Geçmişi değiştiremeyiz, ama geleceği kazanabilir veya kaybedebiliriz. 2020 yılında daha güçlü bir Türkiye, refah düzeyi daha yüksek vatandaşlar istiyorsak, bugünden 2020 yılı için düşünce ve eylem olarak hazırlanmalıyız.

Strateji çalışmalarının belki de en önemli faydası çalışmanın sonuçlarından çok çalışmaya katılan yöneticilerin fikri hazırlığına yaptığı katkı oluyor. Fikri hazırlığı olanlar olayları takip etmek yerine yönlendirme fırsatını yakalayabiliyorlar.

Hazırlanmamız gereken ortam, için önce 2020 yılında dünyanın nasıl şekilleneceğine ilişkin öngörüyü ortaya koymalıyız. 2020 yılında bizi küreselleşmenin daha da ilerlediği, ancak yerel farklılıklara daha duyarlı bir dünya bekliyor; katılımcı karar verme mekanizmalarının sadece şirket değil, ülke ve dünya yönetiminde de daha çok kullanıldığı bir dünya bekliyor; bilgi üretmenin mal üretmekten daha değerli olduğu, bireyin öneminin sadece tüketici olarak değil, aynı zamanda yurttaş ve dünya vatandaşı olarak arttığı bir dünya bekliyor.

2020 yılında Türkiye’ye baktığımda ise Avrupa Birliği üyesi, ekonomik ve siyasi istikrara kavuşmuş, daha çok üreten, uluslararası pazarlara satan, dünya markalarına sahip, daha küçük ancak daha etkin bir devlet yapısına sahip, tarihsel ve kültürel mirasıyla dünyaya zenginlik katan bir Türkiye görüyorum; Avrupa’nın ve bölgenin güvenliğinde söz sahibi, Avrupa ile Avrasya arasında enerji köprüsü olan, komşuları ile ilişkilerini ve ticaret hacmini önemli ölçüde geliştirmiş, turizm açısından dünyanın en çok ziyaret edilen ülkeleri arasında yer alan, sporda ve sanatta kendinden söz ettiren, bilimsel gelişmeye katkıları artmaya başlayan bir Türkiye görüyorum.

Ancak, bu görüşü hep birlikte paylaşmadıkça, bunun için hep birlikte çaba harcamadıkça sadece istekli olmanın yeterli olmadığını da inanıyorum.

Günümüzde büyümenin önündeki en önemli engel ülke sınırları değil, zihinlerdeki sınırlar. Ülke sınırlarını aşan stratejiler geliştiren şirketler, belli boyutlara gelince global oyuncu olabilecek imkanlara kavuşuyorlar.

Günümüz ekonomilerinde, şirket değerlerini belirleyen önemli parametrelerden biri hizmet verilen müşteri sayısıdır. Türkiye’nin çevre ülkelerinde büyük pazarlar var. Bu ülkelerdeki şirketlerin değerleri düşük. Bizim bu ülkelerle hem kültürel yakınlığımız hem de onların geçirmesi gereken ekonomik transformasyon konusunda deneyimimiz var. Bu durum, Türk şirketlerine bir fırsat sunuyor: Henüz global oyuncuların ele geçirmediği bu pazarlarda hızla büyümek… Global piyasalarda oyuncu olabilecek boyuta gelmeyi hedefleyen Türk şirketleri olarak, bu fırsatı yakalayarak hızla hayata geçirmeliyiz.

Ekonomik etki alanını büyütemeyenlerin yok olmaya mahkum olduğu bir dünyada özellikle kültürel ve yapısal olarak yakın olduğumuz pazarlarda yerimizi almak için çok yönlü çalışmalar gerekiyor. Bir taraftan devlet bu pazarların açılmasını sağlamayı önemli bir hedef olarak benimsemeli, diğer taraftan da özel sektör bu pazarlarda yatırıma ve işbirliğine giderek önemli oyuncular arasında yer almalı.

Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, ulaşım maliyetlerinde düşüşler ve dünya ticaret kurallarındaki liberalleşme iş dünyası için ülke sınırlarını gün geçtikçe önemsiz hale getirmekte. Diğer yandan, ekonomik ölçek tanımında da önemli değişiklikler gözlenmekte. Yeni teknolojiler üretim tesislerinde ekonomik ölçek boyutlarının küçülmesine yol açarken, bilgi kaynakları, teknoloji geliştirme, marka, imaj ve dağıtım kanallarında ekonomik ölçekler büyümekte.

Birçok sektörde oluşan fazla üretim kapasitesi diğer konularda ekonomik ölçekleri yakalayanların elinde konsolide olma yolunda. Telekom’dan, demir-çelik sektörüne kadar birçok sektörde dünya ticaretinde üretim kapasitesine sahip olmaktan ziyade markaya, ar-ge imkanlarına ve dağıtım kanallarına hakim olmak karlılık için daha önemli.

Bugün ülkemizde sermaye birikimi sınırlı olmasına karşın, tekstil, otomotiv, bankacılık gibi birçok sektörde sermaye kontrolu açısından dağınıklık var. Birleşme yoluyla büyüme konusundaki atalet, dünya pazarlarında Türk markaları için yeterli yatırım yapılamaması ve teknoloji geliştirmede dışa bağımlılık; yatırımların yeniliği ve ucuz işçilik ile elde edilen rekabet gücünün süratle yitirilmesine sebep olacak.

Ülkemizdeki sınırlı sermaye ve bilgi birikimini dünya boyutlarına getirebilmek için şirket birleşmelerinin önündeki gerek kültürel, gerekse yapısal engelleri kaldırmalıyız. Bilgi çağında “Küçük olsun, benim olsun” mantığının kaybetmeye mahkum olduğunu iyi anlamalıyız. Bilgi çağında paylaşamayanlar, paylaşılmaya, yani kaybetmeye mahkum olacaklar.

Ülkemizdeki rekabet anlayışı, şirketimizin sadece aynı sektörde faaliyet gösteren diğer firmalarla değil, aynı zamanda birlikte iş yaptığı tedarikçiler ve hatta müşterilerle de rekabet ettiği yönünde. Bunun için onlara güveneceğimize, mümkün olduğunca faaliyetleri kendi içimizde yürütmeyi tercih ediyoruz. Bu yaklaşımın arkasında iş yapma şeklinde kontrolu kaybetme endişesi, başkası kar ediyorsa benim maliyetlerimde azalma olmaz düşüncesi, verilen hizmetteki istikrarsızlığın ana işleri olumsuz etkileyeceği endişesi var. Bu güvensizliğin sistemin yaratıcılık ve verimlilik düzeyini kısıtladığını farkedemiyoruz.

Dolayısıyla, tedarikçilerle ve müşterilerle pazarlıklarda onlara mümkün olduğunca az bilgi vererek, avantajlı duruma geçtiğimizi düşünüyoruz. Ancak, rekabetin küreselleştiği, değişimin hızlandığı bir dönemde bu statik düşünce yerini, tedarikçiden müşteriye kadar tüm değer zincirinin birlikte diğer değer zincirleriyle rekabet ettiği anlayışa bırakıyor.

Bu nedenle, şirketlerimiz her gün pazarlık etmek durumunda oldukları kesimleri kendi karlılıklarını kemiren birer rakip olarak değil, birlikte gelişmeyi hızlandıracak takım arkadaşları, aile bireyleri olarak görmeye başlamalı. Unutulmamalı ki tedarikçilerimizle, bayilerimizle ve birlikte iş yaptığımız tüm kesimlerle birlikte bir değer zinciri oluşturuyoruz. Bir zincir ise en zayıf halkası kadar güçlüdür. Dolaysıyla, müşterilerimiz için değer yaratmak için sadece kendi halkamızı değil, tüm züncürü güçlendirmeliyiz. Dünya ile rekabette başarılı olmak için bu anlayış değişimini gerçekleştirmek gerekiyor.

Uluslararası finans ve insan kaynaklarını ülkelerine cezbedemeyenler refah düzeylerini arttırmakta güçlük çekiyorlar. Ülkemizin yabancı sermaye girişleri açısından hakettiği yerin çok altında bir performansa sahip olmasına kızmak yerine tedbir almalıyız. Avrupa Parlementosu’nun aldığı haksız kararlara kızmak yerine dünya ile etkileşimimizi ve insanlığa kattığımız değeri arttırmalıyız. Onlar için vazgeçilmez olmalıyız.

Dünyayı kurumsal olarak etkileyeceğimiz en önemli araçlar küreselleşmiş şirketlerimiz, kültürel zenginliğimiz ve devletimiz. Dolayısı ile gerek bireyler, gerek şirketler, gerekse devlet olarak bakış açımızı ülke sınırları ile sınırlandırmamaya dikkat etmeliyiz.

Dünya vatandaşlığı bilincine varmak, dünya ile etkileşime, uluslararası kurumlarda temsilde etkinliğe ve uluslararası piyasalarda aranan markalar yaratmaya önem vermek demektir. Aynı zamanda üstlendiğimiz tüm rollerde kendimizi uluslararası performans göstergeleriyle değerlendirmek demektir.

Dünyanın nimetlerinden en çok faydalananlar, dünyanın varlıklarını en iyi koruyan, geliştiren ve dünyaya en çok değer katanlar olacak. Kazananlar dünya vatandaşlığı rolüne önem verenler olacak.

Unutmamamız gereken başka bir nokta da, günümüzde entellektüel sermayenin, finansal sermayeden daha önemli olduğudur. Lider ülkeler bilgili ve yaratıcı beyin açıklarını, bu özelliklere sahip kişileri ülkelerine cezbederek kapatıyorlar. Türkiye olarak bilime, araştırma ve geliştirmeye ayırdığımız kaynağın sınırlı olması, finansal sermaye kadar beyinleri de cezbetmemiz gerektiğini ortaya koyuyor.

Ülkemizin tarihi, kültürel ve insani zenginlikleri bize bu konuda rekabet avantajı getirebilir. 500 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudiler’e gösterilen duyarlılık, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un alınışından sonra farklı din ve kültürlere sahip olanlara tanıdığı haklar ve dünyada ünlenmiş misafirperverliğimiz, ülkemiz insanının farklılıklarla bir arada yaşama tecrübesine güzel örnekler oluşturuyor. Bazı Avrupa ülkelerinde yükselen yabancı düşmanlığı göz önüne alındığında, Türkiye yabancılar için cazip bir yaşam merkezi özelliğini kazanıyor. Çekici Akdeniz iklimi ve doğal zenginliklerimiz, yalnızca turistler için değil, aynı zamanda ülkemizin yaşam kalitesi için de avantaj sağlıyor. İstanbul, Avrupa’nın en zengin eğlence yaşamına sahip kentlerinden biri konumuna geldi. Nitekim, birçok uluslararası şirketin bölge merkezlerini İstanbul’a taşımaları ve çalışanlarının İstanbul’da yaşamayı sevmesi, ülkemizin güçlü bir yönüne işaret ediyor. Dolayısıyla, bir yandan dünyanın entellektüel sermayesini de ülkemize çekmek için çaba harcamalı, diğer taraftan da bilim ve teknoloji geliştirmeye verdiğimiz önemi ve yatırımları artırmalıyız.

Örneğin, geleceğin teknolojileri olarak kabul edilen 15-20 alanın her birinde dünyadaki en iyi yüz kişiden onunu senede en az altı ay ülkemizde yaşamaya ve çalışmaya teşvik etmeliyiz. Bu konuda başarılı olursak, onların etrafında yaratacakları bilgi çemberi ve yeni girişimler ülkemize bilim, teknoloji ve yüksek katma değerli yeni endüstrilerde çağ atlatacaktır.

Türk toplumu büyük bir hızla öğrenen, yenilikleri hızla benimseyen, atak bir toplum. Bir takım olarak çalışabildiğimizde ne kadar büyük bir hızla yol aldığını başta spor olmak üzere birçok alanda kanıtladı. “Öğrenmek” ve “yenilikçilik” Türk sanayiini ileriye taşıyacak kavramlar olarak ortaya çıkıyor. Bu kavramların yaygınlaşmasını sağlamak ve toplumsal yetkinliğimiz geliştirmek için, hem teknoloji eğitiminde, hem de eğitimde teknoloji kullanımında hızlı bir gelişmeyi gerçekleştirmeliyiz.

Başarının anahtarı sadece ülke sınırlarını değil, aynı zamanda zihinlerdeki sınırları da aşmaktan geçiyor. Ülke olarak, ülkemizdeki özel sektör, kamu sektörü ve sivil toplum kuruluşları olarak ortak bir vizyonla, bir takım olarak, bugünden istikrarlı bir şekilde bu yönde çalışırsak başarılı olacağımızdan ve 2020’de refah düzeyimizi ve yaşam kalitemizi artırabileceğimizden hiç kuşkum yok. 2020’de Türkiye “yaşam kalitesi” ile en nitelikli dünya vatandaşlarının yaşamayı tercih ettikleri bir ülke, bir dünya markası olabilir.

Hepimizin görevi böyle bir 2020’yi şimdiden hazırlamaktır. Çünkü,  geleceği hazırlamayanlar, geleceği karşılarında bulurlar. (http://www.arguden.net)