Dış politika, devlet adına hareket eden karar vericilerin, belli bir beklentiyi, hedefi hayata geçirmek üzere planladıkları ve diğer ülke veya ülkelerin fikirlerini ve davranışlarını, kendi hedefleri doğrultusunda değiştirmeyi amaçlayan, dış dünyaya yönelik bir eylemdir. Dış politikayı planlarken, karar vericiler, dış dünyadaki gelişmeler ile birlikte, kendi ülkelerinin gücüne ilave olarak, iç dengeleri de dikkate almak zorundadır. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, karar verici, dış politika hedefleri ve bu beklentileri hayata geçirecek eylemleri belirlemeden önce, uluslar arası sistemin yapısını, konu ile ilgili büyük devletlerin ve bölge ülkelerinin yaklaşımlarını ve ayrıca ilgili konuya doğrudan taraf olan aktörlerin beklentilerini de dikkate almak zorundadır. Ayrıca karar verici, kendi ülkesinde devlet adına hareket eden resmi kurumların, kamuoyunun ve çıkar gruplarının düşüncelerini de hesaba katmak zorundadır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politikada hâkim olan anlayışın realist kuramdan çoğulcu kurama kaydığını düşündüğümüzde, aktörler, yukarıdaki açıklamalara riayet etmek zorunda kalmaktadır.
Dış faktörlerin yanında, karar vericiler, insan oldukları için, karar verme sürecine kendi sosyolojik ve psikolojik faktörlerini de dâhil etmektedir. Örneğin, Başbakan Erdoğan, sürekli olarak Filistin’deki sıkıntıları gündeme getirmesi ve Ortadoğu bölgesine ağırlık veren bir tutum sergilemesi, hayret edilecek bir konu değildir. Çünkü Başbakan, muhafazakâr bir geçmişten gelmektedir ve kendisini bu geçmişi, yaşadığı tecrübeler, eğitimi doğrudan karar alırken etkilemektedir. Aynı şekilde, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da benzer görüşlere sahiptir. Tabii bunun yanında, karar vericilerin iyi eğitim almaları, araştırmaya ve özellikle dış politika konularına meraklı olmaları veya olmamaları, karar verme sürecini de etkilemektedir.
Sonuçta, karar verici, dış politika karar verme sürecinde, süreci kökünden değiştirecek bir etkiye sahip değildir. Fakat karar vericinin, mevcut koşulların izin verdiği ölçülerde, çok dikkatli analizler yapması ve sürekli olarak gelişmeleri izleyerek, ülkesinin gücü ile orantılı olarak rasyonel karar alması beklenmektedir. Eğer bir karar verici, dış dünyadaki gelişmeleri sadece kendi iç faktörlerini dikkate alarak inceliyorsa veya uluslar arası sistemdeki gelişmeleri fazlasıyla dikkate alarak, içyapısındaki faktörleri dikkate almıyorsa veya kendi ülkesinin gücünü çok fazla abartarak, beklentilerini gücünün çok üstünde tutuyorsa, dış politika analizi kapsamında, hata yapmış sayılmakta veya diğer bir ifadeyle rasyonel bir dış politika planlaması içerisinde olmadığı söylenebilmektedir. Bu nedenle, karar verici, yukarıda ifade ettiğimiz bütün faktörleri dikkate alarak, durum tespitinde bulunması, muhtemel dış politika seçeneklerini belirlemesi, her bir dış politika seçeneğinin kar-zarar hesabını (sonuçlarının) yapması ve sonuçta ülke çıkarlarına hizmet edecek en uygun seçeneğin belirlenmesi gerekmektedir.
2002 Sonrası Türk Dış Politikasındaki Dönüşüm
Yukarıdaki teorik çerçeveden 2002 yılında iktidara gelen AK Parti hükümeti ile birlikte, Türk Dış Politikasında belli bir dönüşümün ve hareketliliğin, uluslar arası sistemdeki değişim ve dönüşüme bağlı olarak gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Çünkü komşular ile ilişkilerin geliştirilmesi, Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu ve Avrupa Birliği üyeliği gibi konularda, Türkiye, statükocu anlayıştan uzaklaşaraki proaktif bir dış politika sergilemiştir.
Daha detaylı almak gerekirse, Türkiye, Kıbrıs’ta, Avrupa Birliği üyelik süreci ile Adadaki çözümün birbirleriyle bağlantılı konular olduğunu kabul ederek, Annan Planı temelinde görüşmelerin yürütülmesine destek verirken, adada federal bir çözümün hayata geçirilmesine onaylamıştır. Bu tutum ise, Türkiye’nin diğer devletler – özellikle de Avrupa Birliği ülkeleri – nezdinde saygınlığını arttırmıştır. Uzun süredir sorunun önündeki engel olarak görülen Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri, bu dönemde, engelleyici unsur olmaktan ziyade, uzlaştırma isteyen unsur olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde Türkiye’nin olumlu tutumuna rağmen, ne Türkiye ne de Kıbrıslı Türkler arzu ettikleri somut desteği Avrupalı meslekdaşlarından bulamamış, aksine Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin başlamasına yönelik kararın alınacağı 2004 yılında Kıbrıslı Türklerin izolasyonuna son verilmesine karşılık, Kıbrıslı Rum bandıralı gemilerin Türk limanlarına gelmelerine onay veren Türkiye’nin önüne bu konu, Avrupa Birliği ülkeleri tarafından bir önkoşul olarak getirilmektedir. Kısacası, Türkiye’nin olumlu tutumuna rağmen, Kıbrıslı Rumlar halen daha “mazlum millet” olarak görülmekte, Türk tarafından daha fazla taviz vermesi beklenmektedir.
Kürt sorunu ve Irak’taki gelişmelere ilişkin olarak, ilk kez Türk hükümeti, Irak’taki gelişmeler, dünya siyasetindeki dönüşüm, Kürt sorunu ve PKK terörü konularını birbirlerine bağlı konular olarak kabul etmiş, bir yandan bölgesel gelişmelere bağlı olarak, Iraklı Kürtler ve diğer gruplar ile temaslarını arttırırken, diğer yandan Türkiye, Kürt sorunu konusunun çözümüne yönelik kararlı ve somut girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Böylece Türk, bir taraftan Cumhurbaşkanı Özal’ın başlattığı dış politika anlayışını hayata geçirmeye başlarken, bölgesel çıkarlarını koruma konusunda sonuç alıcı eylemlerde bulunmuştur. Günümüzde Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin ekonomik hayatında ciddi etkisi bulunmaktadır. Aynı şekilde, Türkiye, Iraklı tarafların sorunlarını diyalog yoluyla çözmelerine yardımcı olmaya çalışmaktadır.
Uluslar arası konjoktörün yardımıyla, Türkiye, Ermenistan ve Suriye ile ilişkilerini geliştirme konusunda somut ve ciddi adımlar atmaktadır. Aslında bu süreçlerin yaşanılması kaçınılmaz görülüyordu. Ermenistan konusunda, bilindiği üzere, ABD, Ermeni muhalefetini harekete geçirip, iktidarda söz sahibi olmasını sağlayarak, bu ülkenin, Rus etkisinden kurtulmasını sağlamayı arzulamıştır. Bu düşünceyi hayata geçirmesi için, Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini bir an önce geliştirmesi gerekiyordu. Suriye ise, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Sovyet desteğinden yoksun kalması nedeniyle, acilen ekonomik ve siyasi alanlarda açılımlara ihtiyaç duyuyordu. Bu konjonktürel koşulları yerinde tespit eden ve komşuları ile sorunlarını çözme konusunda diyalog sürecinin başlatılmasını, ardından da somut adımların atılmasını arzulayan Türkiye, bu ülke ile ilişkilerini geliştirici somut adımlar atmıştır.
Türkiye, ayrıca ulusal sınırların çok ötesinde aktif görevler ve roller üstlenmeye başladı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği, Türkiye’nin bir yandan kendisini güçlü devletlere ifade etmesinde yardımcı olurken, diğer yandan diğer devletler nezdinde desteğine ihtiyaç duyulan bir ülke konumuna getirmiştir. Türkiye, bir yandan Rusya, Çin gibi ülkeler ile ilişkilerini geliştirirken, diğer yandan Batı dünyası ile ilişkilerini derinleştirme yönünde çaba harcamaktadır. Ayrıca Türkiye, İran, Filistin gibi sorunlarda daha bağımsız söylemler içerisinde bulunmaktadır. Bu tutumlar, Türkiye’nin, dış politika konusunda, mevcut uluslar arası sistemin kendisine sağladığı olanakları, kendi ulusal çıkarları bağlamında sonuna kadar kullandığını göstermektedir.
Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya coğrafyalarında Türkiye’nin diplomatik ve ekonomik ilişkilerini geliştirme gayretleri, bu ülkenin ulaşmak istediği etki alanlarını da göstermektedir. Tabii Medeniyetler İttifakı gibi girişimleri desteklemesi ve İslam ülkelerine kendisini bir model olarak göstermesi, Türkiye’nin dış politika anlayışının sınırlarının genişlediğini göstermektedir.
Türkiye’nin yukarıdaki girişimler bağlamında, hızla küresel dengeleri takip eden, gelişmelere bağlı olarak konumunu belirleyen, bölge politikalarını etkileyecek bir merkez ülke olma yolunda ilerlediğini göstermektedir.
Eleştiriler ve Öneriler
Ancak bu olumlu gelişmelere rağmen, mevcut hükümetin dış politikayı izlerken, dikkat etmesi gereken noktalar bulunmaktadır.
Öncelikle, mevcut hükümet, dış politika sürecini, kurumlar arası diyalog ile, bu sahadaki yetkin kişilerin tavsiyelerini ve eleştirilerini dikkate alarak yönetmesi gerekmektedir. Eğer dar bir kadro ile yapılacak dış politika süreci, zamanla hata yapmaya müsait hale gelecektir. Böylece Türk yetkilileri, ileriye dönük, kapsamlı, dikkatli şekilde hazırlanmış ve uygulamaya yönelik stratejiler belirlemede sıkıntı yaşamaya başlayabilir.
Mevcut yönetim, felsefi anlamda, uluslar arası sisteminde kendisine sağladığı imkanları kullanarak, Türkiye’nin yıllardır yaşadığı sorunları çözme konusunda ciddi girişimler başlatmıştır, ancak bu girişimler unutulmamalı ki bir başlangıçtır, gazetelerin iddia ettiği gibi kısa sürede hayata geçirilecek ve mevcut sorunların temelini oluşturan görüş ayrılıklarını ortadan kaldıran girişimler değildir. Örneğin, Kıbrıs sorunu konusunda, önceki tezlerimizi bir kenara koyarak kabul ettiğimiz ve mevcut konjonktür çerçevesinde edinmesi mümkün olan en fazla düzeyde çıkarların korunduğu Annan Planı’nı kabul etmek sorunu çözmeye yetmemiş, aksine yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Limanların açılması gibi o dönemde verilmiş bir söz, bizi bağlayan bir şart haline gelmiştir. Aynı şekilde, Kürt sorunu, Avrupa Birliği üyelik süreci, Ermenistan ile ilişkiler gibi konular da uzun soluklu süreçlerdir ve ancak bir ekip ruhu ile hareket eden hükümet bu sorunların arzu edilen şekilde sonuçlanmasını sağlayabilecektir. Aksi taktirde, bu sorunlar zamanla Türkiye’nin önüne daha büyük sorunlar çıkarabilirler.
Bu tür sorunların ortaya çıkmaması ve aslında Türkiye’nin dış politika konusunda kalıcı, sürdürülebilir ve değişimi sağlayan bir dönüşüm yapabilmesi için, dış politika yapım sürecini değiştirmesi gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, gerek diğer ülkelerdeki gerekse ülke içindeki kurumlarda yeni bir yapılanma sağlanılmalıdır. Örneğin, hükümetin fikirlerini eleştiren ve kendi görüşlerinin aksine raporlarda sunabilen araştırma merkezlerinin kurulması gerekmektedir. Bu merkezlerde, ideolojik görüşlerden uzak, bilimsel ve metodolojik yaklaşımlara bağlı kalarak görüşler ortaya konulmalıdır. Hükümette bu görüşleri dikkate almalıdır. Tabii üniversitelerden de mutlaka faydalanılması gerekmektedir.
Diğer taraftan Türkiye, dış politika alanına ilişkin istihbarat ve dış politika değerlendirme birimleri oluşturmalı ve bunları kalıcı hale getirmelidir. Bu birimler, günlük işleri yürüten birimlerinde görüşlerini alarak, yeni anlayışlar üretmelidir. Buna bağlı olarak danışmanlık mekanizması da daha yararlı hale getirilmelidir. Danışmanlar, Bakanın “bilgi toplayan merkezi olmaktan” çıkarılıp, “bilgi analizi yapan birimi” haline getirilmelidir.
Eğer dış politika yapım ve yürütme süreci daha kapsamlı bir kurumsal yapıya kavuşturulmaz ise, o zaman dış politika aynen günümüzde olduğu gibi “liderler düzeyinde” sürdürülmesi zorunlu alışkanlık haline gelecektir. Türkiye, daha somut örnek vermek gerekirse, ilgilendiği bölgelere daha çok personele sahip, daha ciddi çalışan devlet birimleri kurmalıdır. Bilgiyi doğrudan kendisi almalı ve diğer ülkelerin sadece liderleri ile değil, diğer devlet görevlileri ile temas halinde bulunmalıdır. Orta Asya gibi ülkelerde, Türkiye’nin istediği başarıyı sağlayamamasının nedenlerinden birisi budur.
Sonuç olarak, Türkiye, mevcut açılımlarını daha kapsamlı ve planlı bir şekilde sürdürmelidir, sürdürmek zorundadır. Türkiye, yıllardır sürdürdüğü şüpheci yaklaşımından uzaklaşıp, risk alan, aldığı riskleri de dikkatlice hazırlanmış stratejiler ile iyi yöneten bir ülke olarak uluslar arası sistemdeki yerini almaya devam etmelidir. Fakat yine de yöneticiler dış politikadaki gelişmeleri sürekli kendisine mal ederek, iç politika malzemesi yapmaktan uzaklaşmalıdır.
Türkiye’nin, Kafkaslar’da istikrarı sağlamaya, Afrika, Latin Amerika, Orta Asya ve Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini her açıdan geliştirmeye, karşılıklı bağımlılık anlayışının hakim olduğu mevcut uluslar arası sistemde ihtiyacı vardır. Kürt sorunu, demokratikleşme ve ekonomik reform süreçlerini hızlı bir şekilde, kararlı adımlarla ve Türkiye’yi ciddi anlamda değiştirecek, dönüştürecek şekilde tamamlaması gerekmektedir. Teorik olarak, iç sorunlarla uğraşan bir ülkenin, uluslar arası sistemde istediği başarıyı yakalaması mümkün değildir.