Doç. Dr. Kemal SAYAR
Malcolm X bir gün dostlarına sorar: ‘Beyaz adam neden gerçekten sizden nefret ediyor?’ Ve kendisi şöyle cevaplar: ‘Sizin yüzünüzü her gördüğünde kendi suçunun bir aynasını görür ve suçlu bilinci, bununla yüzleşmeye dayanamaz’. Başımızı nereye çevirsek bize suçumuzu gösteren bir yüzle karşılaşıyoruz. Bu utanç ve suçluluk duygusu, bize bunları veren şeyden ölesiye nefret etmemize yol açıyor. Çünkü o, orada durduğu sürece, kendi varlığımızı temize çıkaramıyoruz. Ya onun sesini kısmalı ve onu bir efendi-köle diyalektiği içinde kendimize biat ettirmeliyiz ya da suç işlememeliyiz. Hangisini seçeceğiz?
Önyargıda ilk basamak gruplar oluşturmaktır: Biz ve onlar dediğimiz anda, bizi kayırıp onları lanetleyeceğimiz bir iklim yaratırız. Kendi grubumuzu her şeye rağmen övülmeye, dışarıdakini yerilmeye layık buluruz. Stereotipler oluştururuz, belirli bir grubun üyelerinin kolayca tanımlanmasını sağlayan basmakalıp inanışlardır bunlar. Toplumda kaynakların bölüşümünde maraza çıktığında, önyargılar çoğalır. İki Almanya birleştiğinde işsiz kalacağından korkan Doğu Almanlar Türklere karşı ırkçılık yapabilir. Muhafazakár Anadolu sermayesi serpildiğinde, eskinin egemenleri imal edilmiş bazı korkuları dolaşıma sokar. Önyargı ve ayrımcılık buhran zamanlarda da tırmanır. Bir günah keçisi ilan etmek gerektiğinde, yolsuzluk, ahláksızlık, siyasi istikrarsızlık ülkeyi kasıp kavurduğunda, suçu üzerine yıkacak bir günah keçisi bulmak icap eder. Türkiye dönem dönem komünizm, Kürt meselesi veya irtica ile korkutulur.
Önyargıları beslemek
Grup üyeleri dışarıdaki grup hakkında çoğu zaman basmakalıp inançlara sahiptir. Kendisi hakkında olumlu yargılar taşırken, dışarıdakini iblisleştirir, kendi benliğinin kabul edilemez kötücül taraflarını yansıtır. Basmakalıp inançlarla dış grubun bireysel farklılıklarını görmezden gelir, onları mütecanis bir kitle kılar. Bu basmakalıp inançlar, militan ideolojiler marifetiyle dış grubu düşmana döndürebilir. Eğer bu ideoloji için amaçlar araçları mubah kılıyorsa, cinayet ve kötülük arkadan gelecektir.
İnsanları kategorilere yerleştirmek suretiyle karmaşık dünyayı basitleştiririz. Karşı grubu mütecanis hale getirdiğimizde grup üyelerinin birbiriyle yer değiştirebileceğini, hepsinin aynı olduğunu düşünmeye başlarız. Böylece bütün Kürtleri veya bütün Türkleri aynı kefeye koyarız. Kategorileştirme yoluyla basitleştirme, sonunda aşırı basitleştirme ve tahrifata dönüşebilir. İşler kötü gittiğinde kabahati dışarıdaki grupta bulma ihtimalimiz çok yüksektir. Bir ihtilafı, mevcut durum ve şartlardan ziyade karşı grup üyelerinin bozuk karakterine bağlamak, grup dinamiği içinde sıklıkla görülür. İnsanlar zorlanma altında sıklıkla ikilikçi (dualistik) düşünceye döner ve dünyayı biz/onlar, dost/düşman, iyi/kötü ekseninde kurgular. Doğudan şehit cenazeleri gelmeye başladığında aynı bölgeden gelen yoksul tarım işçileri öfke nesnesi haline geliverir.
Merhametli politika
Merhamet sahibiysem benim değil senin yaşadığın şeydir beni etkileyen, duygulandıran senin yaşantılarındır, acın bana kendi acımı hatırlattığı için ağlıyor değilim. Evet, başkaları kendi acılarını anlatırken sıklıkla kendi acılarımızı hatırlar, benzeri bir acıyı yaşadığımızı hatırlatarak onları teselli etmeyi deneriz. Bizim hikáyemiz belki diğeriyle bağ kurmamıza yardım eder ama merhametin hüneri, onun derdine odaklanabilmektir. Merhamet sahipleri diğerinin yaşadığı ıstırabın ne kadar acı verici olduğunu tahayyül edebilenlerdir. Merhamet sahipleri ötekinin acısıyla acı duyan ve onun ıstırabını dindirmeye soyunan soylulardır. Ve adalet ancak merhametle kaimdir.
Etrafımızda ıstırap çeken insanlarla nasıl ilgilendiğimiz, kalbimizi onların iniltisine ne derecede açtığımız, ruhumuzun ve içinde yaşadığımız toplumun ne ölçüde sağlıklı olduğunun bir aynasıdır. Merhamet bizi ıstırap çekene götürür. Ahlaklı politika insan saygınlığını tescil eden namuslu tutumlar geliştirmeye çalışmakla olur. Politikanın ahlakı yurttaşlarının biricikliğini teslim edebilmesinde, farklı olma haklarını teslim edebilmesinde, farklı olanla birlikte olabilme ve onu dinleyebilme hünerini sergileyebilmesinde yatar.
Hayatı benim hayatımdan çok farklı olanı, dinlemeye değer buluyor muyum? Bu soru insanlığımın özünü ele verir. ‘Benim hikáyemden başka hikáyeler de olabilir, o hikáyeleri anlatanlar da benim kadar insandır’ diyebiliyorsam eğer, merhamete meyil veren bir yüreğim var. Istırap çekenlerin sesini en dikkatli, en duyarlı halimle dinlemeliyim ki ihtiyaçlarını anlayabileyim. Bir insana kulak kesilmeden, onun da saygın bir varlığı olduğunu, yaşadıklarının sahiciliğini, öyküsünün yürek yakıcılığını keşfedemeyiz.
Bu ülkede binlerce konuşma odası kurmamız gerek. Istırap çekenin ıstırabını onu o güne dek hiç duymamış, görmemiş, dinlemek istememiş insanlara anlatacağı, her iki tarafın karşılıklı saygı ekseninde hikáye değiş tokuş edeceği odalar. Hatta acı çekenle acıyı çektireni buluşturacak odalar. İşkence mağdurlarıyla zalim işkencecileri, başörtüsü mağdurlarıyla onlarla dalga geçen faşist köşe yazarlarını, evleri yakılanlarla o evleri hayásızca yakanları, şehit edilen Mehmetçiğin ana babasıyla onun katilini buluşturacak odalar. Herkes yüreğinin nasıl yandığını, bir bedenden, okuldan, evden, bir candan kovulmanın acısını karşısındakine yürek dağlayan kelimelerle anlatacak. Belki sessizlikle, belki çığlıkla, belki yaşla anlatacak.
Korku siyasetleri yürürlüğe konulunca, herkesin içindeki diktatör yerinden doğruluveriyor. Bana benzemeyeni kolayca düşman hanesine yazıyor, öcüleştiriyorum. Dünyamız, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sürekli ‘öteki taraf’ın korkusuyla tedhiş ediliyor. Komünizm korkusu, göçmen korkusu, yükselen suç dalgası korkusu, nükleer savaş korkus, kitle imha silahları korkusu, terör korkusu, İslam korkusu… Güzel ülkemizde de güç odakları her mevsim bir korkuyu paketleyip hizmetimize sunar. Hep bir tehlike karşısındayızdır, yaklaşan tehlikeyi göremeyen bir aymazlık içindeyizdir. Kürt sorunu insanları tedhiş etmek için kullanışlı bir unsur olagelmiştir.
Yası tutulmayan hayatlar
Korku kültürü zaten kırılgan olan demokrasimizi işlevsiz hale getirerek bizi birbirimizle konuşmaktan alıkoyuyor. Kolayca incinebileceğimiz yanılsamasını yayarak bizi kendi hikáyelerimizi dillendirmekten ve farklı gördüklerimizin hikáyelerini dinlemekten men ediyor. Karşılıklı konuşma ortadan kalktığında stereotipleştirme ve önyargı devreye giriyor.
Benden farklı olanın beni incitebileceğini düşünmeye başladığımda kendimi güçsüz ve çaresiz hissediyorum. Güçlenmek için de otoriteye yanaşıyor, onun gücünü içime alarak, onun diliyle konuşarak kendimi emniyete alıyorum. Varlığımı itaat ederek görünür kılabildiğime inanıyorum. Sıradan insan bu noktada etnik önyargıların kucağına düşüyor. Korku siyasetini kurgulayanlar bize Kürt yurttaşlarımızı potansiyel bir tehdit olarak yutturmaya çalışıyor.
Ölü bedenlerin röntgencileri
Hepimiz kişisel hayatlarımızda büyük şoklar, hayat bilgimizi yerinden uğratan travmalar yaşayabiliriz. Sıra dışı, acı veren, beklenmeyen bir kötü olay bizi önceki hayatımızın akış ve düzeninden koparabilir. Hayatı yeniden tanımlama ihtiyacı duyarız. Dünya bildiğimiz yer değildir. Güvenlik hissi, kaos ve tehlikeyle yer değiştirmiş ve bir anlam buhranı doğmuştur.
Sadece insanlar değil, milletler de örselenir. Bu milletin yakın tarihteki en büyük travması da her şehit cenazesiyle yeniden kanayan terör yarasıdır. Ne kadar incinmiş olduğumuzu tam da unutuyorken, tv’nin göbek havası, dizi filmlerin narkozu ile kendimizden geçmeye hazırlanırken, uykumuzun en tatlı yerinde bizi yeniden acıyla uyandıran bir yara. Paylaştığımız, bizi birbirimize bitiştiren, ruhlarımızı birbirine yakın kılan bir travma. Milletin acısı. Milletin travması.
Kolektif keder yerinde durmaz, sıklıkla öfkeye inkılap eder. Saldırganca hisler, intikam arzusu içimizde bir çıkış yolu arar. Bizden hasım bellediğimiz grup veya kişilere serseri mayın gibi yönelebilir. Toplumsal nizam, ortak değerler bir saldırı almıştır ve telaşlı ruhlar hemen bir günah keçisi bulup rahatlamak ister. Kötülükle burun buruna gelmenin insanın içine gam ve kasvet veren bir tarafı var. Kötülüğü görmekle ahlak anlayışımızda yalnız kaldığımızı, insanlara artık kolaylıkla güvenemeyeceğimizi hissederiz. Kötülük bize güzel ve barış içinde bir ülke düşlememizin beyhude olduğunu fısıldar. Geçmişin travmaları toplumsal belleğe kazınır ve her darbeyle bir öncekinden daha ağır kanamaya başlar.
Millet ahlaki bir topluluktur. Yaşadığımız kolektif acı ve keder, eprimeye yüz tutmuş toplumsal bağları onarır ve bizi yeniden ortak bir ahlak etrafında kenetler. İncinmişliğimizi, bir ve bütün olduğumuzu hatırlamak suretiyle tamir ederiz. Karşılıklı konuşmanın, demokratik diyalogun önünün açılması gereken günlerden geçiyoruz. ‘Istırabın militarizasyonu’ yani ruhumuzun sertleşmesi ve başkalarının acısına kabuk bağlaması, yapmamız gereken son şeydir. Camları taşlamak, farklı saydığımızı hasım ilan etmek, bu ülkenin insanlarını soy sop itibariyle başkalaştırmak ruhumuzu daha da incitecektir. Istırabı en çok, konuşarak, dile getirerek, anlayarak ve anlatarak dindirmeliyiz. İyiliğin sonunda kazanacağına olan itikadımızı koruyarak.
‘Savaş iç deşer; bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır’. Susan Sontag, savaş fotoğrafçılığı üzerinden başkalarının acısına baktığı kitabında, fotoğrafların yalın dilini böyle özetler. Bu ülkede ağızlarını köpürte köpürte savaştan bahsedenler bana öyle geliyor ki acıya ancak ‘bir mesafeden’ bakan, başkalarının acısına sağırlaşmış, savaşı kopan kol ve bacaklardan, sönen ocaklardan değil de ölüm istatistiklerinden okumaya teşne kişiler. Çürüyen bedenlerin röntgencileri. Yasını tutmayacakları hayatları pey olarak süren kumarbazlar. ‘Öteki’nin ölüsünü gömmesine izin vermeyen, onu gayrı insani bir rütbeye tenzil eden yaklaşımlar incinmişliği besleyerek teröre zemin hazırlar. Horlanan, kimliği yok sayılan bireyler, mağduriyet hissini bir güç hissine tedvir etmek için teröre yönelebilir. Şiddetin şiddet ürettiği, ırkçı söylemlerin tepkisel karşı ırkçı söylemi doğurduğu unutulmamalıdır.
Aynı geminin yolcusuyuz
Şilili bilge biyolog Humberto Maturana şöyle diyor: ‘Bir insan diğerine hakikatin ne olduğunu söylediğinde yaptığı şey gerçekte itaati talep etmektir. Yani gerçek hakkında ayrıcalıklı bir fikre sahip olduğunu iddia eder’. Bu cümlelerden ‘işitme engelli’ ülkemizin büyük hastalıklarına varmak mümkün. Kendisi dışındaki bütün görüşleri yok sayan, işitmeyen, karşısındakinin düşüncesine değer vermeyen, hakikatin tek temsilcisi olduğunu iddia eden tekilci düşünce, diğer bütün meşrep ve inanma biçimlerinden sadece itaat istiyor. ‘Sus ve beni dinle, hakikat bende’ diyenlere inat, bugünlerde sohbet ve diyalogun diriltilmesi çok önemli.
Tartışma veya müzakere gibi kavramlar diyalogun yerini tutmuyor. İnsanların sağlıklı bir diyalog için önce ön kabullerini askıya almaları gerekli. Diyalog halkası içinde; görüşlerini beğenmediğim, kendi varlığım için tehdit edici saydığım diğer insana karşı düşüncelerimi öfkeyle ifade etmiyorum, dahası ona için için küfretmeyi de bırakıyorum. Onunla kendimi aynı gemide hayal ediyorum. Bir varlık ve yokluk savaşı varsa eğer, birlikte var ya da yok olacağız. Bazen insanların mutlak saydığı değerler diyalog önünde engel teşkil eder. ‘Ülkenin önceliklerini, değişmezlerini ben tanımlarım’ diyen birisiyle nasıl diyalog kuracaksınız değil mi? Konuşmayı sürdürmek gerek. Ancak anlama, dinleme çabasıdır ki mutlak olarak tanımlanan mecburiyetlerin belki de o kadar mutlak olmadığı hissini doğurur. Birbirimizi sabırla dinleyerek, yıkıcı ve kesin inançlardan uzaklaşabilir, derdimizin ötekini yok etmek değil onunla birlikte var olmak olduğunu fark ederiz. İtaat devri bitti. Zaman diyalog zamanı.
Kaynak: http://www.stargazete.com/acikgorus/-ikna-odalari-na-degil-konusma-odalari-na-muhtaciz-115144.htm