Modern devletin bugüne kadar tarihsel olarak beş aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz: Geleneksel devletler ve imparatorluklar, feodalizm, zümreler, mutlakıyet ve modern devlet. Bunlara son bir aşama daha ekleyebiliriz: 1980 sonrasının devleti; yani tam da içinde bulunduğumuz zamanlar. Feodalite ve zümreler sisteminin daha ziyade batıya özgü olduğunu söyleyebiliriz. Feodalite pazar ekonomisinin uzun uyku dönemine; zümreler sistemi pazar ekonomisinin yeniden doğuşuna; mutlakıyet liberalizmin krala taç giydirişine; modern devlet pazarın ulusallaş(tırıl)masına ve doygunluğa ulaşmasına; 1980 sonrası devlet ise pazarın uluslararasılaş(tırıl)masına karşılık gelmektedir.
Sokrates’ten bu yana sıkça kullanılan bir ilke devlet-toplum-ekonomi ilişkileri üzerine yapılan tartışmalarda göz ardı edilmektedir: Yanlış, yanlış ile düzeltilemez ya da diğer bir ifadeyle iki yanlış bir doğru yapmaz. Bu doğrultuda örneğin Türkiye’de insanlar ya resmi ideolojiyi ya da küresel kapitalizmi savunmak durumunda bırakılıyorlar. Bunların birbirinin alternatifi olarak sunulması ise gerçekçi çözümlerin üretilmesini güçleştiriyor. Örneğin, akademisyen olan ve bir zamanlar Yargıtay başkanlığı da yapan Sami Selçuk küreselleşme ile ilgili olarak, Türk halkının dışa açıldıkça “daha fazla hukuk”a, “daha fazla insan hakları”na kavuşacağını ileri sürmesine karşın önemli iki yanlış içine düşmektedir. Bunlardan ilki deregülasyon politikalarının çalışanlar açısından “düzensizleştirme” ve dolayısıyla “daha az hukuk” anlamına geldiğini ihmal ediyor. Diğeri ise hukuk-siyaset ve hukuk-demokrasi arasındaki pozitif ilişkiyi yoğun olarak vurgulamasına karşın hukuk-ekonomi ve ekonomi-siyaset arasındaki çatışmacı ilişkiyi neredeyse hiç dikkate almıyor.
Neoliberal çevreler devleti pozitivist, Kartezyen-kurucu rasyonalist, toptancı ve jakoben yönelişin bir işareti olarak görüyor ve serbest piyasaya övgüler düzüyorlar ve bu bağlamda ademi-merkeziyeti savunuyorlar; ancak bu kişiler metalaşma üzerine kurulu olan kapitalizmin oldukça karanlık bir tarihe sahip olduğunu görmezlikten geliyorlar. Serbest piyasayı savunanlar Roma imparatorluğunun yıkılışıyla, dolayısıyla pazar ekonomisinin dağılmasıyla birlikte, bin yıllık bir süre için kabuğuna çekilen kölelik kurumunu bin yıl sonra harekete geçiren etmenin ırkçılık, sömürgecilik, pazarların canlanması, kısaca kapitalist üretim tarzı olduğunu görmüyor ya da gizliyorlar. Dahası, devletle ilgili eleştirdikleri noktaların kapitalist araçsal rasyonelliğin bir ürünü olduğu da göz ardı ediliyor. Sanki serbest piyasa ya da kapitalizm devletsiz varolmuş ya da olacakmış gibi. Halbuki bunun tersi olmuştur; devletin veya yönetimin değişik biçimleri ve aşamaları kapitalizmin yörüngesinde şekillenmiş ve kapitalizme hizmet ettiği sürece varolmuş, hizmet etmekte işlevsiz kalınca da dönüştürülmüştür. Liberal ideoloji tarihsel bir belleğe, tarih kavramına ve bilincine sahip olmadığı için her zaman kapitalizm tarafından kullanılacak argümanlar üretmiş ve devlet-kapitalizm ilişkilerini de hiçbir zaman kuramamıştır.
Modern devletin bugüne kadar tarihsel olarak beş aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz: Geleneksel devletler ve imparatorluklar, feodalizm, zümreler, mutlakıyet ve modern devlet. Bunlara son bir aşama daha ekleyebiliriz: 1980 sonrasının devleti; yani tam da içinde bulunduğumuz zamanlar. Feodalite ve zümreler sisteminin daha ziyade batıya özgü olduğunu söyleyebiliriz. Feodalite pazar ekonomisinin uzun uyku dönemine; zümreler sistemi pazar ekonomisinin yeniden doğuşuna; mutlakıyet liberalizmin krala taç giydirişine; modern devlet pazarın ulusallaş(tırıl)masına ve doygunluğa ulaşmasına; 1980 sonrası devlet ise pazarın uluslararasılaş(tırıl)masına karşılık gelmektedir. Geç feodalite veya zümreler sistemi ile birlikte giderek genişleyen bir sarmal söz konusudur. Aristoteles, Hegel ve Marx’ın diyalektiği ile ifade edecek olursak her bir aşama bir sonraki aşamanın tohumlarını kendi içinde taşımaktadır.
Feodalitede pazar için üretim söz konusu değildir; bu sistemde her bir malikane kendi ihtiyacını karşılamayı amaçladığı için mal mübadelesi sınırlıdır. Toprakların parçalı olması, merkezi bir siyasal otoritenin bulunmayışına yol açacaktır. Zümreler sisteminde ticaret ve zanaatların canlanmasıyla birlikte kentler gelişecek ve bu dönemde ekonomi daha ziyade bölgeselleşme taleplerinde bulunacaktır; lonca sistemi ile kapitalizmin doğasında bulunan tekelleşme potansiyeli kendini açığa vuracaktır ancak çeşitli pazarlarla ilişkiye girerek mal alış verişi yapan tüccarların kentlerdeki loncaların tekelci üretimine son vermesi ve ticaretin serbestleşmesini sağlaması yerel yönetim birimlerinin yetersizliğini ortaya koyacaktır.
Gelişen burjuvazinin yararı güçlü merkezi yönetimi gerektiriyordu, bu nedenle zümreler sisteminde kral ile paylaştığı egemenliği krala devretmeye hazırdı. Bodin, Machiavelli ve Hobbes gibi kişilerin egemenlik kuramları bu taleplerin dillendirişinden başka bir şey değildi. Mutlakıyetin sağladığı güvenlik ve standartlaşma, burjuvazinin işine geldiği için desteklendi ve merkantilist (korumacı) politikalarla daha fazla ekonomik yayılma ve gelişme sağlandı. Bu dönemin ayırt edici özelliklerinden biri, ilk anonim şirketlerin bu dönemde kurulmasıydı. Ayrıca ekonomideki hareketliliğe ve coğrafi keşiflere paralel olarak bilimsel keşiflerin de yoğunlaştığı ve modern bilimin temellerinin atıldığı görüldü. Mutlakıyetle birlikte kilisenin siyasal ve özellikle ekonomik gücü kırılmış oldu; aynı dönüşümün bilimde de gerçekleşmesiydi söz konusu olan. Modern bilimin kurucularından Descartes’in bilimleri tekleştirme yönündeki görüşleri aynı zamanda mutlakıyet savunusu olarak karşımıza çıkmıştır; hatta kendisinin “cogito ergo sum”, “düşünüyorum öyleyse varım” önermesi bilimsel kuşkuculuğu yerleştirerek Katolik kilisesinin “keyfi”, mutlak irade sahibi Tanrı anlayışını zayıflatma ve yerine “rasyonel” bir Tanrı ikame etme çabasının bir ürünüydü; bilimde olduğu gibi siyasette de her şey Descartes’a göre tek elden planlanmalı ve yönetilmeliydi. Bu dönemin özellikleri arasında burjuvazinin verdiği borç paralarla kralın güçlendirilmesi, soyluluk ve kilise kurumlarının zayıflaması, ölçü ve tartılarda standartlaşmaya gidilmesi, otorite dışında silahlı adam tutmanın yasaklanması, profesyonel orduların kurulması, kilise ve tüccar mahkemelerinin kaldırılması, seküler mahkemelerin gelişmesi; doğal hukukun yerini pozitif hukukun alması ve tüm ülkeyi kapsaması, ticaret ve üretimin artmasına bağlı olarak loncaların, yerel tekelcilerin ortadan kaldırılması, denizaşırı toprakların fethi ve sömürüsü, kamuda üniforma giyilmeye başlanması, para sisteminin güvence altına alınması, ticaret ve sanayileşmeye bağlı olarak ticaret savaşlarının ortaya çıkışı sayılabilir. Ekonominin işleyişi garanti altına alındıktan sonra burjuvazi, krala karşı yeni haklar ileri sürmeye başlamıştır. Siyasal açıdan mutlak ya da keyfi yönetimin dizginlenmesi, ekonomik açıdan da “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” biçiminde serbest piyasa ekonomisi savunulmuştur.
Mutlakıyet dönemi modern devletin aslında ilk evresiydi; çünkü bu dönemde mutlak egemenlikle birlikte devletin, ülkenin ve uyrukların bölünemezliği, birliği vurgulanmaya başlandı. Mutlakıyetin bu vurgusu modern devletin, uyrukları üzerinde standartlaştırıcı bir rol üstlenmesini kolaylaştırdı; yani modern ulus devlet benzer şekilde düşünen ve yaşayan insanlar ve bu insanların benzerlikleri üzerine kurulu bir toplum oluşturma, onlara yeni bir kimlik, ulus kimliği, verme çabası olarak gelişti. Modern devlet, güvenliğin sağlanması, iletişim ve ulaşım kanallarının hızlı şekilde gelişmesi, kuralların ve yasanın ülkede egemen olması, teknik ve ticaretle ilgili işlerde standartlaşma ve ticaret ağlarının kurumsallaşması, üretim ve tüketim kalıplarının toplumsal alanın tümüne yaygınlaşması, modernleşme, ve bürokrasinin gelişimi konularında belirleyici olmuştur. Yine devletin standartlaştırıcı rolü büyük ölçüde demokratik kurumların oluşumunu kolaylaştırmıştır. Devletin sanayi kapitalizmi ile birlikte üstlendiği yoğun standartlaştırıcı rol kısmen demokratik kurumsallaşmayı kolaylaştırmış ve sivil toplum örgütlerinin oluşumuna zemin oluşturmuştur; refah devleti böyle bir süreç sonunda mümkün olabilmiştir.
Modern devlet karmaşık ulusal örgütlerin ve bir dizi farklılaşmış ulusal ve uluslararası örgütlerin ve kurumların gelişmesine katkıda bulunmuştur. Örneğin BM, GATT, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer ekonomik ve siyasal örgütlerin kurulması doğrudan modern ulus-devletlerin varlığıyla bağıntılıdır.
Soğuk Savaşın sona ermesi ve küreselleşme söylemlerinin yaygınlaşması eşzamanlıdır. Küreselleşmeyi ulusal sanayi kapitalizminin ileri bir aşaması olarak tanımlamak mümkündür; çünkü küreselleşmenin esası ulusal sınırları aşan işlem ve örgütsel bağlantılardır ve de-regülasyon politikalarının benimsenmesi küreselleşmenin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Büyüyen dünya pazarında rekabet gücünü koruyabilmek için refah devletinin yerine neo-utilitarian rekabetçi veya neoliberal devlet ikame ediliyor. Bu yönüyle küreselleşme sivil, ekonomik ve siyasal toplum ve demokrasiyle ilgili olumsuzluklar taşımaktadır. Devlet kapasitesinin erozyonu ve devletin karşılık verme işlevinin zayıflaması kamu yaşamının her alanında dengesizliklere yol açmaktadır; her şeyden önce, yurttaşları kamu hizmetleri ve yeniden dağıtımcı düzenlemeler olmaksızın yaşamak zorunda bırakmakta ve toplumsal eşitsizlik ve huzursuzluğu artırmaktadır.
Kapitalizm, nasıl ki, modern ulus-devlet ile kendisine bir açılım sağladı ise, şimdi de bu sınırları zorlamakta ve modern devletin sınırlayıcılığından kurtulmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, kamusal tercih kuramı ve serbest piyasa söylemi “görünmez el”in yeniden ifadelendirilişidir. Kapitalizmin artık düzenleyici devlete ihtiyacının kalmadığı, ya da tüm dünyadaki kaynakların kamu dışında paylaşıldığı, sıranın şimdi kamu kaynaklarının paylaşımına geldiği söylenerek değil de, “devletin kamu kaynaklarını “etkin” ve “verimli” kullanmadığı, devletin bir rant aygıtı, devlet müdahalesinin de bir hastalık olduğu” ileri sürülerek “devlet tarafından düzenlenmeyen bir sektör yaratılmaya çalışılmaktadır.
Neoliberalizmin serbestlik ve kendiliğinden düzen kurgusunda malların, özellikle de sermayenin serbest dolaşımından bahsedilirken işgücünün serbest dolaşımı hiçbir şekilde söz konusu değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin mülteci veya göçmen politikaları işgücüne yönelik tutumlarının da bir göstergesidir; insanları ve işgücünü yerinde tutmak için hiçbir çabadan kaçınılmamaktadır. Deregülasyon politikaları çalışanlar ve hammadde kaynakları için geliştirilmiştir; sermaye ve mallar için geçerli değildir. Hatta uluslararası şirketlerin, sermayenin ve malların korunması, için Türkiye’deki özerk kurullar da dahil olmak üzere her türlü düzenleme (regülasyon) yapılmaktadır.
Üniter-yerel vb. gibi tartışmaların bu bağlam içine oturtulmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Bu durumda, dünyanın büyük çıkar merkezlerince kullanılmayan ve yönlendirilmeyen bir yerel siyasetin mümkün olup olmadığı ve eğer mümkünse nasıl olabileceği sorusu da sanıyorum daha rahat yanıtlanabilecektir.