mozgen@istanbul.edu.tr
Istanbul University
(Turkey)
Abstract
In September 1980, military intervention had taken place and that event affected and
changed not only many social institutions but also the media and its structure in Turkey.
It’s obvious that many of clues about magazination of media in Turkey can be found on
those days. After 1980 during the military and Turgut Ozal’s governments great pressure
was made on the press, especially on political news and comment. When Ozal became
Prime Minister in 1983 he followed a neo-liberal political and economical policy in Turkey
and that was not a trend different from the USA and UK. Not only Ozal but Thatcher and
Reagan also applied neo-liberal economy policy in their own countries. Because of the neoliberal
Friedmanist social and economical policies beginning from the early ’80s the media,
especially the press differed from its “social responsibility concept”. In 1990s de facto
private radio and television broadcasting was begun in Turkey. In 1994 legal frame of
radio and television broadcasting was approved and came into force in Turkey. Beginning
from 1994 some well-known and distinguished newspapers have established their own
radio and television stations and internet service providers. That caused horizontal
monopolisation in media sector in Turkey and that also caused magazination. Nowadays,
despite, high technological development in Turkish media sector, it is not in a better
situation than the past from the point of view of ethical, personnel rights, quality of news,
magazination, and syndical rights.
Özet
12 Eylül 1980 ihtilali Türkiye’de pek çok kurumu etkilediği gibi basın ve basının ekonomik
yapısının da değişmesine yol açmıştır. Bugün Türk medyasında yaşanan “magazinleşme”
olgusunun ip uçlarını o günlerde aramak yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Askeri
hükümetlerle o dönemin devamı niteliğini sürdüren Özal hükümetleri döneminde basına
siyasi haberlerle ilgili olarak yapılan baskı ve yönlendirmeler bu sonucun ortaya çıkmasında
çok önemli bir etken olmuştur. Radyo ve televizyon yayınları açısından bakıldığında ise,
1990’a kadar ülkede yayıncılık yaşamında TRT tekelinin bulunması, 1990’lı yılların hemen
başında çok ani biçimde ortaya çıkan özel radyo ve televizyon yayıncılığı sürecinin de
olgunlaşmamış bir ortamda başlamasına yol açmıştır. Nitekim 1990 ile 1994 yılları arasında
ülkemizde radyo ve televizyon yayıncılığının yasal çerçevesi oluşturulmaksızın yayıncılık
faaliyetleri sürdürülmüştür. 1990’lı yılları Türk basınının “medyalaşma” yılları olarak da
adlandırmak yanlış bir tanımlama olmayacaktır. Bunun sebebi ise, artık gazetelerin yanında
onlarla birlikte hareket eden ve aynı kuruluş çatısında bulunan radyo, televizyon ve internet
servis sağlayıcıları ile dağıtım şirketlerinin yer almaya başlamış olmasıdır. Bugün Türkiye’de
medyanın geldiği nokta ise, eskiyi aratacak niteliktedir.
466
1980 SONRASI TÜRK MEDYASINDA GELİŞMELER VE MAGAZİNLEŞME OLGUSU
Giriş
1980 sonrası Türk medyasında gelişmelerle magazinleşme olgusunun incelenmesi konusunda
takip edilen yöntem yazılı kaynakların taranması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Konu çok yönlü
bir algılamayı gerektirmekte ve ayrıca çevre etkenlerin de gözden geçirilmesini ve dikkate
alınmasını zorunlu kılar niteliktedir. Bu nedene bağlı olarak, 1980 öncesi gerek dünyada
gerekse ülkemizde ortaya çıkan gelişmeler ve bunların sonuçlarına da, konunun incelenmesi
aşamasında bakılması gereği ortaya çıkmaktadır. Özetlemek gerekirse, Türkiye’de medyanın
konumu ve yapısı ülke ve dünya gerçeklerinden bağımsız olmaması dolayısıyla bağımsız
değişkenlerin belirlemiş olduğu bir nitelik arz etmektedir. Tüm bu nedenler dolayısıyla,
Türk medyasındaki magazinleşme olgusu ile ilgili bildirimizin giriş bölümünde genel olarak
1980 öncesi dünyadaki gelişmeler ele alınacak daha sonra bu gelişmelerin Türkiye’deki
yansımaları ve etkileri irdelenerek bunların medya ile magazinleşme olgusunun ortaya
çıkışındaki etkileri değerlendirilecektir. Bu arada medya olgusu denildiği zaman, ülkemiz
açısından en etkin medyanın gazete, televizyon ve radyo olduğu açıktır. Bu nedenle konuya
bakışımız bu 3 kitle iletişim aracı bağlamında ve 1980 sonrası gelişme sürecinde
gerçekleşmiştir. Bildirimizde yer alan dönem başlıkları ise, Türkiye’deki politik gelişmeler
değerlendirilerek şekillendirilmiştir.
1970’lerin sonu ve 1980’li yılların başlangıcı dünyada kaydedilen gelişmeler açısından
olduğu kadar ülkemizde ortaya çıkanlar bakımından da dikkat çekici niteliktedir. 1968
Mayıs’ında Paris’teki öğrenci olayları ve hemen ardından Batı Avrupa’da ve ABD’nde
görülen sistem karşıtı özgürleşme ve yeni bir dünya düzeni kurma yönündeki talepler batı
tarzı geleneksel kapitalist düşünce, algılama ve yaşam görüşünün dünyada yeniden
sorgulanması olgusunu da ortaya çıkarmıştır. O dönemde tüm hızıyla devam eden “Soğuk
Savaş” yanında 2 kutuplu dünyanın keskin ve kesin çizgilerle birbirinden ayrılışı da söz
konusudur. Batılı liberal-kapitalist düşüncenin lideri durumundaki ABD söz konusu
dönemde meydana gelen gelişmeler açısından askeri ve politik anlamda tüm dünyada
sıkıntılı bir dönemin içinde yer almaktaydı.
Dönem itibariyle kısaca özetlemek gerekirse, batı kulübü diyebileceğimiz sisteme bağlı
ittifak açsından bir yanda sosyalist düşüncenin dünyada önlemeyen çıkışı ve tırmanışı –ki
bu çıkışın en önemli dönüm noktalarından birisi 1 Ocak 1959’da gerçekleşen Küba
devrimidir- diğer yandan bu düşünce ve yaşam algılamasının lideri konumundaki ABD
karşıtı oluşumlar o dönemde dikkat çekici bir meydan okuyuş niteliğinde
gerçekleşmekteydi. 1960 ile 1980 yılları arasında dünyadaki gelişmelere bakıldığında,
ABD’deki zenci hareketleri, 1968 öğrenci olayları, Filistin’deki İsrail ve ABD karşıtı direniş,
1975 Nisan’ında sonuçlanan Vietnam Savaşı’nda ABD’nin aldığı yenilgi, ağırlıklı olarak batı
emperyalizmi ve ABD karşıtı biçiminde dünyaya yayılmış olan “Bağlantısızlar Hareketi”,
1979’da Nikaragua’da yönetime gelen sosyalist Sandinist yönetim ve son olarak İran devrimi
ile ABD’nin Orta Doğu ve ön Asya’da en güvenilir müttefiki olan Şah rejiminin devrilmesi
şeklinde özetleyebileceğimiz olaylar batı ittifakının yeni bir atılım, değişim ve dönüşüm
hareketini zorunlu kılan etmenler olarak ağırlığını hissettirmekteydi.
Bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin etkilenmemesi, doğal olarak düşünülemezdi. Nitekim,
özellikle Soğuk Savaş’ın hız kazandığı 1970’li yıllarda ülkemizde tırmanan terörizm olgusu,
467
70’lerin sonunda gelindiğinde her gün 10larla ifade edilen kişinin yaşamını yitirmesine
neden olmaktaydı. Bu gelişme kuşkusuz biçimde, soğuk savaşın etkilerinin ülkemize
yansımasıydı ve ülkede aşırı “politize” bir ortamın ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı.
Dönem itibariyle Türkiye, uzun yıllardan beri sürdürmüş olduğu ekonomik, politik, sosyoekonomik
ve sosyo-politik algılama ve sistematiğini yeniden gözden geçirme gereksinimini
duyuyor, diğer yandan böylesi bir gidişattan olumluya doğru evrilebilme ve dönüşebilme
yetenek ve dinamizmini gösteremiyordu. Dünyada ise, batı ittifakı olarak adlandırılan,
piyasa ekonomisi ile liberal-kapitalist sistemi uygulayan ülkelerin, yukarıda ortaya konulan
gelişmeler bağlamında bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirmeleri zorunluluğu açıkça
kendini hissettirmekteydi. Kısacası dünya kapitalist sistemi kendisine yeni bir mecra
arıyordu. Böylesi bir konumda bu gelişme, neo-liberal ve kapitalist bir sistem arayışında
batının, özellikle de ABD’nin 1945 sonrasında en önemli müttefiklerinden biri konumunda
olan Türkiye’nin de üzerine düşeni gerçekleştirmesi anlamına gelmekteydi.
Nitekim, dönemin Demirel hükümetinin Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı Turgut Özal
marifetiyle planlayıp uygulamaya koyduğu 24 Ocak 1980 kararlarının da böylesi bir değişim
ve dönüşüme yol açar nitelikte olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Özellikle yıllardan beri
sürdürülen gümrük duvarlarını yükselten korumacı ve ithal ikameci ekonomi anlayışı, 24
Ocak kararları ile terk edilmiş, yerine kapitalist batı dünyası ile tam entegrasyonun başlangıç
adımı olan ve neo-liberal bir yaklaşım modelini öneren önlemler gündeme gelmiştir. Bu
açıdan bakıldığında 24 Ocak 1980 kararları, Türkiye’de yalnızca ekonomik algılama ve
sistematikte değil aynı zamanda toplumsal ve dolayısıyla diğer alanlarda da önemli değişim
ve dönüşümlerin ortaya çıkışını sağlayan önlemler olarak anlaşılmalı ve görülmelidir. Bu
dönemin en karakteristik özelliği ve dünyadaki kapitalist sistemle tam entegrasyonun
sağlanması yönündeki en önemli adım, yabancı bankaların mali sisteme katılmalarına
kısıtlama getiren engellerin azaltılması ile Türk vatandaşlarına döviz bulundurması
serbestisinin sağlanması olmuştur. Bu ekonomik gelişmelerle birlikte, neo-liberal Friedmancı
politikalara Türkiye’de işlerlik kazandırılması yönünde önemli adımlar atılmıştır.
Daha sonraki yıllarda Özal’ın başbakanlığı döneminde Türk lirasının konvertibil hale
gelmesi, sosyal devletin sınırlarının olabildiğince geri çekilerek, 1982 Anayasası’nda sosyal
devlet olduğu belirtilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin yerine getirmesi gereken en temel
hizmetlerde dahi –ki bunların içinde eğitim, sağlık ve güvenlik en önemlileridir- özel sektöre
kısmen ya da tamamen yönelinmesi, bir anlamda 24 Ocak kararlarının ve hemen sonrasında
ülkede bir dönemi bitiren 12 Eylül 1980 askeri darbesinin sağladığı, uygun iklim sayesinde
gerçekleşmiştir.
“On ay süren … Demirel hükümetinin en önemli işi, üçüncü ayında (24 Ocak 1980) aldığı
ekonomik istikrar kararlarıdır. O zamana kadar, ülkede izlenen ithal-ikameci ekonomi
politikası, bundan böyle bırakılacak ve Batı kapitalizmiyle bütünleşmeyi amaçlayan katı bir
liberalizme geçilecekti. Buysa sermaye birikimini hızlandırmak için ücretli işçi-memur
kesimlerinin payının azaltılmasını, köylüye tarımsal ürünler için yapılan destekleme
yardımlarının kesilmesini, dışa karşı himayecilik duvarlarının yıkılmasını gerektiriyordu.
Az çok demokratik bir düzen içinde kamuoyunu kollamak zorunda olan siyasal partilerle,
bunlar gerçekleştirilemezdi. 12 Eylül darbesi geldi.”(Tunçay 2003; 6)
Doğaldır ki bu ortam, dünyadaki oluşumlardan bağımsız bir şekilde gelişemezdi ve
gelişmemiştir. Nitekim, Türkiye’nin çeşitli anlaşmalar ve özellikle de batı ittifakının kalesi
468
NATO içinde bağlaşığı olan ABD ve İngiltere gibi ülkelerde de, bu dönem göz önüne
alındığında, sağ eğilimli sosyo-ekonomik politikaları öneren ve sosyal devletin serbest
piyasa ortamından çekilmesini savunan politikacıların iktidara geldiği görülür.
“Özellikle pek çok değişimin tarihi olarak gösterilen 1980 sonrası dönem, Amerika’da
Reaganizm’in, İngiltere’de Thatcherizm’in ve Türkiye’de ise ‘Özalizm’in belirleyici olduğu
bir dönem olarak adlandırılmaktadır.”(Ergül 2000; 178)
Bu yeni dönemde öne çıkan anlayış yukarıda da belirtildiği gibi, Amerikalı iktisat Profesörü
Milton Friedman’ın görüşleri doğrultusunda neo-liberal sosyal politikaların hakim olduğu
bir ortamda, kökleri Adam Smith’e kadar giden ve serbest pazar ortamının bağımsız
biçimde işleyişinin, kişisel dolayısıyla da kolektif çıkarları en iyi şekilde gerçekleştireceği
görüşünü içermektedir. Friedman’a göre yüksek gelir risk almanın bir ödülüdür. Bu nedenle
gelir dağılımı piyasa tarafından belirlenmeli, herkes gücü oranında gelir elde etmelidir.
(Oktar ; 31)
Bu yaklaşım modeli, yalnızca ekonominin belirli alanlarını değil aynı zamanda toplumsal ve
kurumsal düzlemde her alanı zaman içinde etkisi altına alacaktır. Bu kurumlar içinde medya
sektörü de yerini almıştır. 1980 sonrası, batıda olduğu gibi Türkiye’de de bir “deregulasyon”
döneminin yaşandığı görülmektedir. Deregulasyon ile burada anlatılmaya çalışılan, devletin
piyasa koşullarından çekilmesi, sosyal devletin düzenleyici olarak üstlendiği görev ve
sorumluluğunu daha ağırlıklı olarak serbest piyasa koşullarına devrettiği bir konuma
geçmesidir. Dolayısıyla burada ortaya çıkan durum, 1945’ten o güne kadar piyasanın devlet
tarafından düzenlenmesi ve kurumların topluma karşı sorumluluklarının olduğunu
savunan “Toplumsal Sorumluluk Kuramı” yerine neo-liberal ve serbest pazarcı bir dünya
görüşünün hakim kılınmış olmasıdır.
Basın ya da daha genel anlamda belirtmek gerekirse medya da bu gelişmeden doğrudan
etkilenmiş sonuçta, 1980 sonrasında medya, toplumsal sorumluluklarından arınmış ve neoliberal
pazar ekonomisinin gereklerine uygun biçimde sadece satış rakamlarını düşünen ve
tıpkı plastik eşya üretimi yapan ya da konfeksiyon giyim eşyası üreten sıradan bir ticari
kuruluş haline gelmiştir.
Türkiye’de böylesi bir gelişmenin kaydedilmesinde dünyada gelişen ve değişen konjonktürel
durum kadar, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahalenin de büyük rolü
bulunmaktadır. 12 Eylül askeri darbesinin medyada ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan
biri, magazinleşme olgusudur. Askeri darbeyi takip eden süreçte siyasi nitelikli haber ya da
eleştiriler yerine, basında daha çok asparagas yönü ağır basan magazin haberciliği ön plana
çıkmıştır. Bu gelişme, giderek tüm medyayı az ya da çok ancak bütünüyle etkisi altına almış,
1990’lı yıllarda ise magazinleşmiş bir medya olgusunun ortaya çıkışı giderek artan bir hızda
gerçekleşmiştir.
1980-1983 Yılları Arasında Türkiye’de Medyanın Durumu ve Gelişim Süreci
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, ihtilalin liderinin deyişiyle, “kendi kendini kontrol
edemeyen demokrasinin kontrol edilmesi” için gerçekleştirilmişti. Bu tarihten önce, ülke
gerek toplumsal gerekse ekonomik ve politik bir çıkmazın içindeydi. 12 Eylül müdahalesi
işte bu karanlıktan ülkeyi çıkarma ve Türkiye’yi yeni bir dünya düzeni içinde yer alacak
469
biçimde şekillendirme iddiası ile gerçekleştirilmiştir. 1980 öncesinde ülkede yaşanan aşırı
politizyon basın alanına da yansımış, fikir gazetelerinin gerek sayı gerekse içerik
bakımından çeşitliliği bu dönemde, özellikle 1970 ile 1980 arasında önemli ölçüde artış
göstermiştir. 1980 öncesi, fikir ve kitle gazeteciliğinde görülen gelişme eğilimi, 80 sonrasında
yerini magazin ya da bulvar gazeteciliğine terk etmek durumunda kalmıştır. 12 Eylül 1980
askeri müdahalesinin ardından basın üzerinde yoğunlaşan baskılar dolayısıyla gazeteler
siyasi haber yapmak yerine magazin haberciliğine yönelmiş ve böylece darbe sonrası gerek
toplum gerekse basın, 1980 öncesindeki aşırı politizasyona bir tepki olarak apolitik konuma
getirilmiştir.
Burada ülkemiz açısından kitle iletişim araçlarının en etkinlerinden olan radyo ve
televizyondan söz edilecek olursa, her iki kitle iletişim aracının da, o dönemde TRT (Türkiye
Radyo ve Televizyon) Kurumu’nun tekelinde bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir.
Türkiye’de TRT Kurumu’nun kuruluşuyla birlikte, ülkemizde ulusal çapta yayın
yapılmasına yönelik olarak televizyon yayıncılığının da temeli atılmış ve Ankara radyosu,
İstanbul radyosu gibi birbirinden bağımsız çeşitli bölgesel radyo yayını yapan kuruluşların
bir başlık altında toplanması sağlanmıştır. TRT Kurumu’nun ülkemizde kuruluşunun ilk
adımı ise, 1961 Anayasası ile gerçekleşmiştir.
“1961 Anayasası, hazırlanışı itibariyle ve askeri bürokrasiye yüklediği görevler açısından
olmasa da, getirdiği hak ve özgürlükler bakımından Türkiyeʹnin en demokratik anayasası
olarak kabul edilmektedir. Bu Anayasanın bizim konumuz için önemi, radyo ve
televizyonun örgütlenmesine ilişkin 121. maddesinden kaynaklanmaktadır. Bu madde
uyarınca, radyo (ve sonra televizyon), artık tarafsız ve özerk bir kamu kuruluşu statüsünde
yönetilecekti. Nitekim, yürürlüğe giren 359 sayılı yasayla, 1 Mayıs 1964ʹte Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu (TRT) kuruldu.” (Kejanlıoğlu, 2004; 6)
Ancak 12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrasında kurumun kuruluş aşamasındaki zihniyet
yasal bir düzenlemeyle değişime uğramıştır. 20 Eylül 1971ʹde Anayasaʹnın 121. maddesi
değiştirilerek, TRTʹnin özerkliğine son verilmiş ve TRT artık “tarafsız” bir kamu tüzel kişiliği
konumuna getirilmiştir. (Kejanlıoğlu, 2004; 7)
Sonuçta, TRT 1980’lere gelindiğinde devletin radyo ve televizyon kurumu olarak görev
yapmanın yanı sıra resmi görüş ve söylemin dışında herhangi bir farklı ses ya da görüntüye
yer vermemekteydi. Durum böyle olunca toplumsal muhalefetin o dönemde en etkin aracı
olarak gazetelerin dışında herhangi bir oluşum bulunmamaktaydı. Ancak dönem itibariyle
basının içinde bulunduğu durum özellikle 1980’lerin ilk yarısında bir açmaz içindeydi. 12
Eylül hareketi ülkedeki tüm muhalif sesleri susturmuş, özellikle basın kuruluşları
sıkıyönetim esasları çerçevesinde görev yapar hale gelmişti. Anılan dönemde yapılan
baskılar nedeniyle, basının siyasi nitelikli haberlerden uzaklaşarak, tirajı belli bir seviyede
tutmak ve ekonomik olarak ayakta durmak adına magazin habere ve ayrıca insanoğlunun
en temel içgüdüsü olan cinsel ağırlıklı konulara yönelmesi söz konusu olmuştur.
12 Eylül müdahalesi, toplumun tamamıyla değiştirilmesi adeta yeniden formatlanması
iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bunun için de toplumsal hafızanın yeniden ve apolitize edilecek
biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmekteydi. Nitekim yapılan yasal düzenlemeler de bu
yönde gerçekleşmiştir. Bu dönemde sınıf çatışmasından arındırılmış, ortak değerlerin
yeniden oluşturulduğu ve paylaşıldığı bir toplumsal yapıya giden yolda farklı fikirlerin
470
ortadan kaldırılması ve ortak bir oluşumun sağlanması gerekmekteydi. Bunun gerçekleşmesinin
en emin ve önemli yollarından biri de kuşkusuz, ülkede 12 Eylül öncesi aşırı politize olmuş
basının, sanat ve fikir ikliminin denetim altına alınması fikir gazeteciliğine gem
vurulmasıydı. Nitekim bu olgu askeri müdahalenin hemen ardından, takip eden günlerde
gerçekleşmiştir.
“12 Eylül günü dört gazete (Demokrat, Aydınlık, Politika ve Hergün) tümüyle
kapatılmıştır…. Birçok gazetenin yayını değişik sürelerle durdurulmuştur (örneğin Milli
Gazete 4 kez 72 gün, Cumhuriyet 4 kez 41 gün, Tercüman 2 kez 29 gün, Günaydın 2 kez 17
gün süreyle kapatılmıştır.)” (Kabacalı, 1994; 335)
Burada basının ülkedeki fikir ve toplumsal yaşam üzerindeki etkinliğini de vurgulamak
yerinde olacaktır. Nedeni ise, Türkiye’de Temmuz 1993’e kadar radyo ve televizyon
yayıncılığı devlet tekelinde bulunmuştur ancak o tarihten sonra 1982 Anayasası’nın 133.
maddesinde yapılan değişiklikle özel yayın kuruluşlarına da yayın yapabilme özgürlüğü
verilmiştir. Dolayısıyla TRT Kurumu’nun bir devlet kuruluşu olması nedeniyle herhangi bir
“muhalif” fikir ya da söyleme yer vermesi o dönemde mümkün olamamıştır. Yukarıda da
belirtildiği gibi, TRT Kurumu Eylül 1971’de gerçekleşen yasal değişikliklerle “özerk” olma
konumundan çıkarak bir “kamu tüzel kişiliği” haline getirilmiştir. İşte bu nedenden dolayı,
basının denetim altına alınması dönemsel gerçekleri ortaya koyması adına derin ve önemli
bir anlama sahiptir.
1983 Seçimleri Sonrası Türkiye’de Medyanın Durumu ve Gelişim Süreci
Türkiye, yaklaşık 3 yıllık bir kesintinin ardından, 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan seçimlerle
Parlamenter demokrasiye yeniden geçiş yapmıştır. Ancak bu süreç öncesi yaşanan seçim
yasakları ile bazı adayların seçime katılmasının engellenmesi bu seçimlerin tam bir özgürlük
havası içinde yapılmadığı tartışmasını yaratmıştı. Seçim sonucunda Turgut Özal Anavatan
Partisi genel başkanı olarak başbakanlık koltuğuna oturmuş ve böylece Türkiye’de 17 Nisan
1993’e, yani Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak vefat ettiği tarihe kadar sürecek olan Özal devri
başlamıştır. Turgut Özal her ne kadar sivil bir görünümde olsa da, ülkede 12 Eylül sürecinin
yaratmış olduğu sonsuz sükunet ortamını devam ettirmek ve başbakanlığı döneminde kendi
açısından muhalefetsiz bir iktidarın başı olmak amacındaydı. Nitekim, basın üzerinde çeşitli
hesaplar yapan Özal, başbakanlığı döneminde “Türkiye’de iki buçuk gazeteden fazlasına
gerek yok.” (Nebiler, 1994; 48) sözleriyle de adeta dikensiz bir gül bahçesinde başbakanlık
yapma özlemini, açıkça ifade etmiştir.
Özal döneminin önemli gelişmelerinden biri de telekomünikasyon ve televizyon yayıncılığı
alanında gerçekleşmiştir. Türkiye’de televizyon yayınlarının ilk kez Ankara’da TRT
tarafından 31 Ocak 1968’de başlatılmasından sonra, TRT yine ilk kez renkli televizyon
yayıncılığını 1 Temmuz 1984’de devreye sokmuştur. Bu gelişmeyi TRT’nin 2. kanal yayınını
6 Ekim 1986’da başlatması takip etmiş ve böylece TRT’nin televizyon yayınları Ekim 1986
yılı itibariyle, tek kanal ve siyah beyaz olma gibi bir tekdüzelikten kurtularak izleyiciye
kısıtlı da olsa seçme şansı veren bir nitelik kazanmıştır.
Diğer yandan, basın alanında ise, 1985 yılı, ortaya çıkan gelişmeler açısından önemli bir yıl
olmuştur. O sene, basında 2 gelişme dikkat çekiciydi ve bunlardan ilki, renkli bir bulvar
gazetesi olarak ortaya çıkan Tan gazetesi, diğer yanda bir bölgesel gazete olan ve Ege
471
bölgesinde çıkan Yeni Asır’ın sahibi Dinç Bilgin tarafından İstanbul’da çıkartılmaya
başlanan Sabah gazetesidir. Tan gazetesi masa başında ürettiği asparagas haberlerle okurun
ilgisini çekmeye çalışırken 1 milyon satış rakamına ulaşmıştır, diğer yandan Sabah ise,
gazetenin hazırlanma aşamasında pikaj ve montaj işlemlerine gereksinim duymaksızın
bilgisayarlı sistemle gazetenin hazırlanması ve basılması konusunda ülkemizde ilk
uygulamayı başlatarak bu alanda önemli bir atılımın da liderliğini yapmıştır.
Türkiye’de 80’li yılların başından itibaren ve özellikle de 1980’lerin 2. yarısında basında
ortaya çıkan gelişme ve yenilikler dikkat çekicidir. 1980’e kadar Türk basınındaki gazeteler
aile işletmeleri konumunda olup, belli gazetelerin adları belirli aile adlarını çağrıştırır
durumdaydı. Milliyet gazetesinin, genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin 1979’da
öldürülmesinin hemen ardından, basın dışından bir isim olan ve farklı bir alandan gelen
günümüzün medya patronu Aydın Doğan’a satışıyla başlayan süreç 80’lerin 2. yarısında
Asil Nadir’in Türk basın yaşamına büyük bir kapitalle girişi sonucunda büyük bir ivme
kazanmıştır. Kıbrıslı işadamı Asil Nadir’in yurtdışından Türkiye’ye gelişi ve bazı basın
kuruluşlarını satış alması o güne kadar ülkede görülmemiş bir gelişmeydi. Bu, aynı
zamanda, basın dışı sermayenin basın alanına girişinin simgesi olması dolayısıyla da önemli
bir dönüm noktasıydı.
“Asil Nadir önce 1988 Haziran’ında Günaydın Gazetesi ile Veb Ofset grubunu satın aldı.
Günaydın, Tan ile birlikte Ulus, Sakarya ve Yeni Meram gazeteleri onun oldu. Ardından,
aynı yıl, Güneş Gazetesini yayınlayan Güçlü Gazetecilik, Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş.’nin
bağlı olduğu Gün Holding’i satın aldı… Asil Nadir, 1989, yılının başlarında önemli bir adım
daha atacak, Gelişim Yayınlarını Ercan Arıklı’dan satın almış ve böylece Asil Nadir’in sahibi
olduğu yayınlar önemli ölçüde artmıştır: Nokta, Ekonomik Panorama, Gelişim Spor, Bando,
Ev Kadını, Kadınca, Erkekçe, Marie-Claire, Mimarlık, Turist-Pasaport, Beyaz Dizi, Hıbır.”
(Topuz, 1989; 76)
1979’da Aydın Doğan’ın Milliyet gazetesini satın almasıyla başlayan ve 1988’de Asil
Nadir’in Türkiye’de bazı basın ve yayım kuruluşlarını almasıyla ivme kazanan basın dışı
sermayenin Türk basınında yer alması ile ilgili oluşum ve aile tipi basın işletmesinden,
finans-kapitali dışarıdan sağlanan basın kuruluşlarına geçiş modeli, döneme damgasını
vuran en önemli olaylardı. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde artık basın kuruluşları,
“tüketici” ya da “müşteri” odaklı çalışmaya başlamışlar, kitle gazeteciliği anlayışı ön plana
çıkmış ve gazetelerde haber merkezlerinin yanı sıra reklam ve pazarlama departmanları da
önemli ölçüde yönetimde ağırlıklarını hissettirir hale gelmişlerdi. Böylesi bir oluşumda
elbette ve kaçınılmaz biçimde, dünya konjonktüründeki gelişmelerin yanında, 12 Eylül
olgusunun ve Turgut Özal’ın uygulamaya koyduğu sosyo-ekonomik politikaların da
tartışmasız katkısı bulunmaktaydı.
“12 Eylül’ün basını büyük sermayeye devredecek ortamı yaratma girişiminin bir parçası
olarak toplumun depolitize edilmesinin ardından Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle devletbasın
ilişkilerinde yeni bir uygulama dönemi başladı… 1960-70’lerde haber ajansı gibi daha
çok mesleki yan kuruluşlara doğru yayılma eğilimi gösteren, basın kurumları, 1980’lerden
itibaren ticari nitelikli yapıların yan kuruluşları haline dönüştüler.”(Koloğlu, 1999; 75)
472
1990 Sonrası Türkiye’de Medyanın Gelişimi ve Ticari Yayın Faaliyetinin Başlaması
1990’lara gelindiğinde artık Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığında tekel olan TRT
Kurumu’nun işlevi ve konumu tartışılır durumdaydı. Özellikle Turgut Özal, radyo ve
televizyon yayıncılığı konusunda böylesi bir tekelin artık günün koşullarına ve gerçeklerine
uygun olmadığını, kamu hizmeti yayıncılığının yanı sıra özel ya da ticari yayıncılık
faaliyetine de geçilmesi gereğini, fırsat buldukça vurgulamakta ve tekrarlamaktaydı. Özal’ın
niyeti yasal boşluklardan da faydalanmak suretiyle özel radyo ve televizyon yayıncılığına
zaman kaybetmeksizin geçilebilmesiydi.
“1990 yılı başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD gezisinde yaptığı bir açıklamada,
yurtdışından Türkçe yayın yapılmasını engelleyen bir kural olmadığını, bir kanal
kiralayanın Türkiyeʹye yayın yapabileceğini belirterek, tecimsel kuruluşların önünü açtı.
Aynı dönemde, Rumeli Holdingʹin sahibi Uzan ailesinin, İsviçreʹde kurdukları Magic Box
(MBI) şirketi aracılığıyla Almanyaʹdan Türkiyeʹye yayın yapmak üzere Eutelsat uydusundan
2 kanal kiraladığı ortaya çıktı. Böylece, ‘Türkiyeʹnin ilk özel televizyonu’ Star-1, 1 Mart 1990
tarihinde deneme yayınlarına başladı. 1990 yılının sonunda Cumhurbaşkanının oğlu Ahmet
Özalʹın da MBIʹya ortak olduğu sonradan anlaşıldı (1 yıl sonra, bu ortaklık kavgalı bir
şekilde bozulacaktı).” (Kejanlıoğlu, 2004; 10)
1990’lı yılların hemen başında ortaya çıkan bu gelişme elbette devletin en üst makamını
temsil eden Turgut Özal’ın katkı ve yönlendirmesiyle gerçekleşmiş fiili bir durumdur.
Kasım 1989’da Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Özal’ın seçilmesinin üzerinden kısa bir süre
geçmesine karşın böylesi bir oldu bittiye göz yumması elbette yasalar açısından uygun
değildi. Ancak burada Özal’ın bu durumun ortaya çıkışındaki katkılarını da gözden
kaçırmamak gerekmektedir. Star-1 televizyonu Mayıs 1990 itibariyle ülke çapındaki
yayınmalarının alanını genişletmiş ve Ocak 1991’de başlayan 1. Körfez Savaşı’nda da
etkinliğini arttırarak izleyicinin aradığı bir televizyon kanalı durumuna gelmiştir. O
dönemde, körfez savaşından TRT’nin yapmış olduğu kısmen de olsa sansürlü yayına
karşılık, anında ve sansürsüz gerçekleştirdiği yayınlarla Star-1 televizyonu izler kitle
tarafından aranır hale gelmiştir. Dünyada yakından izlenen bir sıcak gelişme olan Körfez
Savaşı’nın yayınında, TRT’nin izlemiş olduğu yayın politikasını yıllar sonra Can Dündar
anılarında şöyle aktarır:
“O karlı Ankara gecesinde, üzerimde kalın bir kazakla TRT’nin Kavaklıdere’deki binasına
giderken benden ne beklediklerini bilmiyordum. Kurumda bir süredir Bülent Çaplı ve
Gülfem Aslan’la birlikte ‘CNN Dünya Raporu’ programına haber hazırlıyor, CNN’le
ilişkileri yürütüyorduk. Haber Dairesi katına çıktığımda derhal stüdyoya girmemi
söylediler. CNN yayını ekrana verilecek, ben de anında tercüme edecektim.
İyi de koca yayın kuruluşu, aylardır beklenen bir savaşa neden hazırlıksız yakalanmış ve bir
simültane tercümanın yapabileceği bu işi bana yıkmıştı? Bunun nedenini, stüdyoya girerken
yapılan tembihlemeden anladım. CNN, ilk yayınında Bağdat bombardımanına İncirlik’ten
kalkan uçakların da katıldığını bildiriyordu. Oysa Dışişleri henüz bu bilgiyi doğrulamamıştı.
O yüzden her söyleneni bire bir tercüme etmeyecek, savaşa Türkiye’nin dahlini çağrıştıran
ifadeleri ayıklayarak yayına verecektim.”(Dündar; 2003)
Böylece, 1991 yılının 16 Ocak’ını 17 Ocak’a bağlayan gece 1. Körfez Savaşı’nın başlangıcı
olarak hafızalarda yer ederken, Türkiye’de de televizyon yayıncılığı açısından önemli bir
473
dönemeç dönülmüş oluyordu. Bu aynı zamanda radyo ve televizyon yayıncılığı açısından
da 1994 Nisan’ına kadar devam edecek denetimsiz dönemin başlangıcıydı. Bu denetimsiz
dönemde radyo ve televizyonlar, birbiri ardına açılmış ve yayın yaşamına başlamışlardır.
Ortaya çıkan böylesi bir gelişmede, hiç kuşkusuz, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çok
önemli ve etkin rolü vardı. Nitekim tarihsel gelişme süreci dikkatle incelendiğinde bunun
ipuçlarına da kolaylıkla ulaşılmaktadır. Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te ölümünün hemen
ardından yasal dayanakları olmaksızın fiili biçimde yayın yaşamlarını sürdüren tüm özel
radyo ve televizyonlar kapatılmış ancak kamuoyunun baskısı ve bazı siyasilerin bu gelişmeyi
kendi lehlerine kullanma çabasının yarattığı ortamda bu kez de 1982 Anayasası’nda
gerçekleştirilen değişiklikle özel radyo ve televizyon kanallarının kurulmasına dayanak teşkil
edecek olan yasal çerçevenin temeli atılmıştır.
“8 Temmuz 1993ʹte Anayasaʹnın 133. maddesinde yapılan değişiklikle, ‘…radyo ve
televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde
serbest’ bırakıldı… Bu anayasal düzenlemenin ardından yeni yasa beklentisine girildi ve
medya savaşları kızıştı.”(Kejanlıoğlu, 2004; 11)
Böylece TRT Kurumu’nun radyo ve televizyon yayıncılığında elinde bulundurduğu tekel
ortadan kalkmış oluyordu. Bu gelişmeyi ülkedeki radyo ve televizyon yayıncılığının yasal
çerçevesi olan ve 20 Nisan 1994’de resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 3984 sayılı
“Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun” başlıklı yasa takip
etmiştir. Bu oluşum, özel yayıncılığın yasal çerçevesinin çizilmesinin yanı sıra aynı zamanda
1980’den o güne kadar uzanan gelişmenin de tamamlayıcısı olması bakımından önemlidir.
Sosyal devletin zamanla serbest pazar ortamından çekilişi ve ortamın tam rekabet
koşullarına açılması yukarıda da belirtildiği gibi, neo-liberal politikalar gereğiydi ve bu
yaklaşım modeli Özal’dan sonra da sürdürülmüştür. Bu politikanın istikrarlı biçimde
sürdürülmesinde ise en büyük pay, dünyadaki küreselleşme eğilimi ile konjonktürel
gelişmelerdi.
Türk basınında ise, 1990’ların özellikle ilk yarısı, gazetelerin promosyon savaşlarıyla geçmiştir.
1980 sonrası bilinçli okur potansiyelini yitiren ve kitle gazeteciliğine yönelen basın
kuruluşlarının, çıkardıkları gazetelerin yanı sıra radyosu, televizyonu, internet sitesi ile ticari
girişimleri olan ve holdingler bünyesinde yer alan şirketler haline dönüştükleri görülür. Bu
dönemde gazeteler, portföylerinde bulundurdukları –ki bu deyim dönemin moda olan
söylemidir- tüketici kitleyi çeşitli promosyonlarla elde tutma çabaları içine giren ticari
kuruluşlar halini almış ve bu da, içerik bakımından belirgin bir yozlaşmanın ortaya çıkışına
ve bilinçli okur kitlesinin basından uzaklaşmasına neden olmuştur.
“92 yılından sonra tıraş bıçağı, diş macunu, masa örtüsü, balon, uçurtma, buzdolabı torbası,
omo, halk ekmek, sabun, çöp torbası, margarin gibi … hediyeleri okuyucularına iletmeye
başladı gazeteler. Neydi bundan amaç? Gazetelerin satışını sağlamak, gazetenin tirajını
yükseltmek … 60’lı yılların başında da toplam tiraj 3 milyondu… Bugün de 3 milyon
civarında, ama o zaman Türkiye’nin nüfusu bugünkünün üçte biriydi … Oransal olarak
baktığımız zaman tiraj sabit kalıyor fakat fert başına gazete kullanımı ise … düşüyor.”
(Vuran, 1996; 80)
1990’lı yıllarda artık gazetelerin içerikleri ve haberlerinden çok, satış sırasında verdikleri
hediyeler ön plana çıkmış okumayan ancak bakan bir izler kitlenin varlığı ise, verilen
promosyonlara göre yüzer-gezer bir kitlenin oluşumuna neden olmuştu. Basında kendi
474
sorunlarına yabancılaşmış, magazin içerikli haberleri gören halkın gazetelere olan talebi ise,
yozlaşma ve magazinleşmeyle ters orantılı olarak giderek alt seviyelere düşmekteydi. Bu
dönemde yozlaşma ve magazinleşme ne oranda arttıysa toplumun gazeteye olan ilgi ve
eğilimi de o ölçüde azalmıştır.
Türkiye’de 1975 yılında okur-yazar nüfus 16,5 milyon, toplam tiraj ise 1 milyon 940 bin
civarında seyrederken bin okur-yazara 117 gazete düşmekteydi. 1975 yılında ise, okur-yazar
sayısı 21,3 milyona çıkmış tiraj, 2 milyon 100 bine yükselmişti. Oranlandığında ise, bin okuryazara
99 gazeteye inildiği görülmektedir. 1980 yılında bu oran, bine 78’e, 1990’da bine 83
olmuş, 1995’te ise bine 60 oranına gelmiş dayanmıştır. (Nebiler, 1995; 109)
Burada aktarılan verilerden de açıkça görülmektedir ki, gerek nüfusun gerekse okur-yazar
sayısının ülkede artması gazete okunma oranına aynı şekilde yansımamış ve dolayısıyla
gazete okuma alışkanlığının oransal olarak bir düşüş içine girdiği belirgindir. Böylesi bir
düşüşün ortaya çıkışında doğal olarak pek çok etken rol oynamıştır. Ancak burada basın
kuruluşlarına ve gazetelere duyulan güvensizliğin de önemli bir rol oynadığı çok açıktır.
Basın özellikle 1990’lı yıllarda amaç dışı kullanılmasıyla mecrasından sapmış işbaşındaki
hükümetlerle ve kapital sahipleriyle yakın ilişkiler kurmak suretiyle de gerek bağımsızlığından
gerekse itibarından önemli ölçüde kayba uğramıştır.
Nitekim, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden oluşan Akademedya grubunun
1995 yılının ilk aylarında yaptığı araştırmada çıkan sonuca göre, gazete okurlarının yüzde 86’sı
basına güvenmemekte ve basını saygın bulmadığını belirtmiştir. Nebiler, 1995; 112)
Diğer yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi geçmişin gazeteleri ve basın kuruluşları,
özellikle 1990’lı yıllarda birer medya holdinge dönüşmüş ve artık arkasında televizyonu,
radyosu, halkla ilişkiler şirketi ile internet kuruluşu olmayan gazeteler ticari açıdan piyasada
itibar görmez hale gelmişlerdir. 1980 öncesi okurun güvenine sahip olmayı kendine hedef
edinen basın kuruluşları, artık ticari olarak kar marjının arttırılması ve daha çok tiraja
ulaşmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında içerik önemli değildi,
önemli olan okurun ya da daha doğru bir deyişle müşterinin malı alması ve tüketmesiydi.
Bu durumda gazete çalışanlarının kalifiye elemanlardan oluşması da gerekmiyordu. Nasıl
olsa içerik yerine promosyon faaliyeti satışın arttırılmasında en etkin rolü oynamaktaydı.
Deneyimli gazeteci Hasan Pulur, bir makalesinde geçmişten günümüze Türk basınında
görülen itibar kaybını şöyle aktarmaktadır:
“Özellikle 1960 ile 1980 arasındaki Türk basını kesinlikle güvenilir bir basındı. O zamanlar
köy kahvelerinde gazete yazıyorsa doğrudur diye konuşurlardı. Maalesef 80’den sonra ise
‘aldırma gazete yazıyor’ deyip geçiyorlar. Çünkü Türk basını makineye yaptığı yatırımı,
insana yapmamıştır. Makineye yapılan yatırım kolay bir yatırım…. Ama insana yatırım
yapmak uzun vadeli bir iş.” (Pulur 1996; 946)
Özellikle 1990 sonrası Türk medyasında, plazalara, teknolojiye ve makinelere yapılan
yatırımların, yine aynı dönemde kaliteli gazeteci yetiştirilmesi amacına yönelik olarak
gerçekleştirilmediği bunun da mesleki bir erozyona ve haber ile habercilik kalitesinin
düşmesine neden olduğu açıkça görülmekte ve bilinmektedir. Diğer yandan böylesi bir
yaklaşımında mesleğin saygınlığı ve güvenirliği açısından istenen bir olgu olmadığı da açıktır.
475
“Gazeteciler arasında her eline kalem alan gazeteci sayılmaz. ‘Şeklen gazeteci’ diye
tanımlanabilecek bir gazeteci modelinin ön plana çıktığı 1990’ların ilk yarısında basında
yaşanılan ağır bunalım, ekonomik güçlükler, enflasyon, iletişim özgürlüğünü kısıtlayıcı yasa
ve kararnamelerin varlığı ‘gazeteci kimdir’ sorusuna farklı boyutlarda yanıt aratmaya
başladı… ‘Fotoğraf çeksin, bir de iyi-kötü not tutsun yeter’ anlayışıyla ‘gazeteci’ diye
çalıştırılan bazı kişiler basına duyulan saygının, güvenin süreç içinde zedelenmesine yol
açan nedenlerin başında geliyor.” (Yiğenoğlu 1996; 96)
Bu sonucun ortaya çıkmasında ucuz işçiliğin tercih edilmesi ve ucuz işçinin maliyetinin
işverene ağır gelmemesi gibi nedenler önemli rol oynamaktadır. Ancak bu olay başka bir
açıdan değerlendirildiğinde, çalışan gazetecinin kalifiye olmaması, kendi özlük hakları
açısından fazla ısrarlı ve takipçi olmaması gibi bir olguyu da ortaya çıkarmaktadır.
Prof. Dr. Taner Berksoy konuya ilişkin olarak şu yorumu yapmaktadır: “Bizim iktisadi…
yapılanmamızda, dünya ekonomisiyle alış-verişimizdeki nirengi noktası ucuz işçiliktir. Yani
biz dünyaya ucuz işçiliğin bize sağladığı avantajlardan kaynaklanan malları satarak, ihraç
ederek entegre olmayı, onlarla o yönde alış-veriş etmeyi benimsemişiz. Ucuz işçi vasıfsız
işçidir. Vasıflı insan ucuz olmaz. Dolayısıyla dünyaya karşı bu avantajımızı sürdürebilmenin
tek yolu bizim kitle halinde vasıfsız işgücü yaratmamız ve ücreti de bu açıdan
bastırmamızdır, dolayısıyla bizim medyanın ürün ürettiği pazarın dar olması ve oradan bir
takım tekelleşme ivmelerinin gelmesi daha üst düzeyde yapılan bir yanlış tercihten
kaynaklanmaktadır. Biz dünyayla ucuz işçiliğin, ucuz emeğin bize getireceği avantajların
dışında bir alanda avantaj arayarak alış-veriş yoluna gittiğimiz takdirde işgücümüzü
eğitmek, vasıflandırmak zorunda kalacağız… Nüfus istatistiklerine baktığınızda, bizdeki
okuryazar oranı hızlı olarak artar, fakat sadece okuryazar kitlesi hala büyük ölçüde
ağırlığını korumaktadır… Bunun medyaya yansıması da, medyanın ürün arz ettiği pazarın
sınırlarını fevkalade dar tutması ve orada çok kolay tekelleşmeye imkan
tanımasıdır.”(Berksoy, 1996; 45-46)
1980’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yıllarda medyada çok geniş biçimde görülen olgulardan
biridir magazinleşme. Magazinleşme olgusu, popülist milliyetçi söylemin medyada yer
almasında etkin bir rol üstlenmiştir. Burada 1980 sonrası ülkede ortaya çıkan yeni değer
yargılarının yanı sıra medyanın üstlenmiş olduğu işlev ve sorumluluk da dikkatlerden
kaçmamalıdır.
“Liberal milliyetçilik anlayışını medya popüler hale getirmiştir. Medya bu olgunun popüler
hale gelmesinde başlıca rolü oynarken bunu medyanın ’80 sonrasındaki değişen yapısı ile
açıklamanın daha anlamlı olacağını belirtmeliyiz.Türkiye’de medya yapısının değişime
uğraması, ’80 sonrası yeni liberal politikalar doğrultusunda bu yeni yapıya uyumlu olacak
biçimde olmuş, değişik sermaye gruplarının medyaya girmesi ile medya ve politikacılar
arasında geçmişten beri olan ilişki daha da yoğunlaşmıştır. Bu konuda Sabah gazetesi
dönemin liberal politikalarıyla uyum sağlamış bu liberal politikaları aktaran önemli bir
gazetedir. Bu dönemden itibaren medyanın yeni liberal politikaların hizmetinde bulunmaya
başladığını ve bu politikaları topluma benimsetmeyi temel bir görev olarak kabul ettiğini
söyleyebiliriz.” (Konyar, 2001; 81)
Dolayısıyla bugün medyada yaşanılan popülerleştirilmiş liberal milliyetçi söylem, aynı
zamanda kendi içinde magazinsel bir yaklaşımı barındırmaktadır. Böylesi bir yaklaşım
modelinin ortaya çıkışında ise, 1980’li yıllarda ülkemizde medyanın durum ile yapısal,
476
yönetsel ve ekonomik niteliği rol oynarken, medyaya giren finans kapitalin de böylesi bir
olgunun ortaya çıkmasında katkısı büyük olmuştur. Bugün holding durumuna gelmiş olan
medya kuruluşları temelleri 1980’li yılların ortalarında atılmış olan bir sistemin adeta somut
birer göstergesi durumundadırlar. Gazetecilerin özlük hakları ise, 1980 sonrası uygulama ve
gelişmeler dolayısıyla önemli ölçüde kısıntıya uğramış ayrıca gazetecilerin sendikalaşma
hareketi de ülkemizdeki birkaç medya patronunun bu dönemdeki girişimiyle işlevsiz hale
getirilmiştir. Kuşkusuz böylesi bir gelişmede, Özal’ın uyguladığı ve dünyada da o dönemde
bir eğilim şeklinde ortaya çıkmış olan serbest pazarcı neo-liberal ekonomi politikaları,
toplumun apolitize edilmesi çabaları ile Friedmancı uygulamaların etkisi bulunmaktadır.
1980 sonrasında çalışanların ve toplumun diğer bireylerinin adeta “atomize” hale getirilerek
toplumsal yaşamda herkesin kendi çıkışını ve kurtuluşunu elde etme çabaları, bireysel bir
düzleme yönlendirilmiş ya da indirgenmiş, toplum olma, birlikte hareket etme bilinç ve
isteği yok edilmiştir.
Sonuç
Türkiye’de 1980 sonrası medyada magazinleşme olgusu geniş ölçüde görülmüş, 1990’lı
yıllarda ise gerek özel televizyon ve radyo yayıncılığının başlaması gerekse medya
sektörüne giren finans-kapitalin kaynağı bu sürecin daha da ivme kazanmasında
hızlandırıcı bir işlev görmüştür. 1980 öncesi dünyada devam eden soğuk savaş ve bunun
etkileri kaçınılmaz biçimde Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Batı ittifakının demir perde
ülkeleri karşısındaki politik ve çatışma alanlarındaki görece başarısızlıkları yeni bir dünya
düzeni ve kurgusunu zorunlu hale getirmekteydi. Bu kurguda ülkemizin de rolü
bulunmaktaydı ve sistemin yeniden gözden geçirilmesi gereksinimi Türkiye’de de kendisini
hissettirmekteydi. Bu gelişmeler doğrultusunda 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla, aslında
Türkiye’de yalnızca ekonomi alanında değil, aynı zamanda toplumsal bağlamda radikal
değişimin de yolu açılmaktaydı. Ülkemizde 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahale
yalnızca o dönemde kontrolsüz biçimde devam eden terörün önünü kesmekle kalmamış
aynı zamanda 24 Ocak’ta alınan ekonomik ve sosyo-politik kararların da uygulanmasında
başrol üstlenmiştir. 12 Eylül 1980 öncesi ülkede her şeyin aşırı politize olmasına karşın, bu
tarihten sonra toplum adeta hafızasından arındırılmak suretiyle apolitik bir mecraya
taşınmak istenmiş ve bugünkü sonuçlar dikkate alındığında bu, başarılmıştır. Günümüzde
gelinen noktada toplumun apolitize edilmesinde kaçınılmaz biçimde medyanın işlevi ve
sorumluluğu bulunmaktadır. 12 Eylül sonrası basın üzerinde oluşan baskının yarattığı hava
içinde gazeteler magazin habere yönelmiştir. 1980’den sonra basında görülen önemli
değişikliklerden biri de artık gazetelerin birer aile işletmesi görünümünden çıkmış olduğu
gerçeğidir. Bu gerçek 1990’lı yıllarda radyo ve televizyon yayıncılığında TRT tekelinin
kırılmasından sonra daha da belirgin hale gelmiş eski dönemin gazeteleri medya holding
durumuna gelmiştir. Soğuk savaşın sona ermesi, Friedmancı ekonomi politikaları ve neoliberal
piyasa ekonomisinin de etkisiyle, özellikle 1990’ların 2. yarısından itibaren
Türkiye’de, medya kuruluşlarının toplumsal sorumluluklarından uzaklaşarak kendi
çıkarları ya da mensup oldukları güç odaklarının istekleri doğrultusunda yayın
politikalarını yürüttükleri görülmektedir. Medyada magazinleşme olgusu bu dönemde ve
halen daha önce görülmemiş biçimde devam ederken halkın gazete okuma alışkanlığında da
oransal anlamda görece bir düşüş kaydedildiği görülmüştür. Türkiye’de okuma-yazma
oranının ve nüfusun artışı karşısında gazete okuru sayısı ne oransal ne de sayısal bağlamda
bir artış göstermiştir. Bu sonucun ortaya çıkışında genel anlamda belirtmek gerekirse,
toplumsal sorunlara yabancılaşmış bir yayın politikası izlenmesinin etkisi büyüktür. Diğer
477
yandan özel radyo ve televizyonların başlangıçta fiili olarak başlayan yayın yaşamı, 1994
Nisan’ı itibariyle yasal bir çerçeveye oturtulmuş olup halen de uygulamada önemli ölçüde
eksiklikleri ve aksaklıkları içermektedir. Günümüzde medyada görülen magazinleşme
olgusunun ortaya çıkışında 1980’den sonra ekonomik ve siyasi iktidarla iç içe geçmiş bir
örgü görünümü arz eden medya kuruluşlarının ya da holdinglerinin, büyük ölçüde etkisi ve
sorumluluğu bulunmaktadır.
Kaynakça
BERKSOY, Taner (1996). “Medyada Tekelleşme”, Basın Kendini Sorguluyor, TGC
Yayınları, İstanbul.
DÜNDAR, Can. “TRT’den Nasıl İstifa Ettim?”, Milliyet, (9 Ocak 2003).
ERGÜL, Hakan (2000). “Türkiye’de Televizyon Kanallarında Haberin Magazinleşmesi ve
Eğlenceyle Dolayımlanan İdeoloji”, 1. Ulusal İletişim Sempozyumu Bildirileri 3-5
Mayıs 2000, Gazi Üniversitesi İletişim Dergisi Yayınları, Ankara.
KABACALI, Alpay (1994). Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
KEJANLIOĞLU, Beybin. “Radyo Tv Yayıncılığı Siyasası”,
www.bianet.org/diger/arastirma222.htm (erişim 16.02.2004)
KOLOĞLU, Orhan. “Medya-devlet ve Sermaye”, Birikim, Ocak 1999.
KONYAR, Hürriyet. “Magazin Medyasındaki Popüler Milliyetçi Söylemlerin İşlevleri”,
Birikim, Nisan 2001.
NEBİLER, Halil (1995). Medyanın Ekonomi Politiği, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
OKTAR, Suat (Tarih Yok). Makro İktisat Ders Notları, Marmara Üniversitesi İktisadi İdari
Bilimler Fakültesi, İstanbul.
PULUR, Hasan. “Bizim Mesleğimiz”, Yeni Türkiye Medya Özel Sayısı II, Sayı:12, Kasım-
Aralık 1996.
TOPUZ, Hıfzı (1989). Basında Tekelleşmeler, TÜSES ve İLAD Ortak Yayını, İstanbul.
TUNÇAY, Mete. “Cumhuriyet’in Dönüm Noktaları”, Radikal Gazetesi Cumhuriyet Eki,
(29.10.2003).
VURAN, Ateş (1996). “Medyada Promosyon”, Basın Kendini Sorguluyor, TGC Yayınları,
İstanbul.
YİĞENOĞLU, Çetin (1996). Metelikten Medyaya, Çağdaş Yayınları, İstanbul.