Hangi AB?
Bu her zaman bir soru değil, bazen bir yanıt da olabilir. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde, Dünya’nın dört bir yanında katıldığım konferans, toplantı, mülakat ve televizyon programlarında bu soruya da dikkat çekmek gerekti. “Türkiye AB’ye üye olur mu?“ “Olmalı mı?” “Olabilir mi?” Bu soruların yanıtları tered-dütsüz bir “evet”. Ancak yalın bir “evet” değil. Aynı anda sormak gerekiyor: “Hangi AB?”
Türkiye nasıl AB üyesi olur?
Türkiye’nin hangi koşullarda AB üyesi olabileceği belli. Bu koşulların bazıları hukuksal nitelikte, bazıları ise siyasal ve sosyo-ekonomik boyutta:
* Kopenhag Siyasal Kıstaslarına uyum: demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, düşünce özgürlüğü, bağımsız yargı, özgür medya…
* AB mevzuatına uyum, müzakerelerin tamamlanması: Avrupa standartlarında bir ekonomik düzen, sosyal haklar, çevre, tüketici hakları, ulaştırma politikaları…
* Eğitim, kadın hakları, bilgi toplumu, yeni teknolojiler, temiz enerji devrimi, vatandaşa hizmet odaklı devlet anlayışı ve uluslararası iletişim gibi alanlarda yükselen bir ülke.
* Çağdaş, dinsel ve etnik dogmalardan arınmış bir merkez sağ ile çağdaş ve Avrupalı bir merkez sola açılan siyasal partiler yelpazesi ve demokrasi kültürü.
* Özetle, önümüzdeki yıllarda geçtiğimiz yirmi yıla göre çok daha iyi yönetilecek bir Türkiye.
Peki ya Avrupa? Denklemde yalnızca Türkiye yok ki. Yakın gelecekteki Avrupa nasıl olacak? Hatta bir diğer belirleyici etken daha var. Uluslararası ortam nasıl bir evrim içinde olacak? Üç bilinmeyenli bir denklem.
Derinleşme-genişleme ikilemi
Avrupa Birliği sürekli inşaat halinde bir ulusüstü yapılanma. Ulusal kökleri ve kimlikleri güçlü çok sayıda ülkenin bir araya gelerek siyasal birlik kurması kolay değil. Koşullar Amerika Birleşik Devletleri deneyiminden çok farklı. Ortak bir barış ve refah düzeni kurmak, ulusal çıkarları küresel rekabet ortamında dayanışma içinde kollamak, sınırları aşan sorunlara karşı sınırlar üstü politikalar üretmek gibi hem idealist hem de akılcı gerekçelere dayalı bir girişim söz konusu.
Türkiye’nin tam üyelik süreci inişli çıkışlı ilerlerken AB sürekli değişiyor. Yakın gelecekte Dünya sahnesinde nasıl bir Avrupa olacak? Daha federal? Konfederal? İkisinin arası? Çok çemberli? Çok vitesli? Kesin olan, çok karışık bir Avrupa olmaya devam edecek. AB derinleşecek fakat henüz bir devlet olamayacak.
Yirmi yıl önce 1989’da Avrupa’da derinleşme ile genişleme arasındaki ikilem aşılma yolundaydı. Daha derin, yani ulusüstü kurumları ve yetkileri daha güçlü bir AB için yeni bir aşama hazırlanıyordu. İki yıl önce yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi başarı ile uygulanmaktaydı. Avrupa tek pazarı işlemekte, dış politika dosyalarında üye ülkeler arası işbirliği kurumsallaşmaktaydı.
Derinleşme ile eşzamanlı olarak genişleme boyutu da hareketlenmişti. Türkiye’nin üyelik başvurusuna “olabilir fakat henüz değil”, Fas’a “hayır”, Avusturya’ya ise “tamam fakat diğerleriyle beraber gel” denmişti. Böylece Avusturya, İsveç, Finlandiya, İsviçre, Norveç ve İzlanda için geçici bir özel statü önerildi: Avrupa Ekonomik Alanı (daha sonra bu ülkelerin ilk üçü AB üyeliğine geçti)
Bu sırada düşlenen fakat beklenmeyen bir gelişme oldu. Berlin Duvarı ile birlikte Avrupa’da kırk dört yıllık Soğuk Savaş düzeni çöktü. Akabinde AB’yi pekişmiş bir siyasal kimlik ve parasal birlik inşaatına dönüştüren yeni bir derinleşme hamlesi yapıldı (1992 Maastricht Antlaşması). Aynı anda da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine genişleme dalgası başladı; 2004’te sonuçlandı.
Bugün ise, bir çok badireden sonra AB yeni bir derinleşme aşamasını daha geride bırakıyor. Lizbon Antlaşması İrlanda referandumunda onaylandı. Geriye iki ülkenin daha referandum gerektirmeyen onayı kaldı. İrlandalıların ikinci söz hakkıydı. İlkinde ‘hayır’ demişlerdi. Sonra ne düşlenen, ne de beklenmeyen bir gelişme oldu. Dünya ekonomisinde ‘2008-2009 büyük krizi’ patlak verdi. İrlanda’nın AB üyeliği ile başlayan “mucize” ekonomik kalkınma yılları son buldu. ‘Keltik Kaplan’ sütü döktü. AB dışındaki İzlanda’dan farklı olarak, AB üyeliği sayesinde İrlanda krizi çökmeden yaşadı. İrlanda halkının da çoğunluğu anladı ki, küresel rekabet ortamında daha etkin, daha derin bir AB gerekiyor.
Lizbon Antlaşması’nın yenilikleri
Yeni ‘Lizbon Reform Antlaşması’ ile AB kurumsal yapısına bir dizi yenilik getiriliyor. Bunlar mükemmel bir yapı oluşturan en akılcı düzenlemeler değil.
Ülkeler arası duyarlı pazarlıklarda karmaşık uzlaşma arayışlarının sonucular:
* AB Konseyi Başkanı. İki buçuk yıllığına atanacak. Altı ayda bir değişen AB dönem başkanlığının yerine geçecek. Hedef daha görünür bir siyasal kimlik. Fakat sonuçta ortaya bir başkanlıklar ağı çıkmakta: Konsey Başkanı, üç ülkeden oluşan onsekiz aylık başkanlık takımı, bu takımın içinde altı ayda bir değişen başkan, AB Komisyonu Başkanı, Dışişleri Konseyi Başkanı olacak olan Dışişleri Bakanı ve Euro Grubu Başkanı.
* AB dışişleri bakanı atanacak . Bu kişi aynı zamanda AB Komisyonu Başkan Yardımcısı olarak Bakanlar Konseyi ile Komisyon arasında köprü olacak.
* AB Bakanlar Konseyi’nde çift çoğunluk sistemi. Çok önemli. Üye ülkeler arasındaki güç dengesi bu kurala yansıyor. Kararlar için salt değil nitelikli çoğunluk gerekli. Bunun için 2014’den itibaren üç koşulun bir araya gelmesi gerekecek: üye ülke sayısının yüzde 55’i, en az onbeş ülke ve AB nüfusunun en az yüzde 65’inin temsili. Ayrıca birçok değişik durum için farklı hesaplar, kararı tıkama azınlıkları ve geçici düzenlemeler var. Karmaşık bir sistem. Tabii AB içinde uzlaşma geleneği var. Ne var ki artan üye ve yetki alanı sayısı sonucunda durum değişebilir. Bu arada genişleme ve vergi gibi bazı alanlarda oybirliği kuralı, yani üye ülkelerin herbirinin veto yetkisi devam edecek.
* AB Komisyonu 2014’den itibaren her ülkeden bir komiser kuralı ile seçilmeyecek. Coğrafi dağılım ve büyük-küçük ülke dengesine göre sırayla üye ülke sayısının üçte ikisi kadar komiser, görevlendirilecek. Komisyon Başkanı Avrupa Parlamentosu tarafından seçilecek. Ortaya daha etkin çalışacak bir Komisyon çıkıyor. Fakat kendisinden komiser bulunmayan ülkelerin Komisyon’a yaklaşımı değişebilir. Komisyon bir nevi AB hükümeti olma özelliğini kendine ait kurumsal alanda sürdürmeye çalışacak.
* Avrupa Parlamentosu’nun gücü her reformda olduğu gibi artıyor. Daha çok alanda Konsey ile birlikte ‘ortak karar’ kuralı işleyecek. Parlamenter sayısı 751 ile sınırlanıyor. Ülke başına en fazla 96,
en az 6 koltuk tahsis ediliyor. Bunların dağılımına AB Konseyi karar verecek. Ulusal parlamentolara da, yasa tasarılarının AB düzeyinde yetki alanına uygunluğu konusunda denetim olanağı veriliyor.
* Daha birçok konu var: Bazı alanlarda daha ileri birlik isteyen bir grup ülkenin “güçlendirilmiş işbirliği”, AB vatandaşlığı ve dilekçe hakkı, temel haklar bildirgesi, dış politika ve iç güvenlik düzenlemeleri, …
Yenilenen AB ve Türkiye
Türkiye açısından AB’nin evrim halindeki kurumsal yapısı önemli. Çünkü:
1- Ulusal çıkar meselesi. En önemli ekonomik ve siyasal muhatabımızı iyi bilmek gerek. AB’ye üye adayı olmayan ABD, Japonya, Brezilya, Hindistan gibi ülkeler için bile, AB’yi anlamak çok önemli bir ulusal çıkar konusudur. Karmaşık sistemi ile aldığı kararlarla AB küresel ekonomiye yön veriyor, standartları belirliyor ve uluslararası ilişkilerde önde gelen bir rol oynuyor.
2- Bugünün değil, yarının AB’sine üye olacağız. ‘AB nereden geliyor?’ ve ‘nereye gidiyor?’ sorularına dikkat etmeliyiz. Türkiye AB için hazır olurken, AB’nin de daha etkin işleyen bir kurumsal yapıya sahip olması gerekli. Karar alma sistemi tıkanmış, siyasal zafiyet içinde bir AB Türkiye için çekim gücünü yitirebilir. Diğer yandan, AB içindeki siyasal denge sorunlarını iyi anlayan bir Türkiye, kendi hedefleri doğrultusunda önemli fırsatlar yakalayabilir.
3- Türkiye’nin AB üyeliğinin kurumsal sonuçları belirleyici bir etken olacak. Son Lizbon Antlaşması yeni üyelikler için dar bir alan yaratmakta. İki-üç küçük aday üllke dışında, diğer genişlemeler için mevcut kurumsal yapının tekrar yenilenmesi gerekiyor. Özellikle AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nda nüfus kıstasına bağlı dengeler Türkiye lehine önemli bir ağırlık oluşturacak. Bu gerekçeyi giderek Türkiye’yi ikinci sınıf bir ‘ayrıcalıklı ortak’ konumuna itmek isteyen bazı AB çevrelerinde daha çok duyacağız. Türkiye’yi destekleyenler de, ortada bu kadar önemli siyasal ve ekonomik neden varken, kurumsal yapının buna uyum göstermek zorunda olacağını savunacak. Kaldı ki, yeni reformlar antlaşmalarda bazı değişiklikler için karar almayı kolaylaştırıyor. Ayrıca müzakerelerde bu konu en sonda gündeme gelen bir başlık. Tabii bu arada belki de AB’nin kurumsal yapısı zaten daha esnek bir sisteme yönelecek ve sorun önemini yitirecek.
Doğru yanıtlar için doğru sorular
Avrupa’nın Batı ucundaki İrlanda ‘evet’ deyince, Doğu yakasındaki Türkiye’nin AB yolu da etkilendi. Keltler, Vikingler, Normanlar, Saksonlar, İngilizler gibi etnik köklerin harmanlandığı İrlanda, Mısır piramitlerinden beşyüz yıl öncesine dayanan ilk uygarlık izleriyle gurur duyar. Keltik boylar MÖ VIII ve IX. yüzyıllarda tüm Avrupa’ya yayılmışlar. Hatta Galatlar olarak İstanbul’a kadar uzanarak bugünün Türkiye tarihsel mirasına da katkıda bulunmuşlardır.
İrlanda alabildiğine yeşil bir adadır. Ulusal günlerinde etrafı yeşile boyar İrlandalılar. İkinci referandumda bu kez ulusal renklerine itibar ettiler, Lizbon Antlaşması’na yeşil ışık yaktılar. AB de daha kolay genişleyebilecek böylece. Bundan ilk yararlanacak ise başka bir ada ülkesi. Ekonomik kriz darbesiyle AB dışında kalma tercihinin bedelini ağır ödeyen bir ülke. İzlanda. Hızla AB bir AB başkenti olma yolunda ilerleyen Reykjavik AB’nin sınırlarını daha Batı’ya taşıyacak.
Avrupa değişmeye devam ediyor. AB giderek daha derin bir birlik, fakat bir devlet değil. En Batı’daki ülke yakında İrlanda değil İzlanda.
Peki ya en Doğu’daki ülke? Sorular uzun süredir değişmiyor.
Hangi Türkiye? Hangi AB?