patlayıcıları ya da bunların teknolojilerini bunlara sahip olmayan ülkelere vermeyeceğini,  
2) Bu silahlara sahip olmayan ülkelerin ise, nükleer silah ve diğer nükleer patlayıcıları üretmeyeceğini,
3) Bu yükümlülüklere uyumun kontrol ve denetiminin de nükleer silahlara sahip olmayan herbir devlet ile UAEA arasında imzalanacak olan “Nükleer Güvenlik Denetim Anlaşması” aracılığıyla UAEA tarafından yürütüleceğini hükme bağlamaktadır.

Ayrıca Antlaşma’nın VI. maddesinin 1. fıkrası; “Bu Antlaşma’nın hiç bir hükmü, ayırım gözetmeksizin ve bu Antlaşma’nın I. ve II. maddelerine uygun olarak, Antlaşma’ya taraf olan bütün devletlerin, barışçı amaçlara yönelik nükleer araştırmalar yapmasını, nükleer enerji üretiminin ve kullanılmasının geliştirilmesi ile ilgili vaz geçilmez ve devredilmez haklarını zedeleyecek şekilde yorumlanamaz” olduğunu da hükme bağlarken, 2. fıkrası; “Bu Antlaşma’ya taraf bütün devletler, nükleer enerjinin barışçı amaçlarla kullanılmasını sağlayacak donatım ve gereçlerle, bilimsel ve teknolojik bilgilerin mümkün olan en geniş ölçüde verilmesini kolaylaştırmayı üstlenirler ve bu sürece katılma hakkına sahiptirler. Böyle haraket etme durumunda olan antlaşmaya taraf devletler, dünyanın kalkınmakta olan bölgelerinin ihtiyaçlarını gereği gibi gözönünde tutarak, özellikle işbu antlaşmaya taraf nükleer silahlara sahip olmayan ülkelerde, nükleer enerjinin barışçı amaçlarla uygulanmasının daha da geliştirilmesine tek başlarına veya diğer devletlerle veya uluslararası örgütlerle birlikte katkıda bulunmak üzere işbirliği de yapacaklardır” şeklindedir.

Antlaşma’nın X. maddesine göre; “Taraflardan her biri, Antlaşmanın konusuna giren olağanüstü olayların ülkesinin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürdüğüne karar verirse, ulusal egemenliğini kullanarak Antlaşmadan çekilme hakkına sahiptir. Bu takdirde Antlaşma’nın bütün taraflarına ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne çekilme kararı hakkında üç ay önceden ihbarda bulunacaktır. Söz konusu ihbar, “Taraf Devlet”in yüksek çıkarlarını tehlikeye sokmuş saydığı olağanüstü olaylar hakkında bir açıklamayı kapsamalıdır” der.

Bu Antlaşma ile beş Nükleer Ülke dışındaki ülkeler, nükleer gücün askeri amaçlı kullanımlarından vazgeçmektedirler. Buna karşılık bu beş ülke nükleer silahları, bunları tamamen ortadan kaldırmak hedefini gözeterek, azaltmak üzere müzakereler yapmayı yüklenmektedirler! NPT’deki bu eşitsizlik ve dengesizlik çok eleştirilmiş ve “bu eşitsizliğe karşı, nükleer güç olmaktan gönüllü olarak vazgeçen ülkelerin kazancı ne olacaktır?” sorusu sorulmuştur. Hatta Hindistan, dünyadaki dengenin, nükleer silaha sahip olmanın bu beş ülkeye verdiği özel statünün ortadan kaldırılmasıyla sağlanabi-leceğini de öne sürmüştür. Gerçekten de, nükleer olmayan bir ülke Antlaşma’yı onaylamakla, askeri ve dış politikalarını etkileyecek çok önemli bir adım atarken, Nükleer Devletler hiç bir yeni yükümlülük altına girmemişlerdir. Zaten bu devletlerin hiçbirinin, nükleer olmayanlara nükleer silah devretmeye niyetleri hiçbir zaman olmamıştı ve olmayacaktı. Bu devletler açısından NPT, statükonun dondurulmasını sağlayan bir araç olmuştur.

NPT, bir  nükleer ülkenin diğer ülkelerin topraklarında, karasularında ve hava sahalarında nükleer silahlar ve nükleer patlayıcılar bulundurmasını yasaklamamaktadır. Bu sebepledir ki, başta ABD ve Rusya olmak üzere, bu ülkeler başka ülkelerdeki askeri üslerinde nükleer bombalar bulundurabilmektedirler.

Nükleer maddeler, malzemeler ve teçhizatların temininde zorluklar

NPT’yi imzalayarak nükleer silah sahibi olmayacağını ilan eden, Nükleer Olmayan Devletler’den özellikle gelişmekte olanları, Antlaşma’nın IV. maddesinin sağladığı hakların elde edilmesine karşı çeşitli engellerin çıkartılmasını, UAEA’nın çeşitli platformlarında sürekli olarak dile getirmişlerdir. Örneğin, Ajans’ın Teknik Yardım Bütçesi’nin “Gönüllü Katkılar” yoluyla oluşmasına karşılık Güvenlik Bütçesi’nin    “Düzenli Bütçe” olarak yapılmasına itiraz ediyorlar ve bu durumun UEA’nın Statü’sünde belirtilen görevlerini dengeli ve tarafsız bir şekilde yapamıyacağını ileri sürüyorlardı. Bunda haksız da değildiler. Zira, gelişmiş ülkeler gönüllü katkılarını artırarak veya kısarak istedikleri kontrolu sağlama imkanına sahiptiler.

1974 yılında Hindistan’nın ilk nükleer denemesini yapmasının yarattığı şokun ardından UAEA’ya üye ülkeler, nükleer yekıt çevriminin, zenginleştirme, yeniden işleme   (özellikle plutonyum ve %20’den fazla zenginlikteki uranyumun ayrıştırılması işlemi) tesisleri, plutonyum ve uranyum depoları gibi hassas tesislerinin bir ülke tarfından kurulması yerine bölgesel, çok taraflı ve uluslararası olarak kurulması yönünde çeşitli öneriler getirdiler. Önerilerin maksadı bir yandan NPT’nin amacı olan nükleer silahların yayılmasını önlemek, öte yandan ülkelerin nükleer enerjiyi barışçı amaçlar için elde etmelerini sağlamaktı.

Bunun üzerine Gelişmekta Olan Ülkeler’in ve nükleer ticaretin gelişmesinden kazanç sağlayacak Gelişmiş Ülkeler’in istekleri doğrultusunda 70’li ve 80’li yıllarda, özellikle Ajans tarfından pek çok girişimde bulunuldu. Bu girişimlerin başlıcaları şunlardır:
• Bölgesel Yakıt Çevrimi Merkezleri adlı UAEA çalışması (1975-1977 ),
• Uluslararası Nükleer Yakıt Çevrimi Değerlendirme Programı ( INFCE, 1977-1980 ) konferansı,
• Uluslararsı Plutonyum Depolama Uzman Grubu’nun  (IPS, 1978-1982) oluşturulması,
• UAEA Arz Güvencesi Komitesi (CAS, 1980-1987).
Bütün bu kapsamlı konferanslardan, çalışmalardan tarafları tatmin eden bir sonuç alınamadı. Kısacası, Nükleer Devletler başta olmak üzere Gelişmiş Ülkeler, nükleer maddeler, malzemeler ve techizatların güvenilir ve ekonomik arzı konusunda, Gelişmekte Olan Ülkeler’in, NPT’nin IV. maddesine dayanarak, istedikleri güvenceleri vermediler. Hatta aksine “hassas” olarak nitelendirdikleri maddeler, malzemeler, techizat ve bilgiler üzerine “İhracat Kısıtlamaları” getirdiler. İran gibi Türkiye de bu kısıtlamalardan etkilenen ülkeler arsındadır.

El Baredei, 2003 yılında “Çoktaraflı Nükleer Yöntemler” (NAM, Multilateral Nuclear Approches ) kavramını yeniden canlandırmak fikrini ortaya attı ve Haziran 2004’de de nükleer yakıt çevrimi ile ilgili uygulanabilir çoktaraflı yöntemler konusunu inceleyecek bir Uluslararası Uzmanlar Grubu’nu oluşturdu. Bu grup ilk raporunu Şubat 2005’te genel direktöre verdi. Bu raporda, yakıt çevriminin en yüksek hassasiyetteki bölümleriyle ilgili  uygulanabilme olasıllığı olan şeçenekler ortaya konmaktadır. Ancak bu seçeneklerin uluslararası toplantılarda görüşülerek  kabul görmesi ve atnlaşmalar haline getirilmesi veya anlaşmalara eklenmesi daha çok zaman alacaktır.

NPT Güvenlik Denetimleri 

Antlaşmayı imzalayan bir devletin UAEA ile bir “Güvenlik Denetim Anlaşması” imzalayarak güvenlik denetimlerinin uygulanmasına rıza göstermesi gerekir. Böyle bir anlaşmanın yapısı ve içeriği, Ajans’ın Guvernörler Meclisi’nce onaylanmış INFCIRC/153 (Corr.) kod adıyla anılan belgesinde ortaya konulan modele uygun olmak zorundadır.

Bu anlaşmayı imzalayan her devlet:

1. Kendi yargı alanı içinde sahip olduğu nükleer tesislerdeki nükleer maddelerin envanterini (yâni bunların miktarını ve bu miktarlardaki azalma ve artışları) ve bulundukları yerleri eksiksiz olarak UAEA’ya bildirmekle;
2. UAEA’nın bu konuda görevlendirdiği “Nükleer Tesisler Müfettişleri’nin” buralara serbestçe girip gerekli izlemeleri ve denetimleri düzenli aralıklarla yapmalarını sağlamakla yükümlü kılınmaktadır.

Anlaşmaya taraf olan bir devlet, nükleer madde envanterinin muhasebesini ve denetimini, kendi ulusal denetim düzenini kurarak, yapmakla yükümlüdür. Ajans bu ulusal denetim sisteminin verilerini denetleyerek, bildirimlerin doğru olup olmadığını saptamaya çalışır. Devletlerin sahip oldukları plutonyum, toryum, uranyum gibi nükleer maddelerle ilgili bildirimlerinin UAEA müfettişlerince doğrulanması, söz konusu devletin NPT’nin bağlayıcı hükümlerini çiğnememekte olduğunun yegane kanıtıdır. 

NPT çerçevesinde yapılan denetimlerde Ajans, nükleer tesislerin kendisi ve işletmesi ile doğrudan ilgilenemez. Yalnızca nükleer madde envanteri, ihracatı, ithalatı ve transferi gibi envanter değişimleri ile ilgilenir. Sistemin, tesislerle ilgili bu zayıf yönlerini kuvvetlendirmek üzere sürekli uluslararası çalışmalar yapılmaktadır. Denetim kontrollerini güçlendirici önlemleri içeren UAEA belgeleri, UAEA Guvernörler Meclisi tarafından 1992,1995 ve 1997 yıllarında onaylanarak yürürlüğe girdi. Buna göre INFCIRC/ 153 (corr.) tipi bir anlaşma imzalamış olan her bir devletin, INFCIRC/540 (corr.) kodlu belgede ortaya konan “Model Ek Protokol”ünü de imzalaması istenmektedir. UAEA, bu protokolü imzalayan ve onaylayan bir ülkede, INFCIRC/153 tipindeki bir anlaşma çerçevesinde hukuken yapmasına olanak olmayan, ek denetimleri yapmaya ve önlemleri almaya hukuken hak kazanmıştır. Bu protokole göre bir ülkedeki tüm nükleer tesislerin, nükleer maddelerin varlığından bağımsız olarak, UAEA’ya bildirilerek denetime açılması gerekmektedir. Böylece, Ek Protokol’a göre bir ülkede yapılan denetimler, o ülkenin bildirimini yaptığı nükleer maddelerinin barışcı maksatlardan saptırılmadığını göstermekle kalmayıp, beyan edilmemiş nükleer maddelerin, tesisilerin ve hatta çalışmaların var olmadığına dair göstergelerin varlığını da ortaya koymalıdır. Yâni, kısacası ülkenin niyetleri hakkında da kesin yargılara ulaşılabilmelidır! Bu yaklaşımın “önleyici darbe” (preventive strike) kavramıyla olan yakınlığı dikkat çekicidir. Protokol’un belirsizlik taşıyan denetim öğelerini içermesi, bir ülkenin politik amaçlara yönelik suçlamalara uğramasını kolaylaştırdığı gibi, suçlanan ülkenin, suçlamaların yersiz ve haksız olduğunu ispat etmesi gibi, teknik olarak hemen hemen imkansız ve de hukukta yeri olmayan, bir durum yaratmaktadır.

Ajans, denetimler sonucu olası uyumsuzluklar olduğu kanısında olduğu zaman:
1.İlgili ülkenin üyelik haklarının askıya alınması,
2.Yapılan Ajans yardımlarının kesilmesi,
3.Anlaşmalara uymayan durumların ayrıntılarının UAEA’nın üye ülkelerine, BM Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’una bildirilmesi

yönünde kararlar alabilir. Bu şekilde uyarılan uluslararası topluluk ilgili ülkeyi hizaya getirmek üzere, Irak örneğinde olduğu gibi, ülkenin yıkımına dahi yol açan cezalandırma usullerine başvurabilir.

NPT ile INFCIRC/153 (Corr.) tipi geniş kapsamlı Nükleer Güvenlik Anlaşmaları’nı imzalamamış olan Hindistan, İsrail ve Pakistan için ise, uluslararası hukuk açısından herhangi bir yaptırım uygulayacak bir merci yoktur! Üstüne üstlük burada da Batı’nın çifte standardı işletilmiştir. İsrail’in nükleer silah yapabilmesi için, söylentilere göre, NPT’ye rağmen Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti bu ülkeye yardım ettikleri gibi Fransa ilk atom bombasının Fransa’nın Pasifik Okyanusu’ndaki nükleer deneme alanı olan Mururoa Atolü’nde denemesine izin ve maddi destek vermiştir. Buna karşılık Pakistan, yaklaşık otuz yıldır, açıklanmamış, ama etkin bir ambargo altında tutulmuştur. Hindistan’a ise, hiçbir yaptırım uygulanmamıştır. Bu arada nükleer bomba yaparak Kalahari çölünde denemiş olan Güney Afrika Cumhuriyeti ise, uluslararası baskılar sonucu 90’lı yıllarda bomba üretiminden vazgeçmiş ve durumu UAEA tarafından denetlenerek “olumlu” rapor verilmiştir.

Iran’ nın nükleer enerji programının dünü ve bugünü

İran, 1959 yılında Tahran Üniversitesi Atom Merkezi’nin kurulması ve bir Amerikan firması olan AMF (American Machine and Foundry) tarafından inşa edilen, %93 zenginlikte uranyum yakıtlı, 5 MW (Megawat) gücündeki bir araştırma reaktörü ile nükleer alanda çalışmalara başladı. Aynı tip araştırma reaktörleri Türkiye, Pakistan ve Yunanistan dahil 28 ülkede yine aynı firma tarafından hemen hemen aynı yıllarda inşa edildi.

İran Atom Enerji Organizasyonu (IAEO) 1974 yılında Şah’ın emriyle kuruldu. Atom Merkezi ve araştırma reaktörü IAEO bünyesine alınarak adı Nükleer Araştırma Merkezi olarak değiştirildi. IAEO, nükleer santralların ve gerekli bütün destekleyici tesislerin (tüm yakıt çevrimi tesislerinin) planlanması ve gerçekleştirilmesi konusunda tek yetkili merci olarak görevlendirildi.

Yapılan planlamada toplam gücü 23 000 MW(e) (megawatelektrik) olan nükleer santralın yapımı öngörülmüş idi. Planlanan reaktörlere nükleer yakıt sağlamak üzere 1974’de ABD, 1976’da Almanya ve 1977’de Fransa ile, uzatılma vaadi de taşıyan, onar yıllık yakıt temini anlaşmaları yapıldı. O yıllarda İran’nın, uranyum zenginleştirme tesisilerinin yapımı dahil, tüm yakıt çevrimi tesisleri için açmış olduğu ön ihalelere ve ihalelere katılmakta nükleer alanda ileri tüm Batı Ülkeler’nin birbirleri ile yarış halinde  
olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Yine o yıllarda Batı’nın, bugün olduğunun aksine, İran’nın, petrol ve tabii gaz varlığına rağmen, nükleer enerjiye geçmek istemesini sorun yapmamış olması da dikkat çekicidir.

!975 yılında, Şah Fransa’da Tricastin’de yapılmakta olan EURODİF uranyum zenginleştirme tesisinde %10’luk bir hisse satın aldığı gibi, tesisin zenginleştirilmiş uranyum üretiminden kota satın almayı da taahhüt etti. Bunlara ek olarak da tesisin yapımına bir milyar dolarlık bir yardımda bulundu. Iran 1977 yılında 180 milyon dolar daha ödedi. Bütün bunlara rağmen Iran’nın bu tesisten, özellikle tıbbi izotoplar üretiminde kullanılan araştırma reaktörünün ihtiyacı olan, zenginleştirilmiş uranyumu  alamaması dikkat çekicidir. İran 1979 devrimi sonrası  bu paraları faizi ile beraber geri istediyse de, ancak 1991 yılında 1,6 milyar dolar alabilmiştir.

Yapılan planlamaya uygun olarak, herbiri 1 200 MW(e) gücünde olan PWR (Pressurised Water Reactor –Basınclı Hafif Su Reaktörü) tipi iki nükleer santralın Alman firması Siemens’in bir alt firması olan  KWU ( Kraft Werk Union ) tarafından yapımına, yetmişli yılların ortasında, İran Körfezi kıyısında Irak’a yakın bir yerde olan, Buşehr’de başlanıldı. Ayrıca aynı dönemde 900 MW(e) gücünde bir nükleer santralın Bederabbas’ta yapılması için Fransa ile anlaşma yapıldı. Yine aynı dönemde, bir Belçika firması tarfından, Karj’da Nükleer Tıp Merkezi inşa edilmiştir.

1979’da gerçekleşen Humeyni Devrimi, İran’daki nükleer çalışmaları ciddi bir şekilde etkilemiştir. Hümeyni rejimi, Şah’ın nükleer programını israf olarak değerlendirdiği gibi nükleer çalışmaların din açısından da sakıncalı olduğu gerekçesiyle bu çalışmaları durdurmuştur. Devrim sonrası, alt yapı ve  santral binalarının yapımının ileri bir safhasına gelinmiş olmasına karşın, Buşehr santralının yapımı durduruldu. İran’da nükleer çalışmaların durdurulmasının en önemli sebeplerinden biri de 1980-1988 Irak-İran Savaşı olmuştur. Savaş sonuna kadar geçen zaman boyunca da önemli bir çalışma yapılmadı. Savaş sırasında bombardıman sonucu binalarda büyük hasar meydana gelmişti.

Bu dönemde, İran’daki rejimin ABD ve Batı karşıtı olması bahanesiyle, nükleer konudaki bütün anlaşmalar Batılılar tarafından, tek taraflı olarak iptal edilmiştir.
Bu da Batı’nın, kendisini kuvvetli gördüğü an, yaptığı anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirmekten caymasının ne kadar kolay olduğunun bir örneğidir.

İran, 1990 başlarında Çin ile 300 MW(e) gücünde PWR tipi, Çin’nin Qinshan’da inşa ettiği santralın benzeri iki reaktörün alımı için bir anlaşma yaptıysa da ABD’nin Çin’e yaptığı baskılar sonucu bu anlaşma hayata geçirilemedi.

22 ocak 1989’da İran ve Rusya arasında teknolojik, ticari, ekonomik ve bilimsel alanda işbirliği antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın devamı olarak  24 Ağustos 1992’de İran ve Rusya arasında, nükleer enerjinin barışçıl uygulamaları alanında yapılan İşbirliği Antlaşması’ndan bir gün sonra  İran’da “Nükleer Enerji Santralları Yapımı” ile ilgili bir anlaşma da imzalandı. 1994 yılında IAEO ile Rusya Federasyonu Atom Enerji Bakanlığı (MINATOM) arasında, Buşehr nükleer santralının birinci ünitesinin, Rus yapısı WWER-1000 tipi 1000 MW(e) gücündeki bir Basınçlı Hafif Su reaktörü ile tamamlanması için gerekli çalışmaların kapsamı üzerinde bir anlaşmaya varıldı ve bunu takiben 1995’te  sözleşme imzalandı. Nükleer santralın, daha önceki yıllarda hazırlanmış olan alt yapısının olabildiğince kullanılarak tamamlanması planlandı. 2006 yılında devreye girmesi öngörülen reaktörün fiatı yaklaşık 900 milyon dolardır. Bu reaktörün 90 tonluk, yaklaşık %1.8 ile %2.4 oranında zenginleştirilmiş uranyum içeren 180 yakıt elemanından oluşan ilk yakıt yüklemesi de Rusya tarafından karşılanmaktadır. ** Bununla ilgili anlaşma da 27 subat 2005’te imzalandı. Sözkonusu anlaşmaya göre, reaktörden çıkacak kullanılmış yakıt elemanları Rusya’ya geri gönderilecektir. Bu durumda İran’nın, NPT’den doğan yükümlülüklerini gözardı etse bile, bu yakıtlarda üreyen plütonyumu kullanarak nükleer bomba yapma girişiminde bulunaması hemen hemen imkansızdır.

Öte yandan İran, bu reaktörün ve yapımın, planlandıkları yakıt ihtiyacını karşılamak üzere Isfahan’a 150 ve Kaşan’a 40 km uzaklıkta olan Natanz’da bir uranyum zenginleştirme tesisi kurmaktadır. Bu tesisin yılda 250 ton, ortalama %2.3 zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesi olacağı sanılmaktadır. Uranyum zenginleştirme konusunda ABD’nin kapasitesi 18700, Rusya’nınki 15000, Fransa’nınki 10800  ve Hollanda’nınki 2200 MTSWU/a***olup, İngiltere, Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, Güney Kore, İsrail, Arjantin ve Brezilya’nın daha küçük kapasitelerde uranyum zenginleştirme tesisleri vardır. Avusturalya böyle bir tesis kurmayı planlamaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti ise, bu tesislerini, nükleer silah yapım programının ortadan kaldırılmasına bağlı olarak kapatmıştır.

İran’nın elektrik üretimine dönük yaptığı çalışmaların yanı sıra, Arak’ta kurulacak olan, Tabii Uranyum Yakıtlı  Ağır Sulu bir Araştırma Reaktörü  olan ve 2014 yılında  işletmeye açılması öngörülen  IR-40’reaktörünün temel tasarım çalışmaları 2002 yılında tamamlandı. Yine Arak’ta bir Ağır Su Üretim Tesisi kuran İran, 2004 yılı sonunda ağır su üreteceğini açıklamıştır. INFCRC/153 (corr.) çerçevesinde ağır su güvenlik denetimine tâbi değilse de Ek Protokol altında denetime tâbidir.

Petrol zengini olan İran nükleer santrallara neden ilgi duyuyor?

Yukarıda değinildiği üzere İran nükleer enerji konusundaki çalışmalarına Şah döneminde başlamıştı. 1974 yılında, petrolün çok uzun olmayan bir süre sonunda tükenecek bir kaynak olduğunun bilincine varılması üzerine, Fransa ile nükleer sahada işbirliği için
anlaşmalar yapıldı. Ayrıca ABD’nin İngiltere ile de benzer işbirliği girişimleri vardı. Örneğin, İranlı mühendis ve bilim adamlarının nükleer mühendislik sahasında yetiştirilmesi için Şah’ın, MIT’nin ( Masssachusets Instıtute of Technology ) Nükleer Mühendislik bölümüne yaklaşık 50 milyon dolar bağışta bulunduğu yazılmıştı.

Enerji üretiminde, tek bir üretim kaynağına bağımlı kalmak sakıncalı olduğundan, kaynakların çeşitlendirilmesi ve olabildiğince dış kaynaklardan bağımsız ve baskılardan etkilenmeyecek üretim kaynaklarına sahip olmak arzu edilen bir stratejidir. İran da bu yaklaşımı bir “evlet politikası” olarak benimsemiştir.

İran’nın enerji durumu incelendiğinde, primer enerji ihtiyacının yaklaşık %98’inin petrol ve doğal gaz, geri kalanının da hidrolik, kömür ve ticari olmayan kaynaklardan sağlanmakta olduğu görülmektedir. Yaklaşık 27 000 MW(e) olan kurulu gücün %92’si petrol ve doğal gaz santrallarından karşılanmaktadır. Ülkenin işletilebilir petrol rezervi 90 milyar varil civarındadır. Doğal gaz rezervlerinin ise 155 milyar varil petrole eşdeğer olduğu tahmin edilmektedir. Bu rezervlerin, bugünkü tüketim hızı ile, yaklaşık dörtyüzyıl yeterli olabileceği düşünülmektedir. Ancak İran’nın, GSM’sının %20’sini petrol sektöründen, döviz ihtiyacının da %80’ni petrol ve petrol ürünlerinin ihracatından elde ettiği ve nüfüsunun 1970-1990 arasında iki kat armasına karşın toplam enerji tüketiminin dört kat, elektrik tüketiminin ise altı kat artığı da gözönüne alınmalıdır.

Tek bir enerji üretim kaynağına bağımlı kalmamak için Iran’nın kaynaklarını çeşitlendirmek üzere Birinci ve İkinci Beş Yıllık Plan’larında hidrolik enerji santrallarına önem verildiği, fakat bu kaynakların sınırlı olmasından dolayı Busehr nükleer santralının tamamlanması, 100 MW(e) gücünde rüzgar türbinlerinin kurulması gibi seçeneklerin de gözönüne alındığı görülmektedir.

IAEO’nun Genel Müdürü Gholam-Reza Ağazade, UAEA’da 6 Mayıs 2003’de yaptığı “İran’nın Nükleer Politikası” konulu, 1970’lerde ileri sürülen gerekçeleri de tekrar eden konuşmasında özetle; “Nükleer programımızın en önemli önceliği elektrik üretimidir. Son otuz yılda İran’da meydana gelen sosyo-ekonomik gelişmeler sonucu fosil enerji kaynaklarımızın (petrol, doğal gaz vb) kullanım stratejisi iki kısıtlayıcı etki altında olmuştur. Bir yandan, yaşam standartlarının yükselmesi ve ekonomik göstergelerin olumlu gelişmesi, sanayinin ve sanayi dışı sektörlerin enerji taleplerinde artışlara yol açmış, diğer yandan milli ekonomimiz petrol gelirlerine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Birbirine zıt ve kısıtlayıcı olan bu şartlardan kurtulmak için ülkemizin fosil kaynaklarının aşırı tüketimi yönündeki eğilimi azaltmak üzere uzun vadeli bir strateji geliştirmemiz şarttır” diyordu.

Iran’nın nükleer enerji programına karşı; başta ABD olmak üzere pek çok ülke tarafından  şimdilerde ileri sürülen “bu kadar büyük petrol ve doğal gaz rezervleri olan bir ülkenin nükleer enerjiye ihtiyacı yoktur” savı, 1950-1970 yılları arasında olduğu gibi bugün de  büyük rezervleri olan, ABD, Kanada ve Rusya gibi ülkeler için de geçerli olması gereken bir savdır. Fakat başta ABD olmak üzere bu ülkeler sivil amaçlı nükleer enerji santrallerini yanında, Kanada hariç, nükleer silahları için gerekli nükleer malzemeyi sağlamak üzere salt askeri veya askeri-sivil amaçlı tesisler de kurdular. O halde böyle bir sav, salt  ekonomik olmaktan çok, siyasi amaçlı bir sav olarak algılanmalıdır. Ayrıca, yukarıda değindiğimiz üzere, bu tip savlar 1979 Devrimi öncesi pek dillendirilmemişti! Bu arada, Ülkemizde de, özellikle “çevre” konusu etrafında yoğunlaşan savlar ileri sürülerek, nükleer santralların kurulmasına karşı bir akımın yaratılmış olduğuna da dikkat çekmek gerekir.

Bu kısıtlayıcı anlaşmalara rağmen İran nasıl  “gizli” nükleer tesisiler kurabildi?

INFCIRC/153 (Corr.) modeline göre Nükleer Güvenlik Anlaşması’nı onaylamış olan bir ülke tüm nükleer tesislerininin envanterini UAEA’ya bildirmek ve denetime açmak zorunda değildir. Bildirim zorunluluğu, herhangi bir tesise, güvenlik denetimine tâbi olan nükleer maddenin sokulmasından 180 gün önce doğmaktadır. Teorik olarak, bir ülke, içine denetime tâbi bir nükleer madde koymadığı müddetce, bildirimde bulunmadan istediği nükleer tesisleri kurabilir. UAEA Guvernörler Meclisi, 1992’de üye ülkeleri, yaptıkları güvenlik anlaşmalarına bir ek protokol yaparak, bu gibi tesisleri daha henüz planlama sürecinde iken UAEA’ya bildirmeye ısrarla davet etmişlerdi. Bu çağrıya uymayan ülkelerden birisi olan İran, Şubat 2003’de bu çağrıya uyma kararı aldı ve 18 Aralık 2003’de Ek Protokol’u imzaladı fakat henüz onaylamadı. Bu durumda, Anlaşmalar hukuku açısından, İran’nın yaptığı tesisler “gizli” olarak nitelenemez.

İran’nın nükleer programını ve çalışmalarını savunması

İran nükleer konudaki resmi görüşünü, nükleer enerji ve nükleer silah ayırımı esasında temellendirmektedir. Yetkililer, nükleer siyaselerindeki nükleer silah ve nükleer enerji arasındaki ayırımın dikkate alınması gerektiğini vurguluyarak, İran’nın yalnızca nükleer enerji elde etmek istediğini ifade etmektedirler. İran, NPT’ye taraf olan bir ülke olarak, antlaşmanın IV. maddesine göre, nükleer enerjiye sahip olmaya hakkı olduğunu ve bu haktan asla vazgeçmeyeceğini ısrarla belirtmektedir.

İran, UAEA’ya, Ajans’ın Guvernörler Meclisi’nde özellikle ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler tarafından ileri sürülen iddia ve suçlamaları cevaplandıran Ajans Genel Direktörü El Baradei’in verdiği raporlarda ve basın açıklamalarında kullanılan bazı  ifadelerin, UAEA Statüsü’ne ve antlaşmalara aykırı olduğunu ve de gerçeği yansıtmadığını açıklayan bir çok “note verbale” verdi.  Bunlardan en geniş kapsamlısı, Mart 2003- Eylül 2005 arası dönemi kapsayan, 12 Eylül 2005 tarihinde Ajans’a verilen ve Ajans tarafından INFCIRC/657 sayılı doküman olarak dağıtılan “Iran’nın Nükleer Siyaseti ve Çalışmaları- GOV/2005/67 Sayılı Genel Direktör’ün Raporu’nu Tamamlayıcı Bilgiler” başlıklı olanı ve ekleridir. Bu belgelerde verilen bilgileri başlıklar altında özetlersek:

1 ) İran’nın nükleer siyasetini şekillendiren olaylar

Uluslararsı gelişmeler, özellikle aşağıda sıralananlar, İran’nın nükleer siyasetinin şekillenmesinde önemli rol oynamışlardır:
     
• BM Genel Kurulu 1980 yılında “Nükleer Enerjinin Barışçı Amaçlarla Kullanımında Uluslararası İşbirliğinin Geliştirilmesi” konulu bir BM konferansı (UNPICPUNE) yapılmasını kararlaştırmıştı. Konferansın Gelişmekte Olan Ülkeler için olan önemine binaen, Bağlantısız Ülkeler Hareketi (NAM, Non-Aligned Movement) 1983 yılında Havana’da bir özel hazırlık konferansı yapmıştı. Uzun süren hazırlıklar ve ön görüşmeler, pazarlıklar sonucu konferans 1987 yılında Cenevre’de toplandı ise de bazı gelişmiş ülkelerin, özelliklede Batılı Nükleer Devletlerin engellemeleriyle, bir sonç alamadan dağıldı.
• Benzer bir durum da CAS’ın 7 yıl süren çalışmalarından sonra sonuçsuz dağılmasıyla meydana çıktı.
• Ajans bütçesi ile ilgili, yukarıda değinilen sorunların varlığı.
• Ajans’ın Güvenlik Denetimi altında olan 5 MW’lık araştırma reaktörünün yakıt temini için 1979’da yapılan anlaşmanın ABD tarafından yerine getirilmemesi ve yakıt bedeli olan iki milyon doların geri ödenmemesi, ve UAEA da dahil olmak üzere hiçbir uluslarara kuruluşun bu hukuk dışı durumun düzeltilmesi için ABD nezdinde harekete geçmemesi.

Yukarıda sıralanan gelişmelerin Ajans’ın Statüsü’ne ve de NPT’nin 4. maddesine aykırılığına ek olarak bazı ülkelerin sürekli olarak “cezalandırma” tehditleri ve girişimleri nedeniyle İran, vazgeçilmez bir hak olan, nükleer enerjiyi barışçı amaçlarla bağımsız bir şekilde kullanmak üzere kendi öz kaynaklarına dayanmak yolunu seçmiştir.

2 ) İran’nın nükleer siyasetinin temel söylemleri

a) İran İslam Cûmhuriyeti nükleer silahsızlanma ve nükleer silahların yayılmasına karşı olma ilkesine bağlıdır ve İran’nın “Askeri Savunma Doktrini”nde nükleer silahlar seçeneği yer almamaktadır.
b) İran, imzalamış ve onaylamış olduğu antlaşma ve anlaşmalardan doğan           yükümlülüklerini harfiyen yerine getirmiştir ve getirecektir.
c) İran, taraf olduğu anlaşmalar dışı olan, keyfi ve ayırımcı isteklere hiçbir zaman  boyun eğmeyecektir.
d) İran, NPT’den doğan, barışçı amaçlarla nükleer enerji üretmek üzere gerekli  tesisleri, kuruluşları, araştırmaları ve çalışmaları kendisinin uygun gördüğü şekilde yapma hakkını kullanacaktır.
e) İran, nükleer yakıt çevrimi çalışmalarını, nükleer enerjiyi barışçı amaçlarla kullanma hakkından mahrum edilmeye kalkışılmadığı sürece, UAEA ile tam işbirliği yapmaya ve çalışmalarını Kapsamlı Güvenlik Denetimleri altında sürdürmeye devam edecektir.

İran NPT’den çekilir mi?

NPT’nin yukarıda değindiğimiz X. maddesine dayanarak İran’nın, Kuzey Kore’nin yaptığı gibi, Antlaşma’dan çekilmeye hakkı vardır. Üstelik, ABD-İran arasındaki gerginliğin önemli bir sebebi olan İsrail’in İran konusundaki tutumları ve özellikle nükleer tesisleri vurmaya yönelik söylemleri, İran’a X. maddedeki gerekçeyi ileri sürme imkanını vermektedir. Fakat İran’nın NPT’den çekilmek istemesi kendilerine yöneltilen suçlamalara, İran’ı uluslararası platformlarda destekleyen NAM ülkeleri de dahil olmak üzere, tüm dünya kamuoyu gözünde haklılık kazandıracağı gibi ülkeyi yoğunluğu gittikçe artan baskılara daha da açık hale getirir. Bu ise İran’nın istemeyeceği bir durumdur.

Sonuç

İran nükleer konudaki savunmasını antlaşmalardan, UAEA’nın Statü’sünden ve anlaşmalardan doğan hak ve yükümlülüklerini belirten sağlam hukuksal bir zemine oturtmaktadır. Bu çerçevede İran’nın savlarının haklı ve geçerli olduğu açıktır. Bu durum, Ajans’ın Güvenlik Dairesi’nden sorumlu olan emekli Genel Direktör Yardımcısı Pierre Goldschmidt’in, ABD’de kurulmuş olan Carnegie Endowment for International Peace tarafından bu yıl başında organize edilen “İran’nın nükleer güç arayışları” konulu panelde sorulan sorulardan birine telefonda verdiği cevapta da belgelenmiştir: “İran’nın yaklaşımı tamamen hukuksal olup, taraf oldukları antlaşmalar ve anlaşmalar çerçevesinde, EU3’lerle (Almanya, Fransa ve İngiltere) yapmış oldukları anlaşma hariç, herhangi bir uyumsuzluk içinde değillerdir…” Yine ABD’de bulunan Lawyers Committee on Nuclear Policy (Nükleer Politikayla İlgili Avukatlar Komitesi ) adındaki STO yetkililerinin 23 Ocak 2006 tarihinde Ajans’ın Guvernörler Meclisi’ne gönderdikleri  “Konunun Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesine itiraz” başlıklı mektupta da, “İran konusunun Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi, NPT ve Güvenlik Anlaşmaları çerçevesinde doğru bir temele dayanmamaktadır. Anlaşmalar çerçevesinde ihlal durumunun varlığı, nükleer maddelerin (barışçı amaçlardan) saptırıldığının tesbit edilmesini veya nükleer maddelerin askeri kullanıma yönlendirildiği yönünde belirsizliklerin keşfedilmesini gerektirir” denmektedir.

Bu durumda, ne ABD’nin tek başına, ne de bir “ülkeler topluluğu”nun İran’a karşı yaptırımlar uygulamasının veya askeri müdahalede bulunmasının uluslararası hukuk açısından sağlam bir dayanağı asla olmayacaktır. 

Notlar:

* İran NPT’yi imzaya açıldığı 1 Temmuz 1968’de imzalamış ve 2 şubat 1970 tarihinde de onaylamıştır. Türkiye NPT’yi 28 ocak 1969’da imzalamışsa da Büyük Millet Meclisi  tarafından 17 Nisan 1980’de onaylanmıştır. Bu şekilde, ülkeler gerek kendi uluslarına  gerekse diğer uluslara karşı; 1) Nükleer silah üretmeyeceğini, 2) Nükleer silah üretmeye çalışan ülkelere de yardım etmeyeceğini resmen açıklamış ve taahhüt etmiş oldu.
Ayrıca Türkiye ve Iran, Nükleer Denemelerin Kısmî Yasaklanması Antlaşması (Partial Test Ban Treaty, PTBT), Tüm Nükleer Denemelerin Yasaklanması Antlaşması (Complete Test Ban Treaty, CTBT), Nükleer ve Kitle İmha Silahlarının Deniz Yatağına, Okyanus Tabanına ve Altına Yerleştirilmesinin Yasaklanması Antlaşması gibi çeşitli Uluslararası Antlaşmaları da imzalamıştır.
İran ve Türkiye UAEA ile NPT’nin uygulanması ile ilgili olarak Nükleer Güvenlik Denetim Anlaşmalarını imzaladıkları gibi Anlaşma’ya Ek Protokolu Türkiye 17 Temmuz 2000’de onayladı. İran ise, 18 Aralık 2003’te imzaladı, fakat henüz onaylamadı, ama  “onaylanmış gibi kabul ederek uygulayacağını” UAEA’ya bildirdi.

**Bu güçteki bir reaktörün yıllık yakıt yükleme masrafı 200-450 milyon dolardır. Bu miktar ve tip nükleer yüklemede, yılda 30 nükleer başlık yapımı için yeterli yaklaşık 250 kg plütonyum ürer.

*** MTSWU/a; İngilizce “Metric Tonne of Separative Work units/annum” adıyla anılan, uranyum zenginleştirme kapasitesini ifade eden bir birimdir.