BRÜKSEL – AB çevrelerini uzun süreden beri meşgul eden papatya falı kaçınılmaz olarak doğru çıktı. José Manuel Barroso AB Komisyonu Başkanı olarak yeniden seçildi. Önce AB Konseyi dahilinde yirmi yedi ülke arasında bir uzlaşma arandı. Sarkozy ve Merkel destek vermeden önce Barroso’nun adaylığını bir süre sürüncemede bıraktılar. Avrupa Parlamentosu’nda sosyalistler ve yeşillerin muhalefetine rağmen muhafazakarların ve son anda da liberallerin desteğini aldı. Sonuçta başka bir aday çıkmadı. Konsey karar verdi, Parlamento onayladı. Şimdi Avrupa siyasal gündemi ve kurumsal yapısında Türkiye’nin de öncelikle dikkate alması gereken yeni açılımlar ve açmazlar var.
Barroso’nun siyasal profili
Daha önce yalnızca iki kişi, ilk Başkan Walter Hallstein (1958-1967) ile efsanevi Başkan Jacques Delors (1985-1995) iki dönem görev yapmıştı. Eğer seleflerinden Jacques Santer gibi Avrupa Parlamentosu’nun gensorusuna maruz kalmaz ise, Barroso da bu gruba dahil olma yoluna girdi. Bir zamanlar genç politikacı olarak tanınan 53 yaşındaki Barroso’nun birçok özelliği var:
* Eski Portekiz Başbakanı. Merkez sağ eğilimli.
* Maocu bir genç olarak 1970’lerde Lizbon’da askeri rejim karşıtı hareketlere katılmış.
* Dünyada serbest ticaret, saydam finans ve sıkı çevre kuralları istiyor.
* Atlantist (ABD’ye sıcak bakıyor, başbakanken Irak için W.Bush’a destek verdi)
* Daha etkin işleyen bir AB istiyor, fakat federalist değil.
* Üye ülkelere “patron sizsiniz”, Avrupa Parlamentosu’na “ulusal egoizm son bulmalı” mesajlarını eşzamanlı verebiliyor.
* AB’nin odağına “tek pazar” kavramını koyuyor.
* Avrupa Dijital Ajandası adı altında yeni bir internet çağı ekonomisi programı öneriyor.
* Enerji tedariki güvenliğine özel önem veriyor.
* AB’nin genişlemesini savunuyor.
* Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor.
* Tüm bu özelliklerinden dolayı geniş destek buluyor ve aynı zamanda çok eleştiriliyor.
Türkiye konusunda bizzat kendisinden hem Lizbon’da başbakanken, hem de daha sonra Brüksel’deki görüşmelerimizde duyduğumuz değerlendirmesi çok açık:
“Türkiye de üye olursa Avrupa aşırı gerilir, yayılır diyenleri anlayamıyorum. Dünya haritasına bakınca açıkça görüyoruz ki, Avrupa aslında Avrasya’nın bir yarım adası. Asya ve Amerika karşısında Avrupa küçük kalıyor. Tek pazarın ve siyasal etki alanımızın genişlemesi gerekiyor. Ayrıca Müslüman dünya içinde mutlaka demokrasi ve piyasa ekonomisi temelli bir başarı modeline gereksinim var. Türkiye’nin AB üyeliği artık geri dönüşü olmayan bir hedeftir. Yeter ki Türkiye AB’ye uyum koşullarını yerine getirsin”.
AB Komisyonu ne yapar?
AB Komisyonu mana ve ehemmiyeti kolay anlaşılamayan bir kurumdur. Bu Türkiye’de de böyledir, ABD’de, Japonya’da ve hatta İngiltere, Almanya, Fransa gibi büyük AB ülkelerinde de. Bunun birçok nedeni var: AB’nin karmaşık hukuksal düzeni, toplumla iletişim sorunları, hükümetlerin iç politikalarında Brüksel’i günah keçisi yapma eğilimleri…
Ulusal sistemlerde alışık olunan üst kurumsal yapı AB için geçerli değil. Yalın bir hükümet-meclis-yargı üçlüsü yok. AB en başından itibaren işlevsel bir mantık ile gelişiyor. ABD gibi bir federal yapıya ancak bazı alanlarda teğet geçiyor. Yargı erki en kolay anlaşılanı. AB Adalet Divanı en üst düzey yargı seviyesi. Kararları ve içtihadı ulusal mahkemelerin üzerinde. Yasama erki ise karışık. AB Bakanlar Konseyi, yani üye ülke hükümetleri yasama görevine sahip. Bir çok alanda bu yetkiyi Avrupa Parlamentosu ile paylaşıyor, ortak karar veriyor.
Peki icraat? O da karışık. AB Komisyonu bir icraat organı. Fakat bir çok alanda icraatı bizzat yapmıyor, üye ülkelerin uygulamalarını gözetiyor. Bir anlamda AB hukukun bekçisi. Ayrıca bir çok AB programının uygulayıcısı. Dış ticaret, tarım, ulaştırma, rekabet ve devlet yardımları gibi bir dizi çok önemli alanda da kendine ait bir karar ve müdahale alanı var. En önemlisi ise, AB yasalarının taslağını hazırlayan kurum. Ulusal sistemlerde olduğu gibi parlamento veya hükümetten öneri veya taslak gelmiyor. Yasama sürecini başlatmak için girişim yetkisi Komisyon’da. Tabii Konsey yeni bir mevzuat için görev verebilir veya Parlamento’nun talepleri olabilir. Ayrıca Komisyon bürokrasisi yasa taslağını hazırlıyorken ‘komitoloji’ denen bir sistem devreye giriyor. Sürece üye ülkelerin ilgili bakanlıklarından gelen yetkililer de dahil oluyor. İşte bu kadar basit bir sistem söz konusu!
Sonuçta önemli olan şu. Bu AB Komisyonu uluslararası ortamda bir nevi AB hükümeti. Fakat yasama gücü üzerinde tek başına siyasal etkisi yok. Ulus-devletlerin denetiminde bir uluslarüstü siyasal yapı. Başkanı bir nevi başbakan, her ülkeden bir tane olan Komiserler de birer bakan. ABD’li bakanların Kongre’nin onayından geçtiği gibi, AB Komiserleri de Avrupa Parlamentosu’nun onayından geçerek demokratik meşruiyete kavuşuyorlar. Her birine de bölgesel kalkınma, ekonomi, rekabet, çevre, genişleme gibi politika alanlarından sorumlu genel müdürlükler, yani bir nevi AB bakanlıkları bağlı. Şimdi Barroso önümüzdeki dönemde kendisi ile çalışacak yeni komiserleri önerecek olan üye ülkelerle istişareye başlayacak.
Barroso’nun müktesebatı
Komisyon’un 2004-2009 döneminde AB önce 25 sonra 27 üyeye genişledi. İnternet ve e-devlet hızla yayıldı.
İklim değişikliği bilinici gezegeni sardı, Kyoto sözleşmesi onaylandı, temiz enerji ve yeşil ekonomi devrimi başladı. Asya’nın yükselişi hızlandı. Çağdaş dünya tarihinin en sert ekonomik krizi patladı.
I. Barroso Komisyonu geçtiğimiz dönemde yeni mali sistem düzenlemeleri, cep telefonu ücretleri, enerji boru hatları, yeni teknolojileri geliştirme programları, uçak yolcularının hakları, geniş bantlı internetin kırsal
kesime yayılması, Orta Doğu ve Kafkasya’ya yönelik barış programları, AB tek pazarının etkin işleyişi, istihdam paketleri gibi değişik alanlarda beşyüze yakın yeni mevzuat ve politikanın kaynağı olmakla övünüyor. Aynı zamanda da tek pazarın özellikle kobiler, girişimciler ve tüketiciler için daha esnek bir yapıya kavuşması amacıyla mevcut mevzuatın yüzde 10’nunu tasfiye etmiş olduğunu vurguluyor.
Tüm bu işleri yaparken farklı kesimler tarafından “fazla liberal” veya “yeterince liberal olmamak”, “sosyal politikaları ihmal etmek” veya “eski Avrupa sosyal düzenine takılı kalmak”, “iklim değişikliği felaketini iyi kavrayamamak” veya “çevre politikalarında işgüzarca fazla ileri gitmek” gibi her yönden eleştiri aldı. Büyük
olasılıkla bir AB Komisyonu Başkanı’nın üye devletler, siyasal gruplar, özel sektör, sendikalar, sivil toplum, akademik kurumlar ve medyadan oluşan AB çevrelerinde hiç bir zaman herkese yaranamayacağını iyi biliyor. Aksi takdirde son beş yılda uykusuzluk içinde süzülür, erir, giderdi.
Son dönemde Komisyon’un uluslararası görünürlüğü de artmaya devam etti. Bu evrimin dönüm noktası yirmi yıl önce Avrupa’da soğuk savaş düzeni çökerken yaşanmıştı. Batı dünyası G7 ve OECD kapsamında Macaristan ve Polonya’da demokratik dönüşümü desteklemek üzere bir ekonomik program oluşturmuş ve yönetimini de Komisyon’a vermişti (PHARE). Böylece artık ABD de Komisyonu bir uluslararası aktör olarak tanımıştı. Aradan geçen zamanda Komisyon başkanları AB liderlerinin yanı sıra G7 ve G20 gibi platformlarda yerini aldı. Dış temsilcilikleri büyükelçilik seviyesine erişti. Diplomatik ortamlarda Komisyon Başkanı, altı aylığına dönem başkanı olan ülkelerle birlikte AB’yi temsil etmeye başladı. Örneğin ABD Başkanı W.Bush Brüksel’e geldiğinde arık Barroso ile görüşmesi nerdeyse bir devletler arası görüşme törenselliğinde gerçekleşti. Bu arada ABD’nin Brüksel’deki AB nezdindeki büyükelçiliği de muazzam kalabalık bir dış üs konumuna geldi.
Yeni beş yılın öncelikleri
Teşekkür konuşmasında Barroso Avrupa parlamenterlerine dedi ki: “Avrupa günümüzün karşılıklı bağımlılık dünyasında belirgin seçeneklerle karşı karşıya. Sorun ve fırsatlara karşı birlikte çalışabiliriz. Ya da kendimizi anlamsızlığa mahkum ederiz. İddialı bir Avrupa için çabalarımı ikiye katlayacağım. Hedef halkını siyasal gündeminin odağına koyan ve dünyaya değerleri ve çıkarlarını iyi yansıtan bir Avrupa’dır. Yeni ekonomik büyüme kaynaklarını besleyebilen bir Avrupa’dır. Halkı için işleyen akılcı piyasalar düzenleyebilen bir Avrupa’dır. Özgürlük ve dayanışma Avrupa’sıdır” (Alkışlar) “Genişleyen bir Avrupa tek pazarı, Euro ve toplum modeline dayanan, daha müreffeh, güvenli ve kalıcı bir Avrupa için Avrupa Parlamentosu ile daha yakın çalışmak istiyorum” (daha şiddetli alkışlar). Önümüzdeki dönemin ekonomik kriz paketlerinden, karbondioksit vergisine, bütçe artışından, iş piyasası reformuna bir çok alanda yeniden başlayacak siyaset savaşları dönemi de açıldı böylece, alkışlarla.
Şimdi sırada AB Dışişleri bakanı ve AB Başkanı seçimleri var. Bu sefer durum daha da karışık. “Barroso merkez sağdan olduğuna göre, dışişleri bakanı da merkez soldan olmalı” deniyor. O zaman en önde gelen aday İsveç dışişleri bakanı Carl Bildt olamaz. Zaten Türkiye’ye olan desteği nedeniyle Sarkozy’nin çekincesi var. Peki o zaman kim? Berlin’den sosyal demokrat dışişleri bakanı Steinmeir? Halen genişleme komiseri olan liberal Olli Rehn? Yoksa Tony Blair bu göreve mi? Fakat zaten başkanlık adaylığı için Irak politikası geçmişi nedeniyle itirazlar var. Peki ya eski sosyalist İspanyol başbakan Felipe Gonzales? İyi bir AB Başkanı olur, fakat Portekizli Komisyon Başkanı ile birlikte İberya kimliği fazla kapsar Brüksel’i. Çek özgürlük kahramanı ve eski cumhurbaşkanı Vaclav Havel, Lüksembourg başbakanı Junker, eski Yunanistan başbakanı Smitis? Belki de beklenmedik bir son dakika adayı ve kararı.
Başka bir sorun daha var. Dışişleri bakanı neyse fakat AB Başkanı’nın görevleri, yetkileri, bürokrasisi, konutu, protokol rolü gibi bir sürü soru işareti gündemde. Her şeyden önce 2 Ekim’de İrlanda referandumunda bu makamları tesis eden Lizbon Antlaşması’nın onaylanması gerek.
Sonuçta AB çevrelerinde kurumlar ve gelecek politikalar için fal bakılmaya devam ediliyor. Fakat bu sefer papatya falı ile zor. Avrupa’nın geleceği çok berrak değil. En iyisi Zeynep Devrim Gürsel’in başarılı kısa metrajlı siyasal mizah filminden esinlenmek. Türkiye’nin Avrupa uygarlığına önemli katkılarından birine başvurmak; kahve falı bakmak.