Siyaset olgusunu doğrudan ve mutlak bir şekilde iktidar olgusuna râm ettiğinizde, beklenmedik tarzda nefsânî olanın hükmü altına her iki olguyu da vermiş olursunuz. Bunun anlamı içiçe geçmiş sorunlar ile boğuşmaya başlamak demektir.
Siyaset olgusu, mahiyetinden kaynaklanan işlevsellik bakımından iktidarı tazammun eder, içerir. Fakat sadece iktidar olgusuna bağlanan bir siyaset olgusu, öncelikle kendi özünden bir takım değerlerden soyutlanmayı beraberinde getirir. Basit ifadesiyle siyaset insanı, toplumu, doğayı, tarihi ve kültürü yönetebilme yeteneğini vurgular. Dolayısıyla siyaset ahlâkî, hukukî, kültürel ilke ve değerleri özümsediği ölçüde mahiyetini oluşturabilir. Galat anlamında siyaset ile iktidar eşitlemesi yapılması, aralarındaki ilişkinin sınırları dikkatlice çizildiği takdirde fazla bir sakınca doğurmayabilir. Ancak giderek aradaki sınırların gözetilmemesi, siyaseti iktidarın boyunduruğu altına verme halinde ortaya çıkabilir ki, işte bu telâfisi mümkün olmayacak sonuçların gerçekleşmesine yol açacaktır. Çünkü iktidar, öyle gözükse ve tanımlanmaya çalışılsa bile siyasetin mahiyetinde içkin olan her türden değeri hoyratça kullanmaktan, amacına hizmet ettirmekten asla fütur, sakınca ya da tehlike görmeyecektir.
Öncelikle iktidar, insanın hükmetme güdüsünün ani, şiddetli, hiçbir sınır tanımaksızın dışa yansıması, hatta dışa yansırken de öznesini bile kendi istemleri doğrultusunda dönüştürmesi, açıkçası başkalaştırması şeklinde tanımlanabilir. Bu durumu, kuramsal düzeyde kavramlaştırmaya yönelen, örnek olmaları bakımından ilkçağlarda sofist Thrasymakhos (M.Ö. V. yy) ile yeniçağlarda Machiavelli (1469-1527)’yi hatırlatarak açıklayabiliriz. Thrasymakhos’un ana düşüncesini, bunun tartışılmasını ve eleştirisini Platon’un Devlet (Pebiteıa, Republique)’nde öğreniyoruz. Thrasymakhos’un ana düşüncesi, daha doğrusu iddiası (tezi) “adalet, güçlü olanın hakkıdır” önermesinde ifadesini bulur. Buradaki “adalet”, ahlâkî, hukukî, genel kültürel anlamında bir değeri ifade etmez. Güçlü olanın, eşdeyişle iktidarın doğal ve sınırlanamaz belirlenimi olarak ortaya çıkan, deyim yerindeyse fiziksel/maddî bir durumdan başka bir şey değildir. İktidarın güç olarak tezahürü ve belirleyiciliğidir.
Machiavelli,tam da bu noktada sorunu kavramsallaştırmaya ve yöntemi gereği evrensel ilkeleştirmeye yönelir. İktidar, somut, bölünmez, mutlak ve belirleyici güçtür. Bunun kaynağı bizzat insan doğasıdır (natura naturata) Bu doğa ancak bencil olma başat özelliği içinde tanımlanabilir ve bu da evrenseldir. İnsan doğası bencil ise bencillik güçte tam kendini gerçekleştirebileceği için, iktidar ancak bu öğeleri içerdiği ölçüde özünü kurabilecek, demektir.
Öyleyse siyaset kendini işte bu iktidar olgusuna göre kavramalı, tanımlamalı ve gerçekleştirmelidir. Eğer iktidar, siyaset olgusunu oluşturan değerlerin sınırları içinde kalarak kendini konumlandırmaya çalışırsa, tam olarak kendini ifade edemeyerek, bir takım sınır çizgilerine göre kendini sınırlayacak, dolayısıyla eksik kalacaktır. Din, ahlâk, hukuk, gelenek vb. siyasete içkin olmalarından dolayı iktidarı ve kullanımını, öncelikle de ele geçirilmesini etkileyen değerler olagelmiştir.
Oysa Machiavelli tam tersi olması gerektiğini ileri sürerek, görünümü kökten değiştirir. Din de, ahlâk, hukuk ve gelenek de ancak ve mutlak olarak iktidar/güç sayesinde varlıklarını güncelleştirerek gerçekleştirebilirler.İktidarın sınırı, daha doğrusu istemleri, onların sınırını belirlediği gibi, bir ölçüde anlamlarını da biçimlendirebilir, öyle de olmalıdır. Ne var ki iktidar, insanın bencil doğasından kaynaklandığına göre, aslında ona önceden herhangi bir sınır çizilemez.
Bugün yapılan tartışmalara, çekişmelere, kuramsal ve ilkesel ölçekte yaklaşmaya çalıştığımızda, siyaset, iktidar olgularını yerli yerine oturtmakta, kaçınılmaz olarak temel güçlüklerle karşılaşmaktayız. Ama bunun çözümleyici bir yöntemle ele alınıp irdelenmemesi sonucunda tam bir açıklığa varıldığını söylemek ne kadar zor ise bir o kadar da düşünce üretmede sığ kalındığını söylemek yerinde olur.
Bu sığlığı gözden kaçırmada bir takım kavramlar, bu kavramlara yaslanılarak yapılan genellemeler olabildiğine yardımcı olmaktadırlar. İktidar adeta “güçlü olanın hakkıdır” ya da insanın bencil doğasının tezahürü şeklinde bilinçdışı bir algılamadan kaynaklandığı için, siyasete içkin değerlerin hoyratça kullanımı, daha doğrusu istismarı bir işbilirlik, bir marifet, bir sağgörü biçiminde anlaşılıyormuş gibi algılanabilmektedir.
Dolayısıyla devlet, hukuk, ahlâk, hak ve özgürlük vb. olgu ve kavramlar iktidarın bencil toprağında çürümek üzere serpiştirilmektedir.
Siyaseti tam ve hakkaniyet ölçeğinde kavramadıkça çürümenin önünün alınamayacağı söylenebilir. Yazık olur!