Prof. Dr. Meryem KORAY
20. Yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan tartışmaların çoğu adeta belleğimize kazınan kürselleşme kavramı çerçevesinde gelişti dersek sanırım yanlış olmaz. Ancak bu çok tartışılan kavram ve olgu konusunda birçok farklı yorum ve değerlendirme olduğu da kesin. Yeni fırsatlardan olduğu kadar artan eşitsizliklerden söz edenler de var, dünyanın küresel bir köye benzediğini söyleyenler de, farklılık taleplerinin arttığını vurgulayanlar da. Ve galiba tüm bu yorumlar baktığınız açıya göre doğruluk taşıyor. Kuşkusuz her tür sosyal olayda olduğu gibi hem yorumlar çeşitli, hem de açıklamalar kaçınılmaz olarak az ya da çok belirli bir ideolojik arka plana sahip.
Ben de öncelikle küreselleşme ve ulus-devlet ilişkileri, ekonomi ve siyasetin etkileşimi gibi konularda ortaya atılan görüşlere değinirken, hem bu görüşlerin gerisinde yatan temel ideolojik yaklaşımları, hem de bu görüşlerin ışığında kendi açımdan önemli gördüğüm bazı tartışma noktalarını dile getirmek istiyorum. Konuyu ve bu tartışmaları üç temel eksende ele almayı düşünüyorum. İlk olarak küreselleşmenin yorumu konusundaki tartışmalara değineceğim; ikinci olarak küreselleşme süreci ve ulus-devlete ilişkin tartışmalara değinmek istiyorum; üçüncü olarak da bugünkü küreselleşmenin yoğunlaştırdığı yeni siyaset ve demokrasi arayışlarına değinerek bir bakıma küreselleşen dünyada ekonomi-siyaset ilişkilerini tartışma alanına getirmek istiyorum. Buradaki temel soru küreselleşmenin bizatihi kendisinin siyasal ve demokratik bir nitelik taşıyıp taşımayacağı ile ilgili olacaktır.
Küreselleşme Ne?
Küreselleşme ile ilgili olarak ortaya atılan tartışmaların başında kürselleşmenin ne anlam taşıdığı, neyi temsil ettiği konusunun geldiğini görüyoruz. Gerçekten küreselleşme ne? Kuşkusuz onu, ortaya çıkan verilerle açıklamak bir yol, ancak asıl olan bu verilerin arkasındaki güçler meselesini çözebilmek gibi görünüyor. Tartışma ve farklılıkların ilk boyutu da bu noktada ortaya çıkıyor.
Küreselleşme sürecinin bugün kazandığı boyutlar ekonomik, teknolojik, siyasal alanlarda karşımıza çıkıyor ve küresel, bölgesel, ulusal ve bireysel düzeyde olmak üzere birçok düzeyde yaşamımızı etkiliyor. Birkaç örnek vermek gerekirse şunları hatırlayabiliriz. Örneğin mal üretiminin nasıl hızla arttığına ve üretimin parçalanarak neredeyse tem yerküreye yayıldığına tanık oluyoruz; mal ve hizmet piyasasının küresel bir boyut kazandığını ve örneğin 1985-1994 arasında dünya ticaret hacminin dünya hasılasındaki artış oranın iki katı büyüdüğünü görüyoruz[1]. Toplam direkt yurtdışı yatırımların dünya hasılası içindeki payının 1980-1994 arasında ikiye katlandığını ve daha da önemlisi günlük sermaye dolaşımının, 1980 ortalarında 200 milyar dolayında iken, 1990 ortalarında 1.2 trilyon dolara ulaştığını öğreniyoruz[2]. Buna bağlı olarak hemen her ülkede yatırımcı sermayeden çok finansal sermayenin, reel sektörden çok mali sektörün büyümesi gibi gerçekliklerle karşılaşıyoruz. Örneğin 1983-1987 arasında gelişmekte olan ülkelerin dünya direkt yatırımlarından aldığı pay % 24’den % 32’ye çıkarken, tahvil ve bono akışlarının çok daha hızla büyüyerek 1983’de dünya hasılası içindeki % 05’lik payını 1989’da % 2’ye, 1996’da % 4’e çıkardığını biliyoruz[3]. Bu nedenle de ABD’de sermaye piyasasının değerinin 1989-1997 arasında üç kat büyüdüğü, 1991-1996 arasında Amerikalıların net finansal varlıklarının 5.5 trilyon dolar arttığı gibi bir gerçeği öğrenmekle şaşırıyoruz[4]. Bu büyüme kuşkusuz şirket evlilikleri, şirketlerin çok uluslu olmanın ötesinde ulusötesi (transnational) bir nitelik kazanmaları gibi gelişmelerle birlikte gerçekleşmekte ve küresel şirketler artık tüm dünyayı etkileyen bir ekonomik güce ulaşmaktadır. Karşımızda artık küresel piyasa ve bu piyasayı elinde tutan küresel şirketler vardır. Ve bu arada piyasanın ve şirketlerin mi, yoksa dünyanın mı küreselleştiği tartışmaları içinde yoğrulup durmaktayız.
Öte yandan siyasal açıdan ulusal devletlerin özellikle gelişmekte olan ülkelerde ekonomik ve siyasal etkinliğinin azalması ya da zorlanması, IMF, Dünya bankası gibi ulusötesi kuruluşların veya küresel şirketlerin isteklerine “uyum ajansı” gibi çalışması gibi gerçeklikler de yüzümüze çarpmaktadır. Gerçekten ulus-devletler küreselleşme sürecinde birçok önemli çelişki ile karşılaşmaktadırlar. Birinci çelişki sermayenin artan isteklerinden kaynaklanmaktadır. Artan hareket kabiliyeti nedeniyle sermaye devletlerden artık eskisine göre çok daha fazla rahatlatıcı koşullar istemekte, aksi halde kaçmak ya da hiç gelmemek gibi bir tehdidi kullanmaktadır. Rahatlatıcı koşulların yanı sıra istikrar ve güven sağlanması da önemli bir koşul olarak öne sürülmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde artan borçlar ve yabancı sermaye gereksinimi nedeniyle bu istekler neredeyse “kurala” dönüşmektedir. Öte yandan artan kamu borçları finansal sermaye için büyük kar sağlayan bir alan oluşturur ve bu sermayeye önemli bir gelir transferi sağlarken, artan borç ve faiz ödemeleri içinde devletin toplum hayrına bir iş görmesi neredeyse imkansız hale gelmektedir. Devletin ulusal politikaları hayata geçirme açısından uğradığı bu zafiyet kuşkusuz devlete ve genel olarak siyasete olan güveni sarsmakta, bu da genel olarak ulusal politikaları var edecek ve besleyecek olan “toplumsal angajmanı” olumsuz etkilemektedir. Kısaca devletin zaafları, siyasetin zaafa uğraması gibi talihsiz bir sonuca neden olmaktadır. Bunun birey açısında doğurduğu sonuçları, örneğin siyasal ve demokratik hakların işlev kaybını da unutmamak gerek.
Kuşkusuz burada devleti ve ulusal politikaları zaafa uğratan içsel faktörlerden de söz edilebilir. Her ülkede göze çarpan bireyin özgürlük talepleri, farklılıkların vurgulanması, kimlik arayışlarının önem kazanması, demokratik mekanizma ve süreçlerin ciddi yetersizlikler göstermesi, demokratik sisteme ilişkin inanç bunalımlarının ortaya çıkması, siyasal yapıda kirlenme ve yozlaşmaların artması gibi daha birçok faktör devletin ve siyasetin gözden düşmesinde rol oynamaktadır. Bunlara genel olarak modernitenin sorunları dense de, bunların yanı sıra hızlanan küreselleşme sürecinin de bu sorunların artmasına yol açtığı açıktır. Kısacası 20. Yüzyılın sonlarında küreselleşme ve modernite krizi bir arada var olmakta ve her iki alanda da en çok sorgulanan devlet ve siyaset olmaktadır diyebiliriz.
Bu nedenle, göstergelerinden çok, sonuçlarını nasıl yorumlayacağımız meselesi küreselleşme konusunda birinci tartışma konusu olarak gündeme gelmektedir. Bu gelişmeler ve adına küreselleşme dediğimiz olgu neyin nesidir? Yeni bir gelişme midir, yoksa tekerleğin bulunuşuna kadar giden teknolojik gelişmenin halkalarından biri midir? Arkasında bir mantık var mıdır, yoksa oldukça düzensiz ve anarşik bir gelişme ile mi karşı karşıyayız?
Bu konuda ortaya atılan tartışma ve yorumlar çok ve çeşitli. Ancak bunları üç temel grup içinde özetleyebileceğimizi düşünüyorum. Bir grup tartışmacı, küreselleşmeyi yalnızca öne çıkan verilerle ortaya koymak, bunu büyük ölçüde teknolojik gelişmelere bağlamak gibi bir yaklaşımı benimsiyor. “Teknolojik gerçekçi” diyebileceğimiz bu grup, teknoloji gibi küreselleşmeyi de adeta kendiliğinden ortaya çıkan yansız bir gelişme olarak takdim ediyor. Onlara göre bilgisayar ağırlıklı teknolojiler, kolaylaşan bilgi aktarımı ve iletişim, ucuzlayan ulaşım hep birlikte sermaye dolaşımını kolaylaştırdılar, şirketlerin küresel düzeyde bir üretim ağı kurmasına yol açtılar ve de artan iletişim sayesinde bizler de “küresel köyde” benzer yaşam ve tüketim alışkanlıkları edindik. Sonuç olarak, hepimizin hayatına değiştiren ve bir o kadar da kolaylaştıran, birbirine yakınlaştıran kaçınılamaz, vazgeçilemez ve uzun dönemde tüm insanlık hayrına olacak bir gelişme süreci içindeyiz.
Başka bir tartışmacı grubu küreselleşmeyi “piyasanın mantığına” bağlıyor diyebiliriz. Piyasacı neo-liberal görüşe göre, hızlanan teknoloji ve artan üretim piyasaların dışa açılmasını gerektirdi ve 1970 ortalarından buyana ülkeler bu pazar mantığına uyarak ticareti serbestleştirmenin gerekleri doğrultusunda davranmaya başladılar. İşte bu nedenle 1945 sonrasında ve Bretten Woods Anlaşması’nın(1944) ulusal devletlere belirli bir otonomi bırakan sistemi içinde ulusal paranın korunması ve ithal ikameci politikalarla ulusal kalkınmanın sağlanması gibi önceliklerden, dış pazara açık büyüme eksenli bir ekonomi anlayışına geçildi. Bunun için korumacı politikalar kalktı, dış ticaret teşvik edildi, para piyasaları serbestleştirildi ve kısaca iç pazar ve talep yönlü politikalardan dış pazar ve arz yönlü politikalara geçmek elzem oldu denmektedir. Gerçekten, özellikle, gelişmiş ekonomilerde 1945 sonrası teknoloji üstünlüğüne dayalı dış piyasa egemenliği, iç piyasada talebi ve alım gücünü yüksek tutmaya yönelik “keynesyen” politikalar uzun süre büyümeyi güvence altına almışken, 1970 sonrasında koşulların değişmesi politika değişimini de getirmiştir. Japonya’nın dünya piyasalarında fark edilmeye başlayan gücü, petrol fiyatlarındaki artışlar gibi gelişmeler nedeniyle bu ekonomiler, iç pazardaki alım gücünü yüksek tutmanın da, gelişmekte olan ekonomilere iç pazarlarını koruma adına belirli bir otonomi bırakmanın da artık eskisi gibi büyümeyi garanti etmediği düşüncesini savunur duruma geldiler. Onlar için dış pazarları daha yakına getirmek ve daha kullanılır yapmak gerekiyordu; bunu da neo-liberal bir anlayışla ve küreselleşme yoluyla yapmak mümkündü.
Üçüncü grup tartışmacı küreselleşmeyi hem yeni bulmuyor, hem de bu süreci kapitalizmin mantığı ve işleyişine bağlıyor. Neo-marksist yaklaşımın tezi bu noktada. Bu yaklaşım içinde, küreselleşmenin en az 500 yıl önce keşif gezileriyle başladığı ve arkasındaki emperyal gücün desteğiyle daha o zamandan kapitalizme dayalı bir ekonomik-sistem kurduğu ileri sürülmektedir. Bugün de küreselleşme, kapitalizmin gelişmesi, yayılması ve derinleşmesi anlamını taşımaktadır. Örneğin 19. Yüzyılda İngiltere’nin bir dünya imparatorluğu olmasıyla 20. Yüzyılda ABD’nin dünyada kazandığı ekonomik ve siyasal güç aynı mantığı taşımakta, geçmişteki sömürge imparatorluğu ile bugün ABD’nin siyasal ve ekonomik imparatorluğu arasında sermayenin belirleyici gücü açısından önemli bir fark bulunmamaktadır. Bu nedenle 20. Yüzyılın sonlarında hız kazanan küreselleşme sürecinin gerisindeki temel dürtü de, sınırlı bir dünya ticareti içinde sermaye birikimi sorunu yaşayan kapitalizmin pazarı ve tekelci yapıyı genişletme ihtiyacıdır denilebilir. Örneğin İngiltere’nin dünya ticareti içindeki payı 1870’de % 24 iken 1938’de % 14 olmuştur; bunun gibi ABD’nin de 1950’deki payı % 18.3 iken 1980’de % 13.4’e düşmüştür[5]. 1950 sonrasında ABD gerçekten hem ulusal gelir, hem askeri harcamalar, hem de endüstriyel üretim açısından dünyada en büyük ve güçlü ülke konumundadır[6]. Öte yandan bugün de artan dünya ticaretine ve gelişen ekonomik ilişkilere karşın, iki kutuplu dünya gerçeği kendini korumakta, hatta dünyadaki gelir eşitsizliği daha da artmış görünmektedir. Örneğin bugün de dünyanın % 20’lik nüfusu üretimin % 85’ine sahiptir ve 1870 ile 1985 arasındaki dönemde en zengin ile en fakir ülkeler arasında kişi başına düşen gelir açısından fark en az altı kat daha artmış bulunmaktadır. Kısacası kapitalizmin gelişmesiyle yeryüzünde hep ekonomik açıdan bir eşitsizlik ve üstünlük, hatta bir hegemonya söz konusu olmuştur, merkez-çevre ayrımı yaratılmış ve büyümektedir; üstelik bu katmanlaşma kapitalizmin gelişmesi için de şarttır.
Bu bakış açısı içinde küreselleşme bir yandan kapitalizmin genişleme mantığı ile açıklanırken, kapitalizmin genişlemesinin yarattığı ve arttırdığı küresel eşitsizlikler kadar, sermaye ve emek arasında artan eşitsizlikler üzerinde de durulmaktadır. Hatta hızlanan küreselleşmenin genel olarak emek piyasasında yol açtığı olumsuz gelişmenin birçok yeni kavram yarattığını görüyoruz. Örneğin bir sınıflamaya göre küreselleşme süreci içinde; a) emeğin işgücü piyasası içinde konumu “değersizleşmektedir” (degradation of labor); b) sektörler “kadınlaşmaktadır” (feminization of labor); c) işler, koşullar ve düşük ücretler nedeniyle, “ev işine” dönüşmekte, bir anlamda kuralsızlaşmaktadır (housewifization of labor); d) “enformel” sektörler büyümektedir (informalization of labor); e) “geçici ve standart dışı işler” artmaktadır (casualization of labor); f) çalışma koşulları “üçüncü dünya”laşmaktadır (Latinamericanization of labor)[7]. Bütün bunların adına da “esneklik” ve “yapısal uyum” denilerek, çalışma koşulları iyi olan küçük bir emek grubunun dışında, büyük emek kitlesinin giderek bozulan çalışma koşullarına uyum sağlaması istenmektedir.
Öte yandan küreselleşme ile toplumsal, bölgesel eşitsizlikler derinleşir ve emeğin daha önce kazandığı sosyal haklar neredeyse “haksız talepler” olarak ilan edilirken, bunun karşılığında küreselleşmeye uyum sağlamaya ve ekonomilerini dışa açarken düze çıkarmaya da çalışan ülkelerde büyüme ve istikrar da garanti değildir. Tam aksine dışa açılma ile çok zaman ekonomik krizler birlikte varolmaktadırlar. O nedenle gelişmekte olan ülkeler için artık ne büyüme garantidir, ne de ekonomik ve sosyal istikrar. Artık çok bilinen ve çeşitli yorumlara yol açan ve bir zamanların mucize ülkelerinde ortaya çıkan krizlerin (Asya krizi gibi) yanı sıra, gelişmekte olan birçok ülkede sürekli bir krizin varlığından söz etmek daha uygun olmaktadır. Örneğin 1980’den buyana 100’den fazla gelişmekte olan ülkede ciddi bankacılık krizi yaşandığı ve örneğin Meksika’nın 1995’deki krizde bankacılık sisteminin çökmesiyle ulusal gelirin % 12’sini bulan bir maliyetle karşılaştığı belirtilmektedir. Ancak bu ülkelerde de borçların ödenmesi ve banka mevduatları garanti altındadır. Bu nedenle bugün gelinen noktada espri amacıyla da olsa, artık “bankacılar için sosyalizm”in geçerli olduğundan söz edilmektedir[8]. Gelirin dağılımı, işsizlik sorunları, refahın artması gibi sorunlar devletin sorunları olmaktan çıkarken, borçların ödenmesi ve banka garantileri temel sorun durumuna gelmektedir. Bu açıdan neo-markisist görüş, dünyadaki ekonomik gelişmeyi ve küreselleşmeyi “eşitsizliğin gelişmesi” olarak nitelemekte ve küreselleşmeyi, bu nedenle, bilinen “emperyalizmdir” olarak tanımlamaktadır.
Bu bakış açılarını özetlerken, çok zaman, bazılarının fazla ideolojik bulunduğunu, bazılarının ise daha nesnel değerlendirmeler olarak ele alındığını biliyorum. Ancak herhalde hepsinin belirli bir ideolojiyi barındırdığını kabul etmek en doğru yaklaşım olacaktır. Öte yandan hepsinde dikkate alınması gereken gerçeklikler ve boyutlar olduğunu söylemek de doğru olur. Bu açıdan, bu yaklaşımlar konusunda bir değerlendirme yapmadan, ancak hepsine belirli bir mesafeden bakarak, bunların ötesinde daha eleştirel ve bütüncül bir yaklaşım bulunabilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Bu nedenle de küreselleşmeyi teknolojik gelişmeler veya piyasanın mantığı gibi nesnel ve tarafsız kavramlarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar karşısında anahtar kavram olarak kullanılan kavramları tartışmaya açmak bana doğru gemliyor.
Örneğin küreselleşmeyi gerçekten teknolojik gelişmelere bağlamayı düşünürsek, teknolojik gelişmenin arkasındaki güçlerin neler olduğunu sormamız gerekmez mi? Bu gelişmeleri adeta “uzaydan inme” ya da “kendiliğinden ve doğal” olarak ortaya çıkan gelişmeler olarak göremeyeceğimize göre, herhangi bir teknolojik gelişmeden söz etmeden önce, bu teknolojinin yönü ve içeriği konusunda kimler karar veriyor veya etkili oluyor diye düşünmek gerekmektedir. Teknolojik gelişme, yatırımlarla ilgili kararlardan, araştırma-geliştirme çalışmalarına kadar uzanan birçok konuda verilen birçok kararın bir ürünüdür, hiç bir zaman yansız, tarafsız bir olgu değildir. Zaten genel olarak ekonomik etkinlikler sonuçta sosyo-politik kararların bir fonksiyonudurlar ve yeni teknolojiler de hem bu sosyo-politik kararların bir sonucu, hem de bu kararların verilmesinde kullanılan ve bunları kolaylaştıran araçtırlar[9]. Şimdi ise, hızlanan küreselleşme süreci içinde ekonomik etkinliklerin arkasında yer alan sosyo-politik kararların ve tabii ki teknolojik kararların yalnızca kar güdüsüyle hareket eden sermayenin çıkarı doğrultusunda alındığı endişeleri artmaktadır. Çünkü bu sosyo-politik süreçleri etkileyecek sermaye-dışı güçler (emek gibi) giderek daha etkisiz duruma gelirken, birçok konuda politik süreçler de devre dışı kalmaktadır.
Öte yandan piyasanın nesnelliği için de benzer şeyler söylenebilir. Bugün veya geçmişte, çok sayıda üretici ve tüketicinin karşılaştığı bir serbest piyasa acaba gerçekten hiç var olmuş mudur? Piyasanın görünmeyen elini ne ölçüde tarafsız ve kendiliğinden harekete geçen bir el olarak düşünmek mümkün? Örneğin çokuluslu ya da küresel denilen şirketlerin veya büyük bankaların müdahalesi ve yönlendirmesi olmayan bir piyasa düşünebilir miyiz? Kısacası geçmişte de, bugün de ekonomik yapıda tekelci özellikler bunca ortadayken, -bu tekelci yapıyı somutlaştırmak için bugünkü şirket evliliklerini hatırlamak bile yeter- hala piyasaların “serbestliği ve kendiliğindenliği” ne ölçüde geçerli bir iddia olarak kalabilir?
Bu noktada tarihçi Fernand Braudel’e dönmek sanırım konuyu epeyce aydınlatıcı özellik taşıyacaktır. Braudel, bize dünyadaki ekonomik gelişmeyi tarihsel bir perspektif içinde sunarken bugünü anlamak için de çok yararlı bilgiler veriyor. Ona göre kapitalizmin gelişmesi çok eski çağlarda ticaretle başlıyor ve belirli bir coğrafi alanı kaplayan, merkez ve çevresindeki bölgelerle tanımlanan dünya-ekonomi (world-economy) diye adlandırdığı merkezler etrafında (geçmişte Venedik, Amsterdam, Londra ve bugün New York) gelişiyor[10]. Yine ona göre ekonomik yaşam bu gelişme içinde üçlü bir yapı gösteriyor; en altta maddi hayatın üretimi yer almakta, onun üstünde üretici ve tüketicilerin karşılaştığı mübadele alanı olarak varolan ve çağlar boyunca üretimin ve pazarın genişlemesiyle gelişip büyüyen piyasa bulunmakta, bunun üstünde de tekelci karlarla oluşan (geçmişte de denizaşırı ya da uluslar veya bölgeler arası ticaret tekelci karları sağlıyor), bu nedenle mekanizmaları da kullanıcıları da piyasadan farklı olan kapitalist bir yapı varolmaktadır. Braudel’in piyasa ile kapitalist yapıyı ayırması ve hatta kapitalist yapıyı “karşı-piyasa” diye nitelendirmesi ilginçtir ve bu nedenle Wallerstein’a “Braudelyen bir piyasanın lehinde olmak bana neticede dünyanın eşitlikçi hale gelmesinden yana olmak gibi geliyor” dedirtmektedir[11]. Yine Braudel’e göre merkez ve çevre arasındaki katmanlaşma kapitalizme hayat vermektedir ve kısaca “kapitalizm dünya eşitsizliğinin bir eseridir”[12]. Küreselleşme sürecinde artan, örneğin daha önce değinildiği gibi kişi başına düşen gelirde altıya katlanan zengin ülke-fakir ülke eşitsizliğini başka nasıl açıklayabiliriz?
Bu gerçeklerin ışığında kapitalizmin gelişmesinin hep uluslararası boyutlar ve tekelci karlarla oluştuğunu büyük ölçüde kabul etmek gerekiyor. O halde bugün farklı olan nedir? Bugün küreselleşme derinleşmektedir deniyor; o zaman derinleşmesi ne anlama gelmektedir? Belki Braudel’in ayrımından yola çıkarak şöyle bir yanıt verilebilir: Bugün yalnızca en üst katmanda bulunan kapitalist yapı; ya da onun altında yer alan piyasa değil, daha aşağıda yer alan ve doğrudan günlük hayat ve onun üretimi küreselleşmektedir. Üretim ulusötesi şirketlerle küresel bir üretim biçimi alırken, bu küresel üretim beraberinde belirli tüketim kalıplarıyla, benzer bir yaşam biçimi de getirmektedir. Örneğin küreselleşmenin, yeryüzündeki insanların ve kültürlerin birbirine yakınlaşmasından çok, egemen bir kültürün kendini kabul ettirmesi biçiminde kültürel bir hegemonya yarattığı çok zaman eleştiri konusu olmaktadır. Bu açıdan bugün yaşanan küreselleşmenin ekonomik olduğu kadar yaşamın her alanına uzanan kollarıyla, yaşam biçimimizden değer yargılarımıza, alışkanlıklarımızdan inançlarımıza, kültürel özelliklerimizden söylemlerimize kadar hemen her şeyi küreselleştiren bir sonucu vardır. Öte yandan küreselleşmenin etkisi günlük hayat, benimsenen rol ve değerler, örneğin kadın ve erkek rollerinde bile ortaya çıkınca, küreselleşme giderek hem kendini besleyen, hem de, adına piyasa ekonomisi denilse de, gerçekte piyasa ekonomisiyle birlikte varolan kapitalist yapıyı güçlendiren bir ideolojik dönüşüme yol açmaktadır. Yani, çok zaman söylendiği gibi, piyasa ekonomiyle sınırlı kalmamakta, “toplum piyasalaşmaktadır”. Yine Braudel’e dönersek, Braudel “küçük azınlığın koruluğu olan kapitalizm, toplumun aktif suç ortaklığı olmaksızın düşünülemez” diyor. Öyle görünüyor ki, bugün küresel düzeyde birbirine yakınlaşan bu “maddi ve günlük hayat” anlayışı artık kapitalizme küresel boyutta bir “suç ortaklığı” sağlamaktadır.
Küreselleşme ve Ulus-Devlet Tartışmaları
Küreselleşme süreci içinde, yukarıda da kısaca değindiğim gibi, ulusal devletler açısından çelişkiler, sorunlar büyümekte ve ulusal politikaların uygulanması açısından yetersizlikler ortaya çıkmaktadır. Bu konuda da “rivayetler” muhtelif.
Bu konuda ileri sürülen yaklaşımlardan birini “gerçekçi veya gelenekçi” diye adlandırarak görüşlerini çok kısaca şöyle özetleyebiliriz[13]. Bu yaklaşımı benimseyenler aslında uluslararası arenada olup biten değişimlerin farkında olmakla birlikte devletin öneminin kalmadığı, işlevlerini yitirdiği ya da devletlerin yerini alacak yeni aktörlerin ortaya çıktığı gibi bir düşünceyi reddediyorlar. Onlara göre devlet hem içerde otoritenin, egemenlik alanının, meşruiyetin ve düzenin kaynağı, hem dış ilişkilerde ancak öteki devletlerle eşitlenen bir güç odağı. Bugün de aslında devletin önemi azalmamakta, yalnızca işlevlerinde değişiklik ortaya çıkmaktadır; örneğin asıl görevleri olan ulusal güvenliğin sağlanması yerine giderek daha çok ekonomik meseleler ve bölüşüm sorunlarıyla uğraşmaları gerekmektedir. Ayrıca artan uluslararası ilişkiler, ulusal bir devlete ihtiyacı arttırmakta ve dolayısıyla küreselleşmenin hız kazandığı günümüzde devletin etkisi azalmayıp çoğalmaktadır. Kısaca devletler değişen koşullara uyum sağlayarak küresel bir dünyada da merkezi rollerini sürdürecek en önemli güç ve otorite kaynağı olarak varlıklarını korumaktadırlar.
İkinci yaklaşım “liberal-çoğulcu” yaklaşım olarak adlandırılmakta ve genel olarak bu görüş, devletin dünyanın değişen koşullarına yanıt verme kabiliyetini yitirdiği konusunda odaklaşmaktadır. Bu görüşü benimseyenler, yalnızca küreselleşmenin yarattığı sorunlar açısından değil, daha genel bir bakış açısıyla ve modernite sorunlarını dile getirerek, zihinsel devrimin üzerinde durarak ve hegemonik yapıyı sorgulayarak, bireyin ve toplumsal grupların önemli bir bölümünün devlete olan bağlılığının ve devletten beklenimlerinin azaldığına dikkat çekerek daha geniş bir devlet tartışması yapmaktadırlar. Küreselleşme ve ulus-devlet ilişkisi açısından da, küreselleşmenin devlet dışında birçok aktörü ortaya çıkardığı ve devleti merkezi yerinden uzaklaştırdığını söylemekte, sonuç olarak devletin bugün ortaya çıkan birçok önemli işlevi yerine getiremediği veya denetleyemediği üzerinde durmaktadırlar. Bu görüş açısından, devletin bugün küreselleşen ve farklılaşan dünyada gelişen ve büyüyen duyarlılıklara yanıt verme kabiliyetinden söz etmek zordur.
Küreselleşme sürecinde devlete ne olduğunu tartışanlardan biri de “neo-marksist” yaklaşımlar olmaktadır. Bilindiği gibi marksistlere göre devlet sermayenin aracı, onun çıkarları doğrultusunda davranan bir ajan olduğundan, neo-marksist görüş açısından küreselleşmenin gerisinde de en başta merkez veya emperyal devletler yer almaktadır. Sermayenin başlangıçtan buyana büyümesini sağlayan, ona hareket kabiliyeti kazandıran, ona istikrarlı ve güvenli bir büyümeyi garanti eden güç devletlerdir. Bu sosyo-politik güç olmadan ne geçmişte, ne de bugün ekonomik imparatorlukları kurmak mümkün değildir.
Ancak bugün küreselleşen dünyada ve sermayenin ulusötesi bir nitelik kazanması durumunda ulus-devlet ve sermayenin çıkarlarının her zaman uyuşmadığı ve ortaya paradoksal durumlar çıktığı da bilinmektedir. Özellikle gelişmekte olan ekonomiler açısından bu paradoks daha belirgindir. Neo-marksistlere göre bu territoryal uyumsuzluk, sermayenin boyutları ve hareketi doğrultusunda yeni, ulusötesi veya küresel düzeyde siyasal yapıların ortaya çıkmasını gerektirmektedir ve ortaya çıkan da budur. Dolayısıyla sermayenin ihtiyacı olan ve bugüne kadar devletin karşıladığı birçok fonksiyonun artık ille de devlet tarafından karşılanması gerekmemekte, bu görevi şimdi uluslararası kuruluşlar veya AB gibi ulusötesi örgütlenmeler yerine getirmektedirler. Ancak bu tür örgütlenmelerin bu örgütlerde pek söz hakkı bulunmayan gelişmekte olan ülkeler açısından ne gibi sonuçlar doğurduğu da ortada olduğu gibi, bu durum çevre ülkelerdeki sermaye açısından da kısıtlayıcı koşullar yaratmaktadır.
Dolayısıyla neo-marksistler, liberal-pluralist yaklaşımı benimseyenlerin aksine, küreselleşme süreci içinde ve ortaya çıkan modernite bunalımıyla devletin güç ve etkisinin anlamsızlaştığını düşünmüyorlar; yalnızca bu gücün şimdi başka bir içerik kazandığını ileri sürüyorlar Ayrıca bugünkü koşullarda asıl güç ilişkisinin ve kavgasının “sermaye ile sermaye” (örneğin merkez sermaye ile çevre ülkelerdeki sermaye arasında olduğu gibi) arasında cereyan ettiğini belirtiyorlar. Bunun gibi liberal-çoğulcu görüşün büyük önem verdiği devlet-dışı sivil örgütlenmelerin etkisinin sınırlı kaldığını söyleyen neo-marksistler, daha da önemli olarak, bu tür örgütlenmelerin de temelde varolan sistemden etkilendiklerini, ancak ona bağımlı ilişkiler geliştirebildiklerini söylemektedirler. Ve, genel olarak, bunca çelişki taşıyan kapitalist sistemin çökmesi mukadder olsa da, uyum kabiliyeti dolayısıyla bunun epeyce zaman alacağı görüşünde de birleşmektedirler.
Bu görüşlerden sonra, yine biraz eleştirel bir yaklaşımla ileri sürülen bazı düşünceleri tartışabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin liberal-çoğulcu düşüncenin modernite krizi açısından söyledikleri ne ölçüde doğruysa, neo-marksist yaklaşımın da devletin sermaye birikimi açısından oynadığı rol konusunda söyledikleri o derece doğru görünmektedir. Gerçekten sermaye birikiminin, geçmişten bugüne, arkasındaki en büyük gücün siyasal otoriteler, yani devletler olduğu konusunda söylenecek farklı bir görüş olduğunu düşünmek hayli zor. Ticaret ve endüstrileşme ile başlayan sermaye birikimi, gelişmesini, deniz ticaretinden sömürgelere, gümrük rejiminden uluslararası ticaret anlaşmalarına kadar birçok konuda hep siyasal güce borçlu olmuştur. 20. Yüzyılda da devletler, devletten devlete uzanan ekonomik yardımlarla, silahlanma yarışı ve askeri örgütlerle, önce soğuk savaşın gerekleri sonra dışa açık büyüme politikalarıyla, kredi ve borç sağlayan kurumların oluşturulmasıyla ekonomik büyümenin de, sermaye hareketliliğinin de, küreselleşmenin de başlıca aktörleri olarak görünüyorlar[14] Hatta etkileri ve rolleri farklılaşsa da, hem gelişmiş ülkeler, hem gelişmekte olan ülke devletlerinin benzer biçimde destekleyici rolde olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra küreselleşmenin devletlerin gücünü zayıflattığını söylemek de zor. Çünkü bugün de ekonomi politikalarının hayata geçirilmesinde, sermaye için gerekli ve uygun koşulların yaratılmasında, uluslararası kuruluşlarla ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesinde siyasal aktör olarak devletler baş rolde. Bu açıdan devletin, sermayenin ihtiyaçların karşılayıcı fonksiyonunun bugün için ortadan kalktığı söylenemeyeceği gibi, bunun istendiğini de söylemek kolay değil. Kuşkusuz gelişmiş ekonomilerde devletin işlevi ile gelişmekte olan ülkelerdeki farklılaşıyor; fakat her ikisinde de işlevin niteliği aynı.
Gelişmiş ülkelerde devletler, teknolojik üstünlüğü korumak, kâr getirici alanların önünü açmak, sermayenin uluslararası işleyişini kolaylaştırmak ve bu arenada onun güvenliğini sağlamak gibi işlevler üstlenirken, gelişmekte olan ülkelerde bir yandan sermaye girişini kolaylaştırmak (mal ve finans piyasalarındaki serbesti, serbest bölgeler, yüksek faizler, aşırı mevduat garantileri, özelleştirme gibi uygulamalarla), öte yandan sermaye kârlarını arttırmak (özellikle bilinen uyum politikaları çerçevesinde ve ücretlilerin istemlerini bastırarak) gibi işlevlere ağırlık vermektedirler. Örneğin Türkiye’de yeni büyümekte olan menkul kıymetler borsasına bakmak bile devletin yabancı sermayeye nasıl yüksek kârlar sağladığı konusunda bir fikir vermektedir. 1996 yılında yabancıların borsada 2.5 milyon dolar düzeyinde olan payı, bu dönemde 700 milyon dolar geri çekilmesine karşın, bugün 15 milyar dolara yükselmiştir; yani onlara yıllık ortalama % 78 kazanç sağladığı görülmektedir.[15] Bunun piyasadaki kazançlarla ve reel üretimle bir ilgisi olmadığı da açıktır. Öte yandan herhalde kamu kağıtlarının yanı sıra, özelleştirmeler, teşvik sistemleri, banka garantileri, banka ve şirket kurtarmaları gibi uygulamalar olmadan bu ülkelerde ulusal sermayenin de büyümesini beklemek zor. Burada özelleştirmelerle ya da banka kurtarmalarla yapılan sermaye transferine değinmeyeceğim, yalnızca devletin bugünkü küreselleşme sürecinde de sermaye için ne kadar elzem bir araç olduğunu söylemekle yetineceğim.
Ancak bu aracın bugün işlevleri değişmiştir, bazı işlevleri de ortadan kalkmaktadır. Ortadan kalkan işlevlerin özellikle devlete sosyal bir nitelik kazandıran işlevler olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Gerçekten kapitalist bir ekonomiye, fakat aynı zamanda demokratik bir siyasal yapıya sahip toplumlarda zamanla “liberal ve sosyal” bir gelenek içinde gelişen ve toplumdaki çeşitli sınıflar ve çıkarlar arasında göreceli de olsa bir denge kurmayı amaçlayan devlet anlayışı ve devletin bu anlayışla oynadığı rol, bu nedenle kapitalizm ile demokrasiyi, piyasa ile siyaseti, emek ile sermayeyi uzlaştırmayı amaçlayan politikaları işlev kaybına uğramaktadır. Ya da başka bir deyişle, devlet, sermayenin artan gücü ve bağımsızlığı karşısında artık sosyal niteliğine daha az önem vermeye zorlanmakta, çok daha açık bir biçimde sermaye yanlısı rol üstlenmeye zorlanmakta ve bunun gereklerini yerine getirmektedir de diyebiliriz.
Devletin sosyal niteliğine neler olduğu, bunun gelişmiş ekonomiler ve gelişmekte olanlarda ne gibi boyutlar aldığı ve nelere yol açtığı konularına girmeyeceğim. Yalnızca yukarıda kısaca değindiğim gibi, emek açısından ve işgücü piyasasında karşılaşılan sorunları anımsatmakla yetineceğim. Bu konular zaten çok bilinen ve her küreselleşme tartışmasında haklı olarak gündeme gelen başat konular. Ancak devletin sermaye için gereken işlevleri büyük ölçüde varlığını korurken ve hatta devletten bu işlevlerini yerine getirmek üzere şimdi daha aktif politikalar izlemeleri beklenirken, devletin güçsüzleşmesi, zaafa uğraması, işlev kaybı, işe yaramazlığı gibi iddialar ne derecede gerçeği yansıtmaktadır diye sormak istiyorum. Ya da devletten bunca yardım ve destek görürken devletin işe yaramazlığını en başta sermaye ve piyasa yanlılarının söylemesindeki garipliği nasıl açıklamalı bilemiyorum. Devletin onları için değil, ama sosyal politikalara ihtiyaç duyanlar için yerine getirmesi gereken işlevleri büyük ölçüde etkinlik kaybına uğramaktadır; ancak sosyal hak ve sosyal politika talep edenlerin sesleri yeterince güçlü çıkamamaktadır. Oysa devletten bir şikayeti olmaması gereken çevreler, devleti bir yerlere yakıştıramaz durumdadırlar.
Burada iki soru aklıma geliyor. Birincisi, sermaye ve kapitalist sistem aslında hala büyük ölçüde yararlandığı ulus devletlerden oluşan bir dünyada ve güya liberal bir yaklaşımı benimseyerek devleti bir yana bırakmanın tellallığını neden yapmaktadır? Kamuoyunun hazırlanması gibi uzun vadeli bir yatırım mı bu; bugünkü devlet yapısını zaafa uğratarak, kendi yayılması ve genişlemesinin önünü daha da açmak mı istemektedir? Ya da aslında devlet odaklı tartışmaların arkasına saklanan ve sermayenin çıkarları önünde tek kullanılabilecek araç olarak görünen siyasetin gözden düşmesi mi istenmektedir? Yani, sermaye, bugünkü gelişme süreci içinde, yine de kendi çıkarları karşısına ve çok zaman insan, toplum, ya da çevre gibi sermaye-dışı grupların çıkarların savunan sosyo-politik süreçlerden mi kurtulmak istemektedir? Sınıf kavramına gerek kalmadığı iddia edildiği gibi, şimdi di siyasete gerek kalmadığı noktasına doğru mu yol alınmaktadır? Çünkü ulus-devlet tartışmaları içinde, bu ulusal sınırlar içinde uygulamaya geçebilen vatandaşlık haklarına ya da siyasal haklara ne olduğu sorusu çok zaman güme gitmektedir. Bu nedenle bana küreselleşmenin işte bu siyaset ve demokratik haklar üzerindeki etkilerini tartışmak son derece önemli geliyor. Tartışmanın son bölümünde bu konuya değinmek istiyorum.
Siyasetten mi Vazgeçmek, Küreselleşmeyi mi Siyasallaştırmak?
Küreselleşme ve ulus-devlet tartışmaları, yalnız devletle sınırlanmamalı ve daha çok küreselleşme ve siyasal-demokratik haklar tartışmasına yol açmalıdır diye düşündüğümü söyledim. Siyasal hakların ortaya çıkma ve gelişme süreci, bu sürecin arkasındaki güçler, zaman içinde kazandığı boyutlar, karşılaştığı tıkanıklıklar gibi konularda epeyce bilgimiz var. Demokrasinin hem kendi içindeki yetersizlikleri, hem de az gelişmiş ülke koşullarından kaynaklanan tıkanıklıklar da çok tartışılan konuların başında geliyor. O nedenle bunların üzerinde durmayacağım. Ancak bana göre bugün daha vahim olan gelişme, genel olarak siyasetin tıkanıklıklarının da ötesinde, siyasetin işlevsiz kalması gibi bir noktaya doğru yol alınmasıdır. Siyaset anlam yitiriyor, işlevsiz kalıyor derken, bazıları gibi, siyasetin neredeyse reddedildiği ve “politika-karşıtı (anti-politics)” olarak nitelendirilebilecek bir çağa doğru yol alma kaygısını dile getirmek istiyorum[16]. Gerçekten bunun yansımalarıyla ne kadar çok yerde ve ne kadar değişik biçimlerde karşılaşıyoruz, bir düşünmek gerek.
Oysa devlete yönelik sağdan ve soldan gelen birçok eleştiri özünde haklılık taşısa da, bu konuda devlet ve siyaseti birbirinden ayrı tutmak da o kadar gerekli olmaktadır. Belki bir toplumsal kurumlaşma biçimi olarak ulus devletten vazgeçilebilir ve yeni kurumsallaşmalar düşünülebilir; ancak bireyin, toplumsal grupların ve genel olarak toplumların geleceğini ve kaderlerini belirlemede en etkin araç olan siyasetten vazgeçmek mümkün mü diye de düşünmek gerek.
Bugün, genel olarak, dünyayı ve insanlığın kaderini, her ülkede bireylerin geleceğini etkileyen birçok karar şimdi bireylerin az da olsa söz sahibi oldukları ulusal egemenlik sınırları dışına kaymaktadır; bu kararlar karşısında bireylerin ulusal sınırlar içinde geçerli vatandaşlık hakları da artık bir işe yaramamaktadır. Küreselleşme vardır, fakat küresel vatandaşlık diye bir hak henüz söz konusu değildir; öte yandan ulusal düzeyde vatandaşlık hakkı vardır, fakat düzeyde de vatandaşlık haklarının içi boşalmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi egemenlik hakları veya territoryal alan açısından bir uyumsuzluk söz konusudur. İnsanlar ve toplumların, varolan siyasal haklarıyla küresel düzeyde, küresel kararlar alan ve küresel politikalara yol açanlar üzerinde bir denetim kurmaları hiç mümkün değil. Yani karar alanlarla bu karar alıcıları seçenler arasında bir ulusal devlet içinde ve siyasal haklar aracılığıyla kurulmuş bulunan “temsiliyet” ve “karşılıklılık” ilişkisi bu düzeyde yok; oysa böyle bir ilişkinin kurulamadığı küreselleşen dünyada şimdi çok daha geniş etkili bir siyaset uygulanmakta. Şimdi bu küresel sistem içinde, açık ve net olarak da bilinemeyen ekonomik ve siyasal aktörler, yeni dünya düzeni söylemi ve uygulamaları içinde eskiden olmadığı ölçüde bireylerin ve toplumların yaşamını etkiliyorlar, ancak kendileri herhangi bir siyasal denetimin dışında kaldıkları gibi, aslında bireyler ve toplum açısından etkisini önemli ölçüde yitirmiş bulunan ulus-devlet, az veya çok, hala denetlenebilen tek siyasal aktör olarak ortaya sürülüyor.
Öte yandan ortaya sürülen ve tek denetlenmesi mümkün görünen aktör, ulus-devlet de, denetim ve sorumluluktan kaçmanın binbir yolunu bulmakta ve kullanmaktadır. Yine , özellikle gelişmekte olan ülkelerde, ulus-devletle, küresel ve ulusal sermayenin öncelikleri karşısında, genel olarak “insan” ve “toplum” için işe yarar bir siyasal aktör olma işlevini yitirirken küreselleşmeyi kendi yetersizlikleri ve sermaye yanlısı politikaları için de bir mazeret olarak kullanmayı başarmaktalar. Uygulanamayan politikaların nedenleri çok zaman küreselleşme, rekabet ve dışa açılma çabalarıdır, uyum politikalarıdır ve bu politikalar hem toplumsal sorumluluklarından kaçmanın bir yolu, hem çok da başarısız görünmemenin bir mazereti olarak kullanılmaktadır. Ancak tüm bu yollar ve mazeretler, o toplumda genel olarak siyasetten, hatta demokrasiden umut kesilmesi gibi vahim sonuçlara da yol açmaktadır.
Ayrıca küreselleşmenin gerektirdiği ekonomi politikaları hükümetlerin ekonomik işlevini arttırırken, hükümetler bu gücü ve işlevi parlamento denetiminden kaçmak için de kullanmaktadırlar. Dolayısıyla parlamentonun denetiminden kaçma yolları zaten birçok ülkede sınırlı olan demokratik işleyişin daha da sınırlanmasına yol açmaktadır. Bu nedenle demokrasinin geleceği açısından tartışılan temel konulardan biri de parlamentoların azalan denetim gücünün nasıl onarılacağı konusu olmaktadır[17]. Bu noktada, devlet karşısında sivil topluma ve onun gücüne aşırı bir yükleme yapan liberal-çoğulcu görüşleri biraz ihtiyatla değerlendirmenin gerekli olduğun düşündüğümü söylemeliyim. Çünkü özellikle demokratikleşme açısından sivil toplumun önemi büyük olmakla birlikte, burada belirleyici olanın da sivil toplumun niteliği ve bunu siyasal güce dönüştürebilme yeteneği olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Bu açıdan, sivil toplumun, ancak parlamenter demokrasiyi güçlendirme, parlamentoya hükümetleri denetleme gücü kazandırabilme gibi siyasal bir etkinlik ve başarı göstermekle herhangi bir toplumda kalıcı ve etkin bir rolü olabileceğini düşünüyorum.
Bu düşünceler bizi, kaçınılmaz olarak, siyasetin yeniden tanımlanması arayışlarına götürüyor. Siyaset ne ve nasıl daha etkin kullanılabilir? Demokrasi nasıl zenginleştirilebilir? Bu konuda da kısaca bazı görüşlere değinmek istiyorum. Dar anlamda ve referans olarak daha çok kullanılan biçimiyle siyaset, devlet veya hükümet aygıtının vatandaşlarla ve öteki devletlerle ilişkilerinin belirlenmesi, örgütlenmesi ve işlemesi ile ilgilidir diyebiliriz[18]. Bu anlamda devletin işlev kaybı veya işlevlerinin nitelik değiştirmesi, yaşadığımız dünyada olduğu gibi, siyasetin de işlevsiz kalmasına yol açabilmektedir. Oysa geniş anlamda siyaseti tüm insan etkinlikleriyle ilişkilendirmek mümkündür ve bu anlamıyla siyaset kuşkusuz toplumdaki güç yapısı ve dağılımıyla, bireylerin ve toplumların kendi sosyal ve fiziksel çevrelerin kurmak adına kullanacakları kapasite ile bu kapasiteyi sağlayan kaynakların dağılımı ile ilgilidir[19]. Geniş anlamdaki siyaset, bir topluluğun kendi varlığı ve kaderini seçmesi olarak da tanımlanmaktadır[20]. Bunun gibi insanın kendisine verilen dışında, yaratılmış olan dışında bir “varlık” yaratma açısından ortaya koyduğu tüm eylemlerin siyaset olarak tanımlandığını da görüyoruz[21]. Günümüzde siyasete gerçekten işlev kazandırmanın, ancak, siyaseti böyle geniş bir tanım ve yorum içinde ele almaktan geçeceğini düşünmek mümkün. Yoksa ulus-devlet ve onun başarı ve başarısızlıklarıyla sınırlı bir siyaset anlayışı ile geniş kitleleri ve gelecek kuşakları siyasetle barıştırmanın bir yolu yok gibi görünüyor.
Bugün, ulusal sınırların dışına kayan siyaset ve ulus-devletten daha güçlü duruma gelen ulusötesi ekonomik ve siyasal aktörler ile siyasal hakların ilişkilendirilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Örneğin bugün siyasal hakların varolması, genişlemesi ve gelişmesi için hedef alınması gereken iktidar odağı olarak, en başta, “küresel sermaye ve küresel güçler” karşımıza çıkıyor. Küresel düzeyde çok ciddi iktidar odakları giderek büyürken, yalnızca ulusal sınırlar içinde devlet iktidarından söz etmek ve ona karşı bazı birey haklarının gelişmesini istemek pek de yeterli bir çözüm gibi görünmemektedir. Örneğin artık, sermaye hareketleri ve sonuçları hakkında bireylerin ve toplumun “bilgi edinme hakkı” gibi bir hakkı olduğundan söz etmek ve bunun gibi küresel düzeyde daha başka bazı hakları dile getirmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Aslında bu düzeyde bazı haklar olmadan, yalnızca ulusal sınırlar içine kapanan insan hakları veya siyasal haklarımızla küreselleşen bir dünyada genel olarak insan haklarının varlığı tehlike altındadır. Bunu zaten bugün de çevrenin kirlenmesi, ekolojik dengenin bozulması, insanların açlığı, savaşların tahribatı gibi birçok konuda yaşamıyor muyuz?
Gerçekten günümüzde hem insan haklarının, hem de demokrasinin yeniden tanımlanması, yeni anlayışlar, yeni kurumlar ve mekanizmalarla zenginleştirilmesi gibi bir ihtiyaç ağırlıklı olarak kendini hissettirmektedir. Bu konuda tartışmalar da az değildir. Birkaç örnek vermek gerekirse, örneğin Giddens “demokratik ülkelerde gerekli olan demokrasinin kendisinin derinleştirilmesidir” demektedir[22]. Buna “demokrasinin demokratikleşmesi” adını veren Giddens, demokrasinin aynı zamanda ulusötesi duruma getirilmesi gerektiğinden, ülke düzeyinin aşağısında ve yukarısında demokratikleşmeye ihtiyacımız olduğundan söz etmektedir. Held, demokrasinin hem devletin elindeki gücün yeniden düzenlenmesi, hem de sivil toplumun yeniden yapılanmasıyla ilgili olarak “ikili bir demokratikleştirme” önermektedir[23]. Bu görüş içinde demokratik devlet ve sivil toplum birbirinin demokratik gelişmesi için birer ön koşul olarak görülmekte ve demokratik bir yaşam için sivil toplumun merkezi bir rol alması istenmektedir.
Held bir başka yazısında demokrasinin bir anlamı varsa bunu yakalayacak siyasal kurumlara ihtiyacımız var demekte ve “kozmopolit demokrasi” adını verdiği yeni bir demokrasi anlayışını dile getirmektedir[24]. Ona göre kozmopolit bir dünyada yaşıyor, birçok vatandaşlık taşıyor, hepimizi birden etkileyen çevresel kirlenme gibi ulusal sınırları aşan birçok sorunla karşılaşıyoruz. Bireyin ve toplumların küresel etkileşimi böylesine artarken devletler ise kendi egemenlik sınırları içinde bile artık tek yasal güç olmaktan çıkıyorlar. Bu nedenle egemenliğin, artık belirli bir alanla sınırlanması düşüncesinden uzaklaşılması ve daha çok demokratik ilkelere ve yönetime bağlanacak bir sıfat konumuna gelmesi gerekmektedir. Bu nedenle daha geniş bir egemenlik ve demokrasi anlayışıyla yerel düzeyden ulusal düzeye, bölgelerden kentlere oradan küresel meselelere kadar her düzeyde demokratik tartışma forumları olarak kullanılacak kurumlara ihtiyaç vardır. Held, bu tür ihtiyaçları karşılayacak mekanizmaların kurulmasını isterken, örneğin Birleşmiş Milletlerin de daha farklı ve demokratik bir yapıya kavuşturulmasını önermektedir. Özetle Held de birçokları gibi küreselleşen dünyada ulusötesi alanda rol oynayacak kurumlara sahip olunmasını gerekli görmekte, bu alanda kullanılacak demokratik hakların ve kozmopolit bir demokrasinin gerçekleşmesini önemli bulmaktadır.
Bunun gibi Bowles ve Gintis de “post liberal demokrasi” adını verdikleri demokrasi anlayışı içinde, demokrasinin de, bireysel hakların da gelişmesini sürdürmeleri gereğini vurgulamaktadırlar[25]. Onlara göre insan hakları özünde devrimci niteliktedirler ve bu nedenle değişen koşullar ve ihtiyaçlar çerçevesinden yeni hakların doğması kaçınılmazdır. Bugün de, demokratik hakların ekonomik kararları da içerecek biçimde genişlemesi gerekmektedir; çünkü artık en az devletler kadar güçlü ekonomik güç odakları söz konusudur. Bu nedenle hem mülkiyet haklarının, hem de devlet iktidarının kullanılmasında demokratik hesap verme yükümlülüğü esasını getirmenin gerektiğini ileri sürmektedirler.
Kuşkusuz daha birçok düşünür hem insan haklarının gelişimi, hem de demokrasinin tıkanıklarının aşılması konusunda birçok görüş ileri sürmektedir. Küreselleşmenin getirdiği sınırlamalar konusunda da birçok değerli yaklaşım söz konusu. Sonuç olarak burada ancak kısmen ve kısaca değindiğimiz bu görüşler doğrultusunda bir değerlendirme yapmak gerekirse, birkaç önemli noktanın altı çizilebilir.
Birincisi, küreselleşme süreci yeni değildir, en azından kapitalist sistemin ortaya çıkmasıyla başlamış ve onun ihtiyaçları doğrultusunda gelişerek bugünlere gelinmiştir. Öte yandan sermaye birikiminin de, küreselleşmenin de arkasında en önemli güç olarak hep devletler yer almıştır; bugün de hem gelişmiş, hem gelişmekte olan ülkelerde devletler sermaye için benzer destekleyici görevlerini sürdürmektedirler. Bu nedenle günümüzde devletlerin zayıfladığı, işlevlerini kaybettikleri gibi iddiaları bu görüş ışığında yeniden değerlendirmek epeyce yararlı görünmektedir. Devletin işlev kaybı sermaye ve çıkarları açısından değil, daha çok ulusal ve sosyal politikalar açısındandır.
İkinci olarak, bugünkü boyutlarıyla küreselleşme süreci, yalnız yol açtığı küresel eşitsizlik gibi ahlaki sonuçlarıyla değil, fakat daha da önemlisi bireyin siyasal ve demokratik haklarını gerileten bir olgu olarak sorgulanmak durumundadır. Belki bu sorgulamayı yapacak olan, büyük ölçüde, küresel düzeyde gelişmekte olan sivil-toplum güçleridir; fakat onların da meseleleri insan hakları, siyasal haklar ve demokratik talepler doğrultusunda formüle etmeleri gibi bir gereklilik ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle küreselleşme sürecinde bireylerin ve toplumların korunması, önemli ölçüde, yeni hak taleplerinin hayata geçirilmesine bağlı görünmektedir. Ayrıca hükümet politikaları karşısında siyasal hakların daha etkin olabileceği parlamentoların gücünü ve denetim olanaklarını arttırmak ve belki çeşitli düzeylerde yeni parlamento benzeri kurumlar oluşturmak ve bu kanalları küresel sermaye ve devlet politikalarını denetlemek açısından kullanmak herhalde düşünülmesi gereken yollarını başında gelmektedir.
Üçüncü ve buna bağlı olarak da, siyaseti de demokrasiyi de, birey ve toplum açısından yeniden tanımlamanın gereğini vurgulamak gerekmektedir. Bugün siyaseti, örneğin, kendi geleceği ve kaderini belirlemenin ve kurmanın bir yolu olarak yeniden tanımlamak ve bu kader üzerinde etkisi bulunan tüm kararlar ve etkinlikler üzerinde bireyin denetleme hakkı olduğunu kabul etmek gibi bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Küreselleşme ve onunla birlikte daha da güçlenip ulusal aktörlerden bağımsızlaşan küresel ekonomik ve siyasal güçler, bu açıdan denetlenmesi gereken iktidar odaklarının başında gelmektedirler. Bu iktidar odaklarının denetlenebilmesi için de yeni hakların ve daha geniş bir demokrasi anlayışının hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Son olarak, küreselleşme süreci ve sonuçlarını yalnız ekonomik değil siyasal bir nitelik kazandırılması gereken olgular olarak ele almanın gereğini vurgulamak isterim. Yalnızca, sonuçları nedeniyle, daha ahlaki bir küresel anlayışa ulaşma açısından değil, fakat yeryüzünün gerçekten küreselleşmesi açısından da küreselleşmeye siyasal bir nitelik ve içeri kazandırılması gerekmektedir. Yoksa yalnızca ulusal sınırlara hapsedilmiş insan hakları ve demokratik mekanizmalarla ne ulusların huzurunu, ne yeryüzünün barışını, ne de küreselleşmenin geleceğini güvence altına almak mümkündür. Bir yanda ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalan haklar ve kurumların, öte yandan ihtiyaçlara yanıt vermeyen süreçlerin uzun süre varlıklarını korumaları düşünülemez. Bugünkü küreselleşme süreci, onun yanı sıra yaşanan siyasal ve demokratik tıkanıklıklar böyle bir uyumsuzluğu sergilemektedir. Kuşkusuz bu tıkanıklıkları aşmak ve buralardan çıkış yolları bulmak açısından çok iyimser olmak kolay değildir; ancak kötümser olmanın da giderek yeryüzünün geleceği ile ilgili bir kötümserlik anlamına geldiğini hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Kaynak: http://www.stratejik.yildiz.edu.tr