Avni Özgürel

Öylesine zeki, yetenekli, kalemi kıvrak gözdeler seçeceksiniz ki, sizi her dem keyiflendirip eğlendirecekler. Ağızlarına yakışıyor deyip, edepsizliklerinde bile şirin bir yan göreceğiniz kıraatta olacaklar. İltifata boğacaksınız onları, yeni üslup, matbuatın yeni keşfi diye medar-ı iftihar mevkiine çıkaracaksınız hepsini. Hele bunların birkaçını rakibinizin yanından çekip aldıysanız daha da artacak keyfiniz. Öyle adamlar olacaklar ki, size iştirakleriyle karşı cephe çözülecek. Herkes onların düne kadar size sövmekle meşgul olduklarını unutup, şaşkınlıktan küçük dilini yutacak!
Sonra gün gelecek bir başkası karşınızda aynı şekilde oynamaya başlayacak oyunu, göğüsleyeceksiniz. Zor iş!
Devşirme sadakatinin hududunu kestirebilmek zor!… Meselenin püf noktası, sezgi gerektiren düğüm yeri bu zaten. Yoksa her an ihanete teşne, dün tükürdüğünü bugün yalamaya hazır adamdan bol bir şey yok ortalıkta; hatta adına profesyonellik denilerek sempatiyle bakılan masumane, akılcılığın gereği sayılır bile oldu bu tavır, ama ‘profesyonelleri’ ayıklamak, onların içinden iyisini seçmek kolay değil.
Eski çağlarda yetenekli subaylar günümüz futbolcuları gibi transfer olurdu. Örneğin Avusturya ordusunda Osmanlı’ya karşı kılıç sallayan komutan, bakarsınız ertesi sene Osmanlı ordusunda görev alıp Avusturya’ya karşı savaşırdı. Humbaracı Ahmet Paşa diye bildiğimiz Comte de Bonneval böyle biriydi mesela. Napolyon Bonapart 3. Selim’e başvurmuş ama padişah, başı daha önce gelenler yüzünden dertte olduğu için değerlendirememişti müracaatını.
Devir değişti. Şimdi revaçta olanlar iş bilir idareciler, kalem sahipleri.
Yakın zamana kadar, banka yeminli murakıpları denilen devlet memurları el üstündeydiler. Özel kanun işten ayrıldıkları zaman üç yıl finans sektöründe çalışmalarını yasaklıyordu. Ama herkesin bildiği yağma mecburiyetleri dolayısıyla kimse umursamadı bunu. Büyük transfer ücretleriyle işlerinden ayrılıp eskiden denetledikleri bankalara idareci oldular. Netice malum: Patronlarını batırıp kendileri ayakta kaldılar, hatta hüner sahibi olanlar daha iyi şartlarla yeni kapılar bile buldular.
İşte o dönemde kıymete bindi kalem erbabı. Rahmetli Turgut Özal’ın ‘Türkiye’ye ikibuçuk gazete kâfi’ demesiyle başlamıştı altüst oluş. Babıâli’yi kökünden sarsan Asil Nadir fırtınası, sonra Sabah’ın çıkışı vs.
Geçmişte kısmen itibar gören ama parasızlığa razı olanlara mahsus, kişisel ölçekteki hedefi ise boğulmamak olan meslek kendisini içinde bulduğu büyük dalgayla gösteriye dönüştü.
Aslında hayatın her alanında riyaya yani ikiyüzlülüğe aşinayızdır biz. Biri mensubu olduğu partinin liderini yere göğe sığdıramaz, lügat paralayıp övgüde olmadık payeler üretecek kadar ileri giderse ‘Ne sadık adam’ demeyiz. Bunun eski tabirle tabasbus yani yaltaklanma olduğunu bilir herkes… Nitekim bakarız ki, aynı kişi istifa edip rakip partiye geçer ve aynı üslupla yeni liderini övüp, eskisine söver, sayar. ‘Onun ne mal olduğunu ben bilirim, şayet ağzımı açarsam’ diye tehdit yollu konuştuğunu falan duyarız. Futbolcuların takım değiştirdiklerinde  Hayalimdeki renklere kavuştum’ demelerine benzer bir durumdur bu bizim için, doğrusu pek fazla yadırgamayız da.
1980 öncesi sırf rahmetli Bülent Ecevit tek başına hükümet olsun diye herkes ağız birliği yapıp Güneş Motel pazarlığını öve öve bitirememiş, o rezillik ‘Büyük siyasi manevra’ denilerek göklere çıkartılmıştı. Başka örnekler de var elbette. Batan Egebank’ın çatı katındaki bar dile gelip anlatsa. İhtilal lideri Kenan Evren altı cilt hatıratında bir bir saydı eteğini tutan gazetecileri. Kimseden itiraz gelmedi. İncir çekirdeğini doldurmaz kitaplara övgüler dizilirken görmezlikten gelindi Evren’in hatıratı sadece.
Söylemek istediğim bu kervanların hepsinde kalem erbabının yer aldığı. Kimi dürüstlük adına, kimi profesyonellik diyerek, kimi sadakatını göstermek zorunda kaldığı için…
Gazete patronluğu zor iş demiştim yazıya başlarken, gerçekten de öyle. Sinirlerini aldır, çetele tut, her bağırışı izle, sürekli güncelle listeyi… Kim kıvama gelmiş, kim köprüleri atmış, kim pişman… Bunların takibini yapmak bile tek kişinin altından kalkacağı iş değil. Ama elden bir şey gelmez. Zira ‘profesyonelliğin’ doğurduğu sonuç bu.
Hukuku önemseyip adaleti unutmak ya da kanunu önemseyip ahlaka sen biraz ötede dur demek bir tercihtir nihayetinde. Haliyle bazen küçük, bazen kabarık çıkar faturası. Bazen ‘misafirimizsiniz’ der birileri, cüzdanınıza elinizi uzattırmaz; bazen soyulmak istendiğinizi fark edersiniz, haksızlığa, iftiraya uğrarsınız. Ama ne olursa olsun, sorunlara ‘profesyonel’ gözle bakmak lazım diye düşünürüm! Ne çektiysek amatörlükten çekmedik mi?
(
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=894513&Yazar=AVNİ%20ÖZGÜREL&Date=21.08.2008&CategoryID=99)