Kimilerine göre kaçınılmaz son, kimilerine göre fakr-u zarûret şartlarında girilmiş büyük ve anlamsız macera olan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı blokunun önüne tarihi bir fırsat çıkmıştı. Bu fırsat; yaklaşık 1000 yıldır diyar-ı rum’un fatihleri Türkleri yeniden geldikleri yere göndererek ve asimile ederek Endülüs örneğinde olduğu gibi rövanşın alınması idi. Fakat bir “adam” son dakikada bütün unsurları bir konsept etrafında birleştirerek yıkılan imparatorluğun küllerinden yeni bir ulus devlet kurdu. Osmanlı’nın son yüzyılında bütün yenilenme ve değişim dalgalarının önündeki engelleri okuyabilen bu “adam”, sosyolojik meyveleri çok uzun zamanda alınabilecek, bu gün bile bir çoğunun getirileri yeni anlaşılabilen radikal değişimlere imza attı. Hem dünyadaki konjonktürü ve geleceği iyi okuyup genç cumhuriyetin rotasını batı medeniyetine çevirdi hem de “Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak” gibi bu gün bile içeriği tartışılmayan bir hedef koydu. Sosyolojik olgunlaşmanın ve tarihin seyri içerisinde Batı’dan da alacağını alarak yoluna devam etmek üzere bir büyük misyon bıraktı.

Fakat, vefatıyla yarım kalır endişesi ile çok hızlı yapılan toplumsal değişimler, fayda-zarar mülâhazası ile zorunlu göze alınan kayıplar, kendisinden sonra gelenlerin kompleksleri ve amacın derinliğinden uzak anlayışları, İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartları ile birlikte baskıcı, otoriter yer yer acımasız bir anlayış Türkiye’yi 1950’lere taşıdı. 1950’lerde başlayan demokrasi deneyimimiz ise toplumun kutupları arasında gel-gitlerle, ara dönemlerle 2000’lere geldi. Menderes ve Özal’ın dönemlerinin önderlik ettiği kalkınma hamleleri, Erbakan’ın muhafazakârlaştırma, Türkeş’in milliyetçileştirme hareketleri yine bu elli yılın önemli sosyolojik olguları olarak tarihteki yerini aldı. Bu süreçteki en önemli sosyolojik kayıp toplumun belli bir kesiminin öncelikle kendi değerlerini korumak adına Batı’dan gelen herşeye büyük ölçüde kendini kapatması, yine bir başka kesiminse ölçüsüz ve anlamsız bir şekilde kişiliksiz bir yolculuğun seyrine kendisini bırakmasıydı. Zaten temel sosyal bileşeni bir türlü yakalayamayışımızın sebebi de herhalde bu davranış kalıpları arasındaki uçurumdu.

2000’lere yaklaştığımızda yaşadığımız 28 Şubat deneyimi en önemli sosyolojik kırılma noktalarından birisi oldu. Yapılan tehdit değerlendirmeleri ve uygulamaların sonuçlarının ne kadar millî unsurlara ne kadar gayri millî unsurlara hizmet ettiği hem ekonomik hem sosyolojik olarak tartışılmaya devam edecek. Fakat, bu sosyolojik kırılmadan sonra oluşan siyasî tablonun, içeride kendisini güvende hissetmeyip, meşruiyeti, kabul edilebilir sınırları aşarak dışarıda araması bu gün için endişe ettiğimiz problemlerin kaynağı oldu. Mevcut siyasî tablo ya da yeni oluşabilecek bir siyasî iradenin formel olanın dışında temelde meşruiyetini içeride oluşturması hayati ve en büyük zorunluluğumuz… Özellikle konjonktür olarak dünyanın yeniden planlandığı bölgenin merkezindeki bir ülke olarak stratejik boşluk oluşturmamak adına bu zorunluluk daha elzem ve ivedi bir hal alıyor.

Burada ifade etmemiz gereken önemli bir husus da doğu toplumlarında sıkça yaşanan acı ve ızdırapların, alınan derslerin bir-iki nesil sonra unutularak yeni maceralara yelken açılmasıdır. İşte tam burada şu günlerde sıkça konuşulan “Derin devlet” olgusu gündeme geliyor. “Derin devlet nedir?” diye kendime sorduğumda “Millet ve devletin hafızasıdır” diye bir cevap alıyorum. Kim devletin ve milletin hafızasına sahipse ve olaylar karşısında hafızadaki bilgileri de yorumlayarak gerekli tepkiyi gösterebiliyorsa o da derin devletin kendisidir diyorum. Gözleri bağlı bir mantıkla “kim”i arayacağımıza devletin ve milletin hafızasına sahip bireyler ve kurumlar olma yolunda ilerlememiz, derin devletin tabanını genişletecek ve “toplumsal barış, adalet ve kalkınma” muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkacaktır. Güncelde siyasi irade; başarılarının hazmedilmediğini düşünerek agresif tepkiler verirse bu güne göre hiçbir meşruiyet problemi olmayan “ÖZAL” hareketinin büyük başarılara rağmen uzun olmayan bir sürede geldiği noktayı hatırlamak gerekir. Dönemler geçici devlet ve milletler kalıcıdır.

Bütün bunlardan hareketle değişen Türk Dış Politikası bağlamında konu ile ilgili birşeyler söylemek gerekirse de; NATO/ABD ve Batı Avrupa ekseninde yürüyen Türk Dış Politikası bu konseptten kopmadan ve işbirliği içinde Asya ve Afrika açılımlarını da gerçekleştirmelidir. Dünyanın değişen dengelerini, alternatif enerji kaynaklarını, nüfus ve insan potansiyelini ve her anlamda dünyanın üçte ikisini oluşturan bu çoğrafyalar zaten Türkiye’nin eski hiterlandındadır.

A.B. Türkiye’den Asya ve Afrika’daki bir çok ülke ile serbest ticaret anlaşmaları yapmasını isteyip ve bu yönde teşvik etmekte, bazen de sözler almaktadır. A.B. ile bu anlamda karşılıklı menfaate dayalı bir dış politika açılım örneği egemen unsurlarla çatışmamak ve olası maceralara girmemek açısından önemli ve tercih edilmesi gereken bir deneyimdir. Zaten A.B. yolculuğunun en mantıklı tarafı A.B. bağlamında alternatif açılımlar gerçekleştirmek ve Batı’dan alınması gereken kurumsal birikimin alınma sürecini hızlandırarak tamamlamaktır. Medeniyet bağlamında ortak geçmişimiz olan bu alternatif coğrafyalara açılım önümüzdeki nesiller ve tarih yolculuğumuz açısından kanaatimce hayati bir zorunluluktur.

Millî ve mânevi değerleri güçlü, medeniyet yolculuğuna kaldığı yerden büyük bir donanımla devam eden, dünyadaki son yüz yılın birikimini hazmetmiş, hem bölgesi hem dünya için barış ve denge unsuru olan, her türlü meşruiyeti kendi içinde oluşturan ve adil olarak dağıtan, kurumsallaşmış ahlâk temelinde birikimini yeni nesillere aktarabilen bir Türkiye için;

Potansiyel tehdit ve fırsat değerlendirmelerinin sosyolojik temelde uzun vadeli ve sağlıklı yapılarak, “bütün devlet kurumları”nın yekvücut olması halinde “Muasır Medeniyet Seviyesinin üzerine çıkmak” idealine ülkemizi taşıyacakları inancıyla bu yolculuğun “genetik kod”lara ihtiyacı olan bir süreç olduğunu da ayrıca belirtmek isterim.