Dinler tarihi efsanelerinden günümüze bir uyarlama: Yirmi yedi Avrupa Birliği ülkesi Türkiye’yi taşlamaya hazırlanıyorlarmış. AB Komisyonu tam işareti verecekken, Türkiye “Bir dakika” demiş; “Günahsız olanınız atsın ilk taşı”.
Bu da henüz bir yakın gelecek efsanesi. Türkiye bu noktaya çok uzak değil aslında. AB ile müzakereler 2005’de başladı. Çünkü AB Komisyonu’nun 2004 yılı ilerleme raporunda Türkiye “Kopenhag siyasal kıstaslarına yeterince uyan ülke” olarak tanımlanmıştı. Ecevit-Bahçeli-Yılmaz, Gül ve Erdoğan hükümetleri bu demokrasi yolunun taşlarını döşediler. CHP, DTP ve DP’nin de emeği geçti. Türkiye bu yolda çok daha güçlü bir ülke olarak ilerledi. Aynı dönemde demokrasi sorunlarını daha hızla aşabilseydi, Türkiye bugün AB ile müzakereleri bitirmek üzere olurdu. Hatta daha da geriye gidebiliriz. Henüz 1989-1990 döneminde Avrupa’da soğuk savaş düzeni çöküyorken, Ankara kavrayabilseydi değişen zamanın ruhunu, Türkiye bugün AB’nin güçlü bir üyesi olurdu.
Ulusal çıkar = Demokrasi
Her ülkenin en az dört boyutta oluşan bir ilerleme dinamiği var: Demokrasi, ekonomi, toplumsal kalkınma ve uluslararası imaj. Bunların her birisindeki olumlu gelişme diğerlerini de güçlendiriyor. Ülke yükseliyor. Yakın tarihimiz bu denklemi doğrulayan birçok olumlu ve olumsuz vaka ile dolu. Türkiye 20. yüzyılı çok daha ileri bir ülke olarak geride bırakabilirdi. Fakat çok kötü şeyler oldu:
* Şiddet kültürünün demokratik kültüre zulmü
* Karakollarda, hapishanelerde sönen insan bedenleri ve insanlık onuru
* Sakıncalı görüş avcısı karanlık zihniyetler
* Yazdıklarından dolayı hapislere atılan yazarlar
* İdeolojik, etnik, dinsel ve cinsel tabular, baskılar
* İşkencenin zavallılığına bulanan ülke imajı
* İnsan sermayesi törpüsüne dönüşen siyaset
* Yolsuzluğun nüfuz ettiği bir toplumsal genetik yapı
* Cinselliği, yaratıcılığı, girişimciliği, entelektüel arayışları ve düzeni sorgulama hakkı hoşgörüsüzlük karabasanıyla kurutulan bir gençlik, nice genç kuşak…
Değdi mi?
Türkiye daha mı iyi bir ülke oldu? Türk ulusu yüceldi mi?
İnsan hakları ihlalleri, uluslararası ilişkilerde Türkiye’ye pek çok haklı davasında büyük zarar verdi. Kıbrıs, Ermeni savları, terörle mücadele ve AB süreci bunların başında geliyor. Ayrıca insan hakları ve demokrasi açıkları dış ticaret, uluslararası yatırımlar, turizm ve ülke markası gibi alanlarda Türkiye’nin ekonomik gücüne de darbe vurdu. Daha da önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ulusal onuru ve uluslararası saygınlığı zedelendi. AB sürecinde ilerleyip, 2005 yılında müzakereler başladıktan sonra dengeler değişti. Demokrasi kültürü gelişti. Fakat buna rağmen TCK 301, Hrant Dink cinayeti, AK Parti’yi kapatma davası, Ergenekon muamması, özel yaşama ve basın özgürlüğüne müdahale ve yargının tarafsızlığına karşı azalan kamuoyu güveni gibi girdaplara düştü Türkiye. Ulusal çıkarlar çok ciddi zarar görmeye devam etti. Bunun AB sürecine yansımaları da olumsuz oldu. En yalın ifadesiyle, Türkiye’nin demokrasi zafiyetleri, Avrupa’daki Türkiye karşıtlarını mutlu etmeye devam etti.
Teröre çözüm
Tüm bu yıllarda kamuoyunun demokrasi ile ilişkisinde siyasal psikolojiyi bozan en önemli etken terör oldu. Terörün her zaman en önemli amaçlarından biri siyasallaşmaktır. Uluslararası destek sağlar. Siyasallaşmanın da en uygun yolu, şiddet ve terör dışında kalan bir alanda, insan hakları açısından mağdur duruma düşmektir. Terörle mücadele ederken çok dikkat etmeli. Terör bir suç unsuru olarak düşünce özgürlüğü ve insan haklarından kesin olarak ayrılmalı. Arada sis perdesi bırakarak teröre siyasal hareket alanı yaratmamalı.
Bugün ileri dünyada birçok ülke bu şekilde terörle daha etkin mücadele etmekte. Her türlü düşünce ve siyasal talep özgür. Aynı zamanda güvenlik güçlerinin teknolojik olanakları, insan sermayesi, yasal yetkileri ve maddi araçları teröre karşı en yüksek seviyede seferber. Ayrıca diğer ülkelerdeki güvenlik birimleri de bilgilendiriliyor. Dünya medyası için de iyi belgelendirilmiş, görsel yönü güçlü iletişim dosyaları hazırlanıyor. Sonra da İngiltere, Fransa veya İspanya’da olduğu gibi gerekli müdahaleler yapılıyor. Terörist veya ona destek veren siyasetçi fark etmiyor. Teröre karşı devlet acımasız. Fakat bu çizginin ötesinde demokrasi var: vatandaşın hizmetkârı devlet anlayışı, düşünce özgürlüğü, azınlık dilleri dâhil kültürel haklar ve ulusal birlik açısından özgüvenli bir toplumsal psikoloji. Tabii terör veya ayrılıkçılık her zaman tamamen yok olmuyor. Fakat kendi teorik tabanı içinde de azınlıklaşıyor.
Demokratik azınlık
Azınlık haklarının ulusal sistem içindeki konumu ülkesine göre farklı ve zaman içinde değişen modellere sahip. Etnik temelli ayrım yapmak yılların halklar arası karışımını yaşamış bir kıtada bariz değil. Bölgesel ayrımlar daha kolay. Dil temelinde statüler de. Bunların ulusal dil ve kimlik ile bağlantısı da her ülkede farklı. Özerklik ancak Basklar, Katalanlar, İskoçlar, Flamanlar ve Lombardlar gibi ekonomik düzeyi ülke ortalamasının üzerinde olan kesimlerin talebi. Çünkü özerkliğin önemli bir unsuru, vergi gelirleri ve bütçe giderleri açısından başkente tabi olmamak. Zengin bölgeler diğerlerinin yükünü bazen paylaşmak istemiyor. Yoksul bölgelerde ise özerklik ancak etnik kimliğin pekişmesi sonucunda bir çoğunluk talebine dönüşebilir fakat henüz açık bir örneği yok. Bu noktada etnik azınlık açısından önemli bir kaygı söz konusu: Ana dilde eğitim zamanla genç kuşakların ülke içinde marjinalleşmesini, fiili ayrımcılığı ve dünyaya kapanıklığını tetikleyebilir. Sonuçta ortak payda demokrasidir. Kürt sorununda ülkenin anayasal düzeni her nasıl bir evrim içinde olacaksa, bunun demokratik bir çerçevede gelişmesi öncelik olmalı.
Kopenhag siyasal kıstasları ile yalnızca ‘yeterince’ değil, daha fazla uyum sağlayan bir Türkiye terörle çok daha etkin mücadele eder. Avrupa ölçeğinde öncü bir anlayış geliştirebilir. Güçlenir. Güçlü ülkeler bölünmez. Güç, demokrasi, hukuk, ekonomi ulusal güvenlik ve toplumsal kalkınmadır. İnsani kalkınmışlıktır. Eğitim, sağlık, kadın hakları, teknoloji ve doğadır. Bu yönde atılımlar ancak geniş bir toplumsal uzlaşma ile olası. Bu da akılcı, soğukkanlı, saygılı ve hoşgörülü bir tartışma ortamı, partiler arası uzlaşma, işlevsel yaklaşım, kademeli çözümler ve ileri derecede duyarlı bir toplumsal iletişim gerektirir. Bunca şehidin derin acısını yaşayan bir ülkede artık siyaset dünyası bu küresel gerçeği anlamalı ve gereğini yapmalı.
Toplum yargıya güvenmeli
Türkiye’nin AB sürecinde her yıl daha iyiye gitmesi gerekirken, toplumda demokratik kaygıların artıyor olması doğal değil. Partizan bir kutuplaşmanın yaratacağı toplumsal kırılmalara karşı en demokratik anayasal düzen bile uzun süre dayanamayabilir. Bir tarafta yargının demokratik sürece müdahalesine, kendi içinde yarattığı kapalı devrelere ve daha açık bir topluma karşı tepkiselliğine yönelik eleştiriler var. Bunun sonucunda yargı reformu girişimi gündemde. Diğer tarafta, yargı üzerinde artan siyasal baskı ve hükmetme eğilimleri, yargıç ve savcıların siyasal itaat içinde bir kitleye dönüşmesi olasılığı, dinsel tarikatlardan yerel siyaset odaklarına uzanan etki ağlarının yargı sistemini etkileme niyetleri gibi kaygılar derinleşmekte. Türkiye ‘yargıçlar rejimi’ ile “siyaset vesayetindeki yargı” gibi bir paradoksta sıkışmamalı. Her iki durumda da zaten sistem önce onu en üst düzeyde yönetenlerin üzerine çöker, Türkiye kaybeder.
Brüksel’de ki Avrupalı örgütler arasında Avrupa Yargı Kurulları Ağı (ENCJ) da var. Türkiye’den Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da davetli olarak ENCJ’nin etkinliklerine katılmakta. Gerek bu kurumun çalışmalarında, gerekse tüm ülkelerin anayasasında, Avrupa Konseyi’nin konvansiyonlarında ve AGİT belgelerinde yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı demokrasinin temel direklerinden biri olarak tanımlanıyor. Ayrıca ilgili bilimsel ve siyasal literatürde yargının bağımsızlığı konusu sosyal istikrar ve iyi işleyen bir piyasa ekonomisi açısından da belirleyici bir etken olarak öne çıkmakta. Yargı bağımsızlığının herhangi bir ulusal anayasal düzende tesisini belirleyen dört temel etken var:
1. Kurumsal düzenleme
2. Siyasal kültür ve uygulama
3. Maddi ve teknolojik altyapı
4. Kamuoyunun algısı
Yargı bağımsızlığının odak noktası olan ‘yüksek kurul’ konusunda ise tek bir Avrupa uygulaması yok. AB’ye adaylık sürecindeki ülkeler için yargının bağımsızlığı konusu hep gündeme geldi. AB Komisyonu’nun 2006 Türkiye ilerleme raporunda da “HSYK’da adalet bakanı ve müsteşarının yer alması” eleştiri konusu olmuştu. Daha sonraki raporlarda da “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı” konusunda HSYK’nın yalnızca yüksek yargı değil, diğer kademelerdeki yargıç ve savcıları temsil edecek şekilde genişletilmesi vurgulandı. Ayrıca yargı konusundaki başka bir temel kaygı, yasaya dönüşen demokratik reformların ve özellikle düşünce özgürlüğüne yönelik değişikliklerin uygulamada yargı sistemi tarafından yeterince benimsenmemesi.
AB ülkelerindeki uygulamalarda ise farklı durumlar mevcut. Bazı ülkelerde yargının bağımsızlığı konusu gündemde değil, sorun yok, buna yönelik düzenlemeler tartışılmıyor. Kamuoyu bu konuda yeterince güven sahibi. Birçok ülkede ise Yüksek Kurul’da siyasal etki olasılığı özel önlemlerle sınırlanmış, hükümet doğrudan müdahale edemiyor. Bazı durumlarda hükümet temsilcileri azınlık olarak yer alıyor. Meclis’te atamalar veya başka kurumların önerileri üzerine onay ancak partiler üstü uzlaşma ile olası. Ayrıca kurul kararlarına karşı Danıştay’a başvuru yolu bazen açık. Diğer bir genel uygulama, bir yargıcın ancak kendi rızası ile görev yerinin değişebileceği.
Yargının bağımsızlığı ve güçler ayrılığı konusu demokrasilerde evrim içindeki bir konu. ABD’deki gibi seçimle göreve gelen “kamu/halk” savcıları, Anayasa Mahkemesi’nin üyelik seçimi, yargı görevlilerinin maddi koşulları, savcıların yetkileri, yüksek kurullarda hükümetin rolü gibi konularda demokratik dünya henüz mutlak modeli bulamadı.
Türkiye açısından bu bir fırsat. Geriden gelen bir demokrasiyiz, fakat geçmişin zafiyetlerini aşabilecek kadar deneyimliyiz. Bunun sağlayacağı ivme ile 21. yüzyılda dünyaya örnek olacak, yenilik getirecek bir anayasa, bireysel özgürlükler ve kültürel haklar düzeni ve bağımsız yargı modeli geliştirebiliriz.
Aksi takdirde başkalarının taşlamasına gerek kalmaz, kendi içinde birbirine taş yağdıranların ülkesini.