Bir eşek düşünelim ve biz bu eşeğin; önce ayakta durmuş etrafına bakınır, sonra da gözlerini kapamış yerde yatarken, ardı ardına iki resmini çekmiş olalım. Eşeklik hali bu: bir an için ayakta duruyor, ertesi an da düşüp ölmüş olabilir. Gerçekten de böyle ise, acaba bu iki resim arasında ne fark vardır?… Yani bir resimden diğerine ne değişmiştir?…
Herhalde aklımıza ilk gelen; eşeğin birinci resimde canlı, ikincisinde ise ölmüş olduğunu söylemektir. Ama bu, iki resim arasındaki farkı belirleyebilen teknik bir açıklama değildir. Öte yandan “birincisinde ruhu bedeninde, ikincisinde ise eşek cennetinde” demek, birinci yanıtın aynısı gibidir. Çünkü “ruh nedir” sorusunu doğurur. Halbuki biz; iki resim arasındaki farkı, eşeğin ölümünden hemen önce ve hemen sonra bedeninde nelerin değişmiş olduğunu merak ediyoruz.
Bu durumda akla herhalde “birinci resimde kalbi atıyor, ikincisinde ise durmuş olsa gerek” türünden bir yanıt gelir. Bu yanıt kısmen doğrudur. Ancak yeterli değildir. Çünkü bilindiği üzere, kalbi duran insanlar bazen, masaj yapılarak veya elektroşok uygulanarak hayata geri döndürülebiliyor ve yıllarca daha yaşamaları sağlanabiliyor. Bir diğer açıklama; “birinci resimde beyni çalışıyor, ikincisinde ise faaliyetlerini durdurmuş olsa gerek” şeklindedir. Bu yanıt da kısmen doğrudur. Çünkü beynin faaliyetlerini sürdürürken, belli döngüsel kalıplara sahip bazı dalgalar oluşturup yaydığını ve ölüm halinde bu dalgaların ortadan kalktığını biliyoruz. Ancak bu yanıt da yeterli değildir. Çünkü insanlar bazen ağır bir yaralanmadan sonra “bitkisel hayat”a girmekte, bu dalgalar zayıflayarak ritimlerini kaybetmektedir. Hayat diğer bakımlardan süregiderken…
Aslında sorduğumuz sorunun, geneli ikna gücüne sahip, yaygın kabul gören bir yanıtı henüz yok gibidir. Yani biz bu eşeğin birinci resimde ‘hayatta’ olduğunu, ikinci resimde ise olmadığını anlayabiliyor, fakat aradaki farkın, yani ‘hayat’ın ne olduğunu tam olarak dile getiremiyoruz. Bu yüzden de, ‘hayat nedir’ sorusuyla karşılaştığımızda, kem kümle başlayıp, içimizden biraz eveleyip geveliyor, sonra da “merak etmeyin” diyoruz karşımızdakine: “Görünce; görür görmez anlarsınız, anlayacaksınız…”
Aslında, iki resim arasındaki geçişin tanımı, artık biraz biliyor gibiyiz: Girdi-çıktı unsurlarıyla birbirine bağlı milyonlarca halkadan oluşan ve bizi oluşturan ‘enzimlere dayalı kimyasal tepkimeler ağı’nda beliren gediklerin, bir yandan sürekli olarak tamirine çalışılmakla beraber, giderek büyüyüp yayılması ve önceleri ayakta duran o görkemli ağın, bir aşamadan sonra geriye dönüşü artık mümkün olamayan bir şekilde göçerek yere yığılması. Ancak yine de bu soruyu biraz daha açıklığa kavuşturabilmek üzere kendimizi eşek yerine koyalım. (Lütfen alınmayınız!)
Örneğin biz bu yazıyı okurken; gözlerimiz aynı satır üzerinde soldan sağa, satırdan satıra geçerken de yukarıdan aşağıya doğru hareket etmekte, gözlerimizin bu hareketini sağlayan kaslar, beynin motor merkezi tarafından eşgüdümlü bir biçimde yönetilmektedir. Beyin bunu yaparken; gözlerimizin gönderdiği görüntüleri değerlendirip satır sonuna geldiğimizi ‘anlamakta,’ bir alt satıra geçebilmemiz için gerekli kas hareketlerini sağlayacak komutları belirleyip bu kaslara göndermektedir. Öte yandan tuşları kullanabilmemiz için parmak uçlarımızla bir kuvvet tatbik etmemiz lazımdır ve beynin ilgili merkezi, parmak uçlarımızdan gelen duyu sinyallerini değerlendirdikten sonra, ilgili kaslara gerekli komutları vermektedir. Keza oturma pozisyonumuzu sürdürebilmek için bacak, baldır ve sırt kaslarımızın eşgüdümlü bir şekilde çalışması gereklidir ve beyin bu kasları da yönetmektedir. İş bununla da bitmemekte ve beyin; gözlerin gönderdiği görüntü üzerindeki karaltıları harfler olarak ayırdetmekte, bunları bir araya getirerek sözcükler halinde algılayıp, sonra da bu sözcüklerden hareketle yazının içeriğini kavramakta, bu arada nokta ve virgül işaretlerini de hesaba katmak zorunda kalmaktadır. Sonuç olarak beynimizde oluşan kavramlar bazı ‘heyecan’lar veya belki de “vay canına!” gibi tepkiler uyandırmakta, kalp atışlarımız sıklaşırken konsantrasyonumuz artmaktadır. Oturduğumuz yerde iyice yerleşerek okumaya devam ederiz.
Bu aslında karmakarışık bir süreçtir ve olaylar sadece fiziksel de değildir. Çünkü okuma eylemine paralel olarak sürüp giden başka, kimyasal ve elektriksel daha pek çok olay vardır. Örneğin az önce yediğimiz yemeğin bileşenleri, midemizdeki asit salgıları tarafından parçalanıp moleküllerine ayrılmakta, sonra da kana karışarak vücudumuzun her tarafına dağılmaktadır. Hücrelerde bu moleküller kırılıp parçaları yeniden birleştirilerek, hücrenin ‘bakım, onarım, inşa, bölünme, çoğalma’ gibi etkinliklerinde işlev sahibi yararlı bileşenler haline konulmaktadır. Bu sonuncusu tıpkı; bir kaynakçı ustasının aksi halde işe yaramayacak olan hurda demirleri kesip parçaladıktan sonra, farklı bir şekilde kaynak ederek, örneğin bahçemize bir parmaklık yapmasına benzetilebilir. Kalbimiz ise, yaklaşık saniyede bir çarpıp duran ve bu işi yıllar boyu teklemeden yapan mükemmel bir pompa gibidir.
Mesele bu denli karmaşık görünmesine rağmen, aslında bu kadar basit bile değildir. Çok sayıda karmaşık olay aynı anda ve eşgüdümlü olarak yürütülmekte ve hayatta olmak, çok sayıda enstrümanın aynı anda çalıyor olmasına benzemektedir. Yani hayat, büyük bir orkestranın sunduğu nota kusursuz bir müzik icrası gibidir ve herkesin hayatı apayrı muhteşem bir senfonidir. Bu mecazi müziğin yanında Mozart ve Beethoven’in şahaserleri dahi çok mütevazi kalır.
Biz hepimiz, kendi özgün müziğimizi yıllar boyu çalar, sonra da bir gün gelir çalamaz oluruz. İnsanlık hali bu, hepimizin başına gelecek: “Tanrı gecinden versin” ama, belki 50 belki 100, belki de 120 yıl sonra bir gün siz de kendinizi ölüm döşeğinde bulacağızdır. O anı bir tasarlayınız…
Biz bir yatağa sırtüstü uzatılmış tavana bakmaktayızdır ve yakınlarımız etrafımızı sarmış bizi kollamaktadır. Yediklerimizi artık sindiremeyen midemize günlerdir birşey girmemiştir ve vücudumuz kendi kendisini kemirmektedir. Ciğerlerimiz durdu duracak gibidir ve nefes almak büyük bir zahmet haline gelmiştir. Kalbimiz artık teklediğinden vücudumuzun bazı yerlerine kan iletilememekte, oksijensiz kalan kaslarımız çalışmak bir yana, ağrıyıp sızlamaktadır. Böbreklerimiz iyi çalışmadığından kanımız tam olarak süzülememekte, kanımızda biriken zehirli kimyasal maddeler beyin hücrelerimizi yavaş yavaş öldürmektedir. Zihnimiz bulanmış, düşüncelerimiz birbirine karışmıştır. Baktıklarımızı net olarak göremez, duyduklarımızı açık seçik anlayamaz ve istediklerimizi söyleyemez hale gelmişizdir. Kısacası; vücudumuz artık bize ihanet etmiş, bizi ölümün eşiğine getirmiştir. Belki de yıllar önceki, örneğin şu anki sağlıklı bir anı hatırlamış, içimizin özlemle burkulduğunu hissetmişizdir. Çünkü bir zamanlar bizi hayata sımsıkı bağlayan ipin lifleri teker teker kopmuş, bu ip incelerek bir pamuk ipliğine dönmüştür. Biraz sonra onun da “çıt” deyip kopacağını ve hayata artık veda edeceğimizi bilmekteyizdir.
Bu durum, sinema filmlerinde sık görülen bir sahneye benzer. Uçurumdan aşağı sarkan bir ipten yukarı tırmanan birisi vardır ve ip sağa sola kaydıkça lifler, ipin kayalara değdiği yerden teker teker kopmakta ve ip inceldikçe heyecanlanan seyirci fenalıklar geçirmektedir. Ancak sizin düşeceğiniz uçurum zifiri karanlık ve dipsiz olup, ebedi bir meçhulde bitmektedir. Bu durumda iken ne yapardınız?…
İlk akla gelen, herhalde Tanrı’ya yalvarmak olurdu. Gerçekten de, öbür dünyaya inananlarımız için, en yapılası şey bu olsa gerektir. Çünkü ardından da; Tanrı’yla hemen bir pazarlığa girişecek, geçmişte inancımızın gereklerini olabildiğince yerine getirdiğimizi, gerçi bazı günahlar işlemiş ve fakat pişman olduğumuzu belirtip, “şimdi birkaç günah için sakın beni tutup da cehenneme atma ” diye yalvaracak, bu arada da hafızamızın elverdiği, dilimizin döndüğünce, Kutsal Kitap’lardan pasajlar okumaya çalışacağızdır. Aslında hayatı boyu “öyle şeylere” inanmadığını söylemiş olanlarımızdan bazılarının dahi yapacağı şey belki bu olacaktır. Büyük olasılıkla; “Tanrım, gerçi inancın ibadet buyruklarını yerine getirmedim, ama sen benim kalbimin ne kadar temiz olduğunu bilirsin” hatırlatmasında bulunacak, “eğer bunların senin için önemli olduğunu bilseydim, emin ol hepsini yerine getirirdim” diyecek, hatta belki biraz daha cesur davranıp; “beni ayağa dikip ömrümü biraz uzat, bak bundan sonra bu sözümü misliyle yerine getirmiyor muyum!” diye devam edeceğizdir. Çünkü başarılı olduğumuz takdirde; birkaç saatlik daha uzun bir yaşam, yolun sonunda da bir ‘Cennet’ olasılığı vardır. Cennetten beklentiler ise hayli yoğundur: yeşil ipekten kaplı sedirler, biteviye akan sütten dereler, badem gözlü huriler vb. En başta da ölümsüzlük…
Fakat bu döşekte başka şeyler de yapmak istersiniz. Çünkü öbür tarafta Cennet olsa bile, ondan önce zifiri karanlık ve daracık bir kabirde geçecek uzun bir süre vardır. Çünkü inanışa göre; ‘yargıç’ gelip herkesi sıraya dizmeden önce, ‘kıyamet günü’ne kadar beklenecek ve Cennet’le Cehennem’in kapıları, günah-sevap hesapları yapıldıktan sonra açılacaktır. Dolayısıyla, belki de binlerce yıl beklemek zorunda kalacağınızı düşünüp, sevdiklerinizi herhalde son bir kez daha görmek istersiniz. Gülümser bir ifadeyle gözlerinizi etrafta gezdirip yakınlarınıza bakar, onların simalarını zayıflamakta olan hafızanıza nakşetmeye çalışır, her biriyle ilgili çeşitli anılar hatırlarsınız: Eşinizle ilk tanıştığınız an, onunla nasıl yakınlaştığınız, o piknikteki nefis gün, erkekseniz askere gidişiniz, bayansanız düğün kıyafetiniz, çocuğunuzun doğuşu, ansızın okul çağına gelişi veya karne elinde coşku ile dönüşü gibi olaylar, bir bir gözünüzün önünden geçmektedir. Aklınıza, bazen de bu sevdiklerinizin kalplerini zaman zaman kırmış olduğunuz gelir ve onlara tebessüm edip vedalaşmak, son bir kez özür dileyip ‘helallaşmak’ istersiniz. Kısacası; hayatınızın sizin için önemli olan kesitlerini alır, hızlandırılmış bir film şeridi gibi ardarda dizer ve ‘herşeye rağmen o güzelim’ hayatınızı son bir kez daha hayalinizde yaşamak istersiniz. Çünkü bir süre sonra, diyelim 10 dakika; ip kopacak ve bu hayat sona erecektir. Diyelim ki; o bulanık hayalinizde bir de ‘ölüm meleği’ belirdi, kafanızdaki filmin tam ortasında karşınıza geçip sürenin dolduğunu bildirdi ve ipi kesmek üzere tırpanını uzattı… Ne yapardınız?
Herhalde “keşke bir 10 dakika daha olsaydı” derdiniz değil mi?…
Hem de nasıl!… Diyelim ki melek bu dileğinizi duydu… Size süreyi bir 10 dakika daha uzatabileceğini, fakat bunun bir bedeli olması gerektiğini söyledi ve kendisine karşılık olarak ne verebileceğinizi sordu.
“Varımı yoğumu” demeyin! Bunu yapamazsınız… Çünkü eşiniz yanınızda oturmuş: “bana bak bunak; herşeyi verirsen, biz geride kalanlar ne yapacağız?” dercesine dik dik bakmaktadır. Hem sonra siz de bunu zaten yapmaz, sizden daha rahat bir yaşam sürdürmesini istediğiniz çocuklarınıza birşeyler bırakmak istersiniz. Dolayısıyla düşünmeye başlamışsınızdır. Bu arada belki de, yıllar öncesi birilerinin sizi ağır bir işte 50 saat çalıştırdıklarını, sonra da emeğinizin karşılığını vermeyip gaspettiklerini hatırlayıp öfkelenmiş, “keşke o saatler boşa gitmeseydi de, şimdi 10 dakika için böyle zor bir duruma düşmeseydim” demiş olabilirsiniz. Fakat artık olan olmuştur ve Ölüm Meleği’ne bir yanıt vermek zorundasınızdır.
Bütün bunları tarttıktan sonra Türk lirası olarak ne verirdiniz? 1000 YTL?… 100 YTL?… 10?…
En düşük tahminin onda birini alıp 1 lira, yani dakikası on kuruş diyelim. Aslında komik bir rakam değil mi: dakika başına metal bir on kuruş?… Neyse: Sonra “keşke daha az deseydim” demeyin de…
Peki; sizce şu andan itibaren geçecek olan 10 dakikanızın, ölüm döşeğindeki bu 10 dakikadan farkı nedir?
“Aynı şey” demeyin!.. Ölüm döşeğindeki durumunuz berbattı: tekleyen kalp, midede kramplar, kol bacakta ağrılar, zihin bulanık, gözler kararmış, nefes almak dert,… Halbuki şimdi öyle mi: kalbiniz küt küt atıyor, mideniz üzümlü keke bayram ediyor; tüm kaslar emre amade, zihin berrak, ciğerler körük, gözler şahin, kulaklar delik, dil pabuç, çene makinalı tüfek gibi…
Dolayısıyla; sizce bu 10 dakikanın değeri diğerinin kaç misli olur? 10 misli?.. 5 misli?..
En düşük tahminin beşte birini alıp “aynı değerde” diyelim. Yani hayatınızın dakikası on kuruş… Sudan ucuz… Ama yeter ki sonradan “keşke daha az deseydim” demeyin!…
Aslında zamanın değerini para ile ölçmek tuhaf veya yeni birşey değildir. Bizim “vakit nakittir” diye hepimizin bildiği, fakat pek azımızın kulak astığı bir atasözümüz vardır. Bu söz illa da vakit karşılığında para kazanılır anlamına gelmez. Örneğin ülkemizdeki çalışma çağındaki nüfusun halen %16’ya yakını, açık veya gizli yapısal işsiz olduklarından, ellerinde dünyanın vakti vardır, ama iş bulamadıklarından, bu zamanlarıyla para kazanamazlar. Fakat bu söz onlar için de hala geçerlidir ve onların bu ‘boş’ zamanlarının da bir değeri vardır. Hatta eğer sevmediğiniz bir işi yapıyorsanız, ‘boş’ zamanlarınız mesai dahilinde harcadığınız zamandan daha bile değerli olabilir. Bu zamanla belki gazete kitap okur, bahçenizle ilgilenir, eş dostla sohbet edersiniz de: gününüze iki yevmiye dahi verseler çalışmak istemezsiniz.
Kısacası: Her insanın hayatı kutsal bir senfoni gibidir… İnsanın en kıymetli varlığı hayatıdır! Zaman hayattır!… Dolayısıyla; zaman, insanın en kıymetli hazinesidir… Vakit nakittir!…
Şimdi diyelim ki; işiniz veya okulunuzla eviniz arasındaki seyahat süreniz, şu veya bu nedenle 5 dakika uzadı. Gidiş geliş: günde eder 10 dakika. Bu; 300 günlük bir çalışma yılı için, 3000 dakika veya 50 saat demektir. 30 yıllık bir çalışma ömrü için, 1500 ‘uyanık saat,’ yani yaklaşık 80 tam gün anlamına gelir. Parasal değeri ise, dakikası on kuruştan, yani ‘sudan ucuz’dan, 11.520 YTL’dir.
Eğer seyahat sürenizdeki bu uzama sizin, örneğin evinizi değiştirme yönündeki bir kararınızdan kaynaklanıyor ise, siz; hayatınızın 80 gününden, bu tercihiniz doğrultusunda vazgeçmiş olursunuz. Bu sizin bileceğiniz bir iştir. Fakat eğer bu süre artışı, örneğin trafik düzenindeki hatalı bir uygulamadan kaynaklanıyor ise; hayatınızın 80 günü yerel yönetiminiz tarafından ziyan edilmiş olur. Benzer şekilde aktif olan 5 milyon nüfusu barındıran bir kentte, eğer herkes için ortalama süre kaybı aynı 10 dakika ise, bu durum; her 30 yılda bir 400 milyon gün kaybı demektir. Bu ise, her biri 300 iş gününden oluşan 30’ar yıllık çalışma hayatlarından, yaklaşık 45 bin adedine denk gelir: Her yıl için 1500 hayat…
Yani böyle bir kentte her yıl; her biri 30’ar yıllık onca dinamik çalışma hayatlarından 1500’ü, trafik sıkıntısında veya ızdırabında, rendelenip öğütülerek çöpe atılmakta ve toplum, yaşam koşullarının daha da iyileştirilmesini sağlayabilecek olan en önemli kaynağından, yani bireylerinin çalışma hayatlarından, hiç de azımsanamayacak bir kayba uğramaktadır. Bu aslında, yılda 1500 ölüm demektir. Bu kaybın parasal yönüne bakmaya, artık gerek olmasa gerektir.
Hayatı rendeleyip öğüten, bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yaşam koşullarını, akılcı ve bilimsel yöntemlerle düzenleyebilen toplumlarda, böylesi kayıplar en aza indirgenmiştir. Bundan ötesi, bireye bağlıdır. Çünkü, kendimizin veya başkalarının hayatına kalıcı herhangi bir katkıda bulunmayan etkinliklere harcanan zamanlar da keza, kıyılıp çöp sepetine atılan hayat kesitleri gibidir. Örneğin, içeriğini ‘zayıf’ bulduğumuz bir televizyon programını seyre devam etmek, o anı uyuşturmaktan başka bir işlevi olmayan ‘narkotik’ bir etkiye karşılık, hayatımızın bir kısmından vazgeçmek anlamına gelir.
Halbuki hayat, 10’ar dakikaların ucuca eklenmesinden oluşur. Aklın ve bilimsel yaklaşımların ağır bastığı yaşam biçimlerinde, bu 10’ar dakikalara saygı vardır. Bu, genelde insan hayatına saygı anlamına gelir. Hayatı daha verimli yaşamak ve aynı sayıda yıla daha fazla ‘hayat’ sığdırmak mümkündür. Bu bağlamda şahsen, kendi kendimi saçma sapan bir şeyler yaparken yakaladığımda, ki bu bazı dönemlerde sık oluyor, hep şu soruyu soruyorum: “Eğer şu önündeki 10 dakika, o son 10 dakika olsaydı, vaktini böyle geçirmeyi mi tercih ederdin?…”
Önümüzdeki 10’ar dakikaların değerini bilmemiz ve bundan sonrakilerini, daha değerli etkinliklerle geçirebilmemiz dileğiyle, hepimize bu soruyu ara sıra kendi kendimize sormamızı, haddim olmayarak öneririm…