Cemil Meriç: Titreyip özüne dönmüş eski bir Marksist; derin inanç sahibi modern bir mistik; Doğu ile Batı’yı veya ‘muhteşem mazi’ ile ‘muhteşem istikbal’i birbirlerine bağlamanın yılmaz misyoneri; müzik zevki, anlayışı, dil ve din konusundaki görüş ve tavırlarıyla Türk-İslam sentezinin ete kemiğe bürünmüş prototipi bu temelde komple ve sistematik bir düşünür; post-modernizmin ilk yerli ve öncü temsilcisi; otodidakt ve malumatfuruş bir lise/Fransızca hocası vb. Herkesin gözünde farklı. Ama kendisine en son yakıştırılabilecek şey, post-modernlik. Çünkü o, hep mutlak ve mükemmelin peşinde oldu. En basit yazısını bile bir kerede yazmasına ‘aman işte bu sefer de bu kadar olsun’ demesine izin vermeyen bir titizlik: ‘Öyle de olur, böyle de’ diye bir şey olmaz.
Cemil Meriç için ‘tam ve mutlak’ı arayış varoluşsal bir sorundur; zira, kendisini her hangi bir şeye göre tanımlamayı/kurmayı kendisine yediremez. Ancak kendi ‘tam ve mutlak’ını kurmanın insanın kudreti dahilinde olmadığını da bilir. Bu durumda yapılabileceği tek şey, kendi ‘ben’indeki bütün ‘göre’lileri teker teker ayıklamaktır; yani, bitti sandığınız anda yeniden başlamak zorunda kaldığınız negatif bir işlem. Böyle bir insanın en çok isteyeceği şey, -‘tam ve mutlak’lığı kesin tek varlık olarak- Tanrı’ya inanmaktır. Cemil Meriç de, inanmak için -kendi tabiriyle- ‘iki kolunu vermeye hazır’dır: Cemil Hoca, bütün ‘facetta’larının ötesinde, Fransız Aydınlanması’nın en has evlatlarından biridir.
Aydınlanma ‘filozof’u, Tanrı’yı etik bir problem çerçevesinde ele alır; ontolojik değil. Zira Tanrı, ‘yoktan vareden’dir; oysa insan ‘yok’u tasavvur edemez ki, ‘var’lığın nerede, nasıl, neyle başladığına ilişkin bir bilgi üretebilsin. Bu durumda iş inanca kalmıştır; inanç ise öznesi olunmayan bilgidir ve de insan, özne olamadığı ölçüde, mensubu olduğu türün kalıplarına ‘göre’ devinen/davranan herhangi bir canlı nesne. ‘Göre’liği kabul etmeyen Cemil Meriç, ‘gibi’liği hiç mi hiç kabul etmez. Birileri ‘gibi’leşen insan, artık tam değil ast-insandır; tarihe öznelik etmesi söz konusu olamaz. Çağdaşlaşma, Batılılaşma, Avrupalılaşma, Modernleşme vb. Bunların hepsi, birer ast-insanlaşma sürecidir; hangi temelde/türden olursa olsun (din, ırk, kültür vb), bunlara karşı her tepki de -isterse yobazlık kertesine ulaşsın-, en meşrûsundan bir nefis müdafaası. Nefis, insanın sadece vücudunu değil, kültürünü de içerir.
Entelektüel mi, Aydın mı?
‘Gibi’leşmemede izlediği yol şudur: Ne ki onun ‘gibi’ olmak için özel bir çaba sarfetmesine gerek yoktur/onun ‘gibi’ olmamak için özel bir çaba sarfetmesi gerekir, işte onların tümüyle barışık olmak/barışmaktır. Beyaz derili, erkek, Türk, Müslüman vb… ‘gibi’ olmamak için ne denli özel bir çaba göstermesi gerekiyorsa işte o ölçüde de beyaz derili, erkek, Türk, Müslüman’dır. Bu yönde ilerleyip bütün ‘gibi’liklerden arındığı, yalnız ‘kendisi’nden ibaret kaldığı ölçüde, ister istemez kendi inzivaını da örmüş/ kurmuş olur: Cemil Meriç’in yalnızlığı ‘kendim’ dediği şeyin mimarisinden kaynaklanan zorunlu ve yapısal bir yalnızlıktır. Bu, aynı zamanda herkese /her yere eşit uzaklıkta/yakınlıkta bulunuyor, nereden bakılırsa bakılsın eşit derecede görülebilir olması da demektir: Cemil Meriç, düşünce dünyamızın ‘münzevi yıldız’ıdır.
Cemil Meriç, Tanzimat’tan bu yana bütün tarihimizi aydınların aldanmışlığı/aldatılmışlığı, olmadı hainliği, ajanlığı veya madrabazlığıyla açıklar. Aldatan/satın alan, dolayısıyla baş ahlaksız/sahtekar Batı’dır; Doğu ise özünde yüce, bilgeliğin kaynağı (ex Oriente lux), ancak günümüzde mazlum. Oysa varlık, salt bilgiyle ne inşa, ne de izah edilebilir olduğuna göre, tarih de yanlışlarla, aldatılmışlıklarla açıklanamaz. Ama Cemil Meriç, toplumsal karşıtlık ve çatışmaların ancak sınıflar arasında bulunabileceği, Osmanlı’da ise sınıfların bulunmadığı, dolayısıyla eğer bir şeyler kötüye gitti ise bunun herkes için ortak bir yanlıştan, yanlışın da aldatılmışlıktan kaynaklandığı düşüncesinde sonuna kadar ısrarlıdır. Bütün açıklamalarında -kelime olarak aralarında ayırım gözetmediği-münevver/aydın/ entellektüel/intelicensiya’ya ağırlıklı bir yer verir; ama, Fransızca kökenli entelektüel’in niye sadece Rusça’da intellicensiya şeklinde -bizdeki münevverana mümasil- bir zümre adına dönüştüğünün ve bu zümrenin düşünce adamlarından çok kendilerine siyasal bir misyon atfeden reformculardan oluştuğu üzerinde durmaz.
Cemil Meriç, kendi tabiriyle ‘kelimelerin pasaportu’na bakar: Nereden gelip, kimler tarafından ne biçimlerde kullanılmışlardır, onu inceler; zaman-mekan ötesi kavramlar olarak yeniden tanımlamaya ise hiç girişmez. Doktrinler, düşünce sistemleri ve rejimler konusundaki tavrı da aynıdır; tarihçelerini çıkartır, nerede, hangi koşullarda/saiklerle ortaya çıkıp nasıl uygulanmışlardır; onlara bakar. Kendisini, sosyolojiyi/ sosyal bilimleri birer ideoloji olarak damgalamaya götüren de işte bu tavrıdır: Toplumsal birer kurum olarak reel bilimler ile bir bilgi türü olarak bilimsel bilgiyi birbirinden ayırt etmez.
Siyasal rejimler konusunda ‘rejim farketmez, önemli olan insanın dürüst olmasıdır’ derken de, bir yandan ahlakçı tavrı ortaya çıkar diğer yandan toplumsalın bilimsel bir nesne olarak ele alınamazlığını dile getirmiş olur.
Cemil Meriç’e göre Osmanlı’da toplumsal sınıflar yoktur; dolayısıyla kendi içinde ahenkli bir bütün oluşturur. İslam’da, ama özellikle de Osmanlı’da tefekkürün gelişmemesini de söz konusu ahenkle açıklar: İnsanlar, uçurumla karşı karşıya kalmadıkça düşünmezler ve de Kuran, Osmanlı’ya bütün meselelerini çözmesine yeterli olan kaynaktır, kılıç da onun gösterdiği çözümleri uygulamanın aracı. Osmanlı’nın ahenginden bahsedip, bu ahengin bozulmasını doğrudan doğruya kendi dışından kaynaklanan gelişmelerle açıklarken, diyelim bir yandan Celalî isyanları, diğer yandan da, kendisinin ‘uşaklar’ olarak vasıflandırdığı gayri-müslim unsurlarla uşak olmayanlar arasındaki kaçınılmaz karşıtlık, gerilim ve mücadeleleri tümüyle göz ardı etmiş olur. Ayrıca, eğer tefekkür insanın zorda kalmasının fonksiyonunda ortaya çıkıyorsa, kılıç üzerine oturmuş bir düzen kadar, insanı zorda bırakıp düşünmek zorunda bırakabilecek başka ne olabilir?
İdeoloji bilim karşıtıdır
Cemil Meriç’e göre, ideolojiler mutlaka sınıfsal birer yarım hakikat, dolayısıyla da bilim karşıtıdır; entellektüel ise mutlaka bir sınıfın sözcüsü, sentezcisidir. Osmanlı’da, Türkiye’de sınıflar bulunmadığına göre ‘benim de entelektüel olamamam gerekir’i tartışır: Hoca sonuna kadar dürüst/kendisiyle tutarlıdır. Ancak böylesi bir kavrayış çerçevesinde bütün mesele, düşünen insanlar arasındaki iletişim kopukluğuna, bireysel veya grupsal inatlaşma ve karşıtlıklara indirgenecektir; -70’li yılların öğrenci ve gençlik olayları da, toplumda ortak normların çökmüş, yenilerinin ise tesis edilememiş olmasından, ‘anomi’den kaynaklanan bir ‘kör döğüşü’dür. Çözüm ise, diyalogtadır: Kitaplarını, en ‘sağ’dan en ‘sol’a, düşünce ve siyaset alanında etkili olabileceğini düşündüğü herkese gönderir; diyaloğa davet eden ithaflar da ekleyerek -yeter ki bir tepki versinler, bir etkilenmişlik emaresi göstersinler.
Cemil Hoca’nın yukarıda eleştirdiğimiz ‘kelimelerin maceralarını anlatmakla yetinip nihaî bir tanım kurmaz’lığı, belki de, esas amacının, insanları -bu arada kendi kendisini de- mağaralarından çıkartıyorum derken, -isterse en görkemlisinden bir saray olsun- yine başka bir kapalı mekana hapsediyor da olabilirim endişesiyle, sadece yola çıkmalarını sağlamak, kendi başlarına yürür hale getirmek olmasından kaynaklanıyordu; şöyle de söyleyebiliriz: Cemil Meriç, insanları birbirleriyle diyaloga sokmak isterken, insana kendi kendisiyle diyaloga girmeyi öğretiyordu.