Yrd. Doç. Dr. Engin Selçuk
Kastilya (İspanyol) dilinin gramerini yazan Antonio de Nebricha, kitabını sunmak için Kraliçe I. İzabel’in huzuruna çıkar. Huzurda İzabel “Neden böyle bir çalışma isteyeyim, ben zaten dil biliyorum” der. De Nebricha yanıt verir: “Majesteleri, dil bir imparatorluk aracıdır.”
Etnik olarak ‘ulus-devlet’ sadece bir normdur. Zira hiçbir ülke etnik açıdan homojen değildir. Homojen olmayan bir toplumsal yapıyı bir arada tutmanın; dolayısıyla, ulus inşa etmenin yolu ise “dil”den geçer.
Dil bir iletişim aracı olmaktan öte, toplumun ortak hafızası, değerler ve düşüncenin koruyucusudur. Dil ve kültüre bağlı bir kimlikten kaynaklanan topluluğa aidiyet duygusu, politik bir toplumda bütünleşmenin olmazsa olmazıdır.
Avrupa mekânında tarihsel olarak ulus-devletin inşa süreci, resmi bir devlet dilinin toplumun bütün katmanlarına yukardan aşağıya “dayatıldığı” etkin ve merkezi bir dil politikasına paralel ilerlemiştir. Dil tekse, toplum ve giderek devlet de tektir. İki ülke hariç tutulursa (Makedonya’da Arnavutça ikinci resmi dil olarak kabul edilmektedir; Finlandiya’da ise İsveç dili) Avrupa ülkelerinde resmi dilin tekliği ile ulusun tekliği ve bölünmezliği arasında koşut bir ilişki vardır.
Avrupa’da ulus-devletler ancak toplumsal bütünleşme noktasındaki kaygılar hafifledikten, “ulus” inşa edildikten sonra dil politikalarını yumuşatmış ve marjinal durumda kalan azınlık ve bölgesel dilleri korumaya yönelik politikalar üretmişlerdir. Pek çok Avrupa ülkesinde bu süreç 60’lı yıllarda başlamıştır. Toplumsal bütünleşme sorununun hâlâ can yaktığı İspanya’da 1978 Anayasası ile dil problemi çözülmüş görünse de tartışma devam etmektedir. Fransa’da ise dil politikası ancak 90’lı yıllarda yumuşama işaretleri göstermiştir…
Dilsel ve kültürel çeşitliliğin, devletin tekliğini temellerinden sarsacağı ve yurttaşlar arasında bölünmeye neden olacağı kaygısı bugün Avrupa mekânında var olan (ve kanaatimizce meşru olan) bir kaygıdır. Bu kaygının bir göstergesi olarak ülkesinde azınlık bulunduğunu reddeden Fransa’nın Anayasa Mahkemesi, “ulus-devlet” ve “Cumhuriyet”in temel değerlerine aykırı olduğu gerekçesi ile Fransa’nın “Azınlık ve Bölgesel Diller Avrupa Şartı”nı onaylamasını engellemiştir.
Ulus-devletin inşa sürecinde Türkiye tarafından izlenen dil politikalarının da Avrupa’da (özellikle Fransa’da) izlenen politikalardan farklı olduğu söylenemez. Şu kadar ki, sürecin belli bir aşamasından sonra Avrupa’da ulus-devletler tarihlerinin karanlık sayfaları ile tedrici olarak yüzleşmiş ve dil politikalarını yumuşatmıştır. Türkiye ise aynı yüzleşmeyi zamanında yapamamış ve yüzleşme, Cumhuriyet değerleri ile yapılan sert bir hesaplaşmaya dönüşmüştür.
Toplumsal bütünleşme sorunu ve dil
Türkiye’de resmi dilin Türkçe olması ve kullanılması zorunluluğu, elbette vatandaşların resmi makamlarla yaptığı iş ve işlemler için geçerlidir. Devlet ve diğer kamu tüzel kişilerinin iş ve işlemlerini resmi dilde yapmaları ise tartışmasız genel bir zorunluluk ve ulus-devlet olmanın bir gereğidir.
Ne var ki son yıllarda Avrupa’da yaşanan gelişmeler bölgesel ya da azınlık dillerinin özel hayatın dışında kamusal alanda da kullanımına kapı açmıştır. Bu gelişmenin arka planında yatan ise toplumsal bütünleşmeyi güçlendirmek düşüncesidir. Gerçekten de “dil” eğer değerli madenden yapılmış bir madalyon ise bu madalyonun iki yüzü vardır: Birlik (ulus-devlet inşası) ve çeşitlilik (farklılaşmışlıkların temsili).
Bugün Türkiye’de sorun, ulus inşa süreci devam ederken etnik ve dilsel farklılaşmışlıklara kapı açmanın toplumsal bütünleşmeyi güçlendirip güçlendirmeyeceği sorusuna verilecek yanıt konusundaki siyasi irade belirsizliğidir.
Toplumsal bütünleşmeyi engelleyen çatışmaların çoğu iç çatışmalardır. İç çatışmaların nedeni de toplumların ve siyasal rejimlerin farklılık ve çeşitliliği yönetmedeki yetersizliğidir. Yoksa farklılaşmışlık, zatında bir bölünme nedeni değildir. Özellikle dilsel çeşitliliği yönetmedeki yetersizlik ve bunun doğurduğu toplumsal bütünleşme problemi geçmişte Avrupa’da dahi silahlı çatışmalara sebebiyet vermiştir.
Bazen iktidar dil savaşını kazanır. Mağlup bireyler bir korku ya da düşmanlık hissiyle ana dilini bırakır ve köklerini gizler. Eğer bir toplum dil temelinde baskıya maruz kalır ya da marjinalleşmeye zorlanırsa bunun için ödenen bedel çok yüksek olur: bireylerde bir özgüven yıkımı, yabancılaşma, öfke, düşmanlık… Çatışma, bu noktadan sonra artık kaçınılmazdır. Toplumdaki hakim gruplar çoğu kez bu çatışmanın nedenini anlayamaz. Çünkü baskı yapanlar, yaptıklarını unutmayı tercih eder. Baskıya uğrayanlar ise çoğu kez baskı yapanlardan daha derin bir hafızaya sahiptir.
Toplumsal bütünleşmeyi engelleyen şey hoşgörüsüzlüktür. Hoşgörüsüzlük, çoğunlukta var olan bir grubun üstünlük kompleksinden ya da çoğunluk karşısında azınlıkta kalanın sahip olduğu aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Ve her ikisi de eşit derecede tehlikelidir.
Türkiye’de ulusun kurucu unsuru olan “Türkler”, Osmanlı mirasının da etkisi ile azınlıkta kalan karşısında genel olarak bir üstünlük kompleksine sahip değildir. Sorun, Türk ulusu içerisinde azınlıkta kalan grupların sahip olduğu aşağılık kompleksidir. Bu kompleksin aşılmasının yolu ise o gruplara ait dilsel, dinsel, mezhepsel ve kültürel öğelerin kamusal alanda temsilinden geçer. Azınlıkta kalanlar kendilerine ait öğelerin kamusal alanda temsilini gördükçe o alana güçlü bir şekilde bağlanma eğilimine girerler. Aksi takdirde kamusal alan (siyasal toplum) ve giderek devlet, bireylerin içinde olduklarını hissetmedikleri ulaşılamaz bir yapıya dönüşür. Bu noktada başta Kürtçe olmak üzere azınlık ve bölgesel dillerin kamusal alanda temsili kuşku yok ki toplumsal bütünleşmeyi güçlendirecektir. Eğer bir arada yaşama konusunda bir irade sorunu yok ise …..
Sorunun Çözümü İçin Bir Yol Haritası Önerisi (?)
1. Türkiye’nin “dil sorunu”, BDP’nin siyasi taleplerinden bağımsız olarak ve ivedilikle kamuoyunda tartışılmalı; sürecin BDP’nin talepleri ile uyarlanan bir nitelik kazanmasının önüne geçilmelidir.
2. Kürtçe sadece Kürtlerin değil , Türk Ulusu’nun ortak varlığıdır. Sorun, bu bakış açısı ile ortaya konmalı ve tartışılmalıdır. Bu kavrayışın geliştirilebilmesi için siyasi aktörlerin karşılıklı olarak aşırı/ideolojik söylemleri terk etmeleri gerekmektedir.
3. Sorun, yalnızca bir “Kürtçe” sorunu değil “Türkiye’nin dilleri” sorunudur. Türkiye’de bölgesel olarak kullanılan dillerin envanteri çıkarılmalı; yoğun alan araştırmaları ile bu dillerin farklı lehçe ve ağızları, kullanım düzeyleri öğrenilmelidir. Zira bugün, nüfus sayımlarındaki sınırlı istatistiki veriler dışında Türkiye’nin dilleri”ne ilişkin elde sağlıklı bir veri bulunmamaktadır.
4. “Hangi Kürtçe ?” sorusu, yanıtlanması gereken bir sorudur. Kürtçe’nin üç farklı yaygın lehçesi üzerine sosyal taraflar ve akademisyenlerin desteği ile devlet organları tarafından uzun soluklu ve yaygın bir çalışma başlatılmalı; her üç lehçenin gramerinin oluşturulması ve bir anlamda Kürtçe’nin devlet eliyle “kodifiye” edilmesi sağlanmalıdır. Bunun yapılmaması durumunda farklı Kürt lehçelerinin farklı gramer, sözdizimi ve alfabe ile kullanımı, dilsel anlamda bir kaos oluşturacak ve sorun yakın gelecekte şu iki mecradan birine yönelmek zorunda kalacaktır:
– Ya farklı Kürt lehçeleri birbirinden bağımsızlaşarak farklı Kürt dilleri ve farklı Kürt toplulukları oluşturacak
– ya da Kuzey Irak’taki devlet benzeri yapılanmanın, Kürtçe’nin kullanımı önünde açacağı alanın etkisi ile Kürtçe’nin gelişimi bu bölge üzerinden gerçekleşecektir.
5. Gerek madde 3, gerekse madde 4’teki konuların ele alınması amacı ile “Türk Dil Kurumu” bünyesinde yeni bir birim oluşturulmalı ya da “Türkiye’nin Dilleri” adı altında kanunla tüzel kişiliğe sahip bir kamu kurumu ya da bir “akademi” kurulmalıdır.
6. Başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere mevzuatta yer alan kimi sınırlayıcı hükümler yumuşatılmalı ya da uygulama alanları daraltılmalıdır.
7. Kürtçe başta olmak üzere Türkiye’nin dillerinin eğitim, yargı, kamu hizmetleri, iş hayatı ve medyada kullanımı amacı ile devlet, kimi politikalar geliştirmeli ve sürdürmelidir. Bu politikaların oluşturulmasında Türkiye’nin 2002 yılında imzaladığı ancak henüz onaylamadığı “Azınlık ve Bölgesel Diller Avrupa Şartı”nda ifadesini bulan asgari yükümlülükler esas alınabilir. Bu kapsamda Türkiye’nin ilgili Şart’ı onaylaması düşünülebilir.
8. Yukarda çerçevesi çizilen süreç hiç başlatılmayacak ya da siyasi nedenlerle işletil(e)meyecek ise dildeki klasik “Cumhuriyetçi” bakış açısının muhafaza edilmesi ve ilerletilmesi gerekir. Aksi durumda Cumhuriyet tarihimiz boyunca toplumsal bütünleşme yolunda elde ettiğimiz kimi kazanımlar tehlikeye düşer.
Fransa örneği
Türkiye’nin “Dil” sorunu hararetle tartışılırken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Diyarbakır gezisi sırasında önemli mesajlar verdi. Sayın Cumhurbaşkanı, devletin resmi dilinin Türkçe olması hususunu tartışma dışı tutarken bölgesel dillerin farklı düzeydeki kullanımı konusunda örnek olarak Fransa’yı işaret etti.
Çoğu zaman hukuksal normlar siyasi iradenin arkasından gelir. Siyasi irade ise toplumun derinliklerinde yatan taleplerle şekillenir. Toplumsal taleplerin şekillenmesinden sonra siyasi iradenin oluşmasını; ardından da sorunun çözümüne yönelik olarak hukuksal normların konulmasını beklemek gerekecektir. Bu noktada, Fransa örneği Türkiye için anlamlıdır. “Türkiye’nin Dil Sorunu” başlıklı yazımızın bu bölümünde Fransa’da dil politikaları ve Fransa’da dilin hukuki rejimini ana hatları ile tanıtmaya çalışacağız.
Fransa’da dil sorunu neredeyse devlet kadar eski bir sorundur. “College de France”ın kurucusu I. François, 1539’da çıkardığı bir kanunname ile bütün devlet işlemlerinin Fransızca yapılmasını emrettiğinde bu dilin nüfusun genelinde kullanım oranı sadece %1 idi. “L’Academie Française”in Kardinal Richelieu tarafından “dilin saflığını korumak” amacıyla kurulduğu 1635 yılında da durum çok farklı değildi. XVI. Louis döneminde ise 20 milyonluk nüfusun sadece 1 milyonu Fransızca konuşuyordu.
Fransız İhtilaline kadar Fransızca, belli bir elit tabakanın, yönetim sınıfının dili idi. İhtilalden sonra her şey değişti. Dile ilişkin onlarca kanun çıkarılarak “dilsel müdahalecilik” dönemi başladı. İlk kez dil ve ulus eşleşmesi yapıldı. Bir ve bölünmez
Cumhuriyet’e ulusal bir dil vermek gerekiyordu. Bu dil Fransızca’ydı. Bertrand Barére (1755-1841) “Monarşi tıpkı Babil Kulesi gibi yurttaşları ulusal dilden yoksun bıraktı. (…) Bu vatana ihanettir. Özgür bir ulusta dil tek ve herkes için aynı olmalıdır.” derken ya da ünlü Talleyrand (1754-1838) “anayasanın ve yasaların dili herkese öğretilecek. Feodalitenin son kalıntısı kokuşmuş dialektler yok olmak zorundadır. Bu, durumun gerektirdiğidir.” şeklinde haykırırken dilsel müdahaleciliğe kapı açmışlardı.
Bütün 19. yüzyıl boyunca uygulanan katı politikalara rağmen başta Breton, Ositen, Korsika, Bask ve Katalan dilleri olmak üzere onlarca farklı bölgesel dil Fransız toplumunda yaygın olarak kullanılıyordu. 1900’lere gelindiğinde Fransızca ancak şehirlerin dili idi. Kırda ise Fransızca dışında bölgesel diller (patois) yaygındı. 1925 yılında Milli Eğitim Bakanı Anatole Monzie’ye, “Fransa’nın dilsel birliği için Breton dili yok olmalıdır.”dedirten belki bu gerçekti. Zira aynı yıl Breton dili yasaklandı. Okullarda bu dili konuşan çocuklar ders bitiminden sonra tahtaya yüz kez “Je ne parlerai plus jamais en Breton – Bir daha asla Bretonca konuşmayacağım” yazmakla cezalandırıldı.
Okullaşma ile Fransızca’nın yaygınlaştırılmasına rağmen 1963 yılına ait istatistiklerde 38 milyon Fransız’dan 7,5 milyonunun Fransızca bilmediği anlaşıldı. Bu duruma devlet, bölgesel dillere karşı adeta kültürel bir soykırımla karşılık verdi.
Kültürel soykırım politikalarına ancak Fransızca karşısında bölgesel diller marjinalize edildikten sonra son verildi. 1980’lere gelindiğinde ise artık politik söylem farklılaşmıştı. F. Mitterand 1981’de Cumhurbaşkanlığı seçiminden iki ay önce Lorient’da yaptığı bir konuşmada (kuşkusuz bunun bir seçim konuşması olduğunu akılda tutmak gerekir) şunları söylemişti: “Fransa’nın kültürlerini ve dillerini bir gerçeklik olarak tanıma zamanı geldi. Onlara kamusal hayatta hak ettikleri yeri verme; okulların, radyoların, televizyon yayınlarının kapılarını açma zamanı geldi.” Bu söylem belki çok uzun bir süre uygulama aşamasına geçemedi. Ancak toplumdaki dilsel taleplerin yüksek sesle dile getirilmesine kapı açtı.
1990’lara gelindiğinde anayasal değil ama yasal düzenlemeler yolu ile bölgesel dillerin, herhangi bir dil ya da disiplin gibi kamu okullarında öğretilmesine başlandı. Fakat iki dilde eğitim, (Fransızca ve anadilde eğitim) kamu okullarının işleyiş prensipleri ve amaçları ile bağdaşmaz nitelikte görüldüğünden tartışma konusu dahi yapılmadı.
1992’ye kadar Fransa’da dil konusunda anayasal bir düzenleme yoktu. Fransızcanın resmi dil olması sadece “de facto” ve olgularda idi. Bölgesel dillerin eğitim kurumlarında öğretilmesine karşılık olarak 25 Haziran 1992 tarihli anayasa değişikliği ile Anayasanın 2. Maddesine “Cumhuriyetin dili Fransızcadır” ibaresi eklendi. İlgili düzenlemenin bir amacı da Maastricht Antlaşması’nın imzalandığı günlerde İngilizce karşısında Fransızcayı korumaktı. Ancak çok geçmeden Fransız Anayasa Mahkemesi, bu hükmü bölgesel diller karşıtı bir kavrayışa oturttu ve bölgesel dillerin kamusal alanda kullanımına ilişkin kimi yasal düzenlemeleri iptal etti.
Tartışma devam ederken Fransa, amacı Avrupa’nın kültürel mirası olan bölgesel dilleri yok olmaktan kurtarmak ve kamusal alanda kullanımına ilişkin hukuki çerçeveyi belirlemek olan “Azınlık ve Bölgesel Diller Avrupa Şartı”nı 7 Mayıs 1999’da imzaladı. (İlgili Şart ve hükümleri bu yazı dizisinin üçüncüsünü oluşturacaktır.) Ne var ki Anayasa Mahkemesi 15 Haziran 1999 tarihli kararı ile Şart’ın onaylanmasını anayasaya aykırı buldu. Mahkeme’ye göre Şart’ın kimi hükümleri “Cumhuriyet”in kurucu değerlerine aykırı idi ve Fransa’nın “Balkanlaşması”na yol açabilirdi. Bu tarihten sonra bölgesel dillerinin kullanımına anayasal dayanak kazandırmak ve bir anlamda Anayasa Mahkemesi içtihadını aşmak amacı ile anayasa değişiklik teklifleri gündeme geldi. 2002 yılında Anayasa’nın resmi dilin Fransızca olmasını öngören 2. maddesine “Bölgesel diller Fransa’nın ortak mirasıdır” ifadesinin eklenmesine yönelik teklif metni Ulusal Meclis tarafından reddedildi. Meclis’in red kararının altında Fransız dilinin üstünlüğüne ilişkin saygı konusundaki çekinceler yatıyordu. Bu çekinceler hesaba katılarak 23 Temmuz 2008 tarihinde ilgili hüküm Anayasa’nın 2. Maddesine değil de yerel yönetimleri düzenleyen 75. Maddesine eklendi. Bugün Anayasa’nın Madde 75(1)düzenlemesine göre: “Bölgesel diller Fransa’nın ortak mirasıdır.”
Gelinen noktada bugün Fransa’da resmi dilin Fransızca olması hususu tartışma konusu değildir. Bölgesel dillere ilişkin hükmün devletin genel esaslarının düzenlendiği ilk dört maddede değil de yerel yönetimlere ilişkin 75. Maddede düzenlenmiş olması, bölgesel dillere ilişkin tartışmanın “Fransız Ulusu” içerisinde kalarak yapılması gereğine işaret eder. Resmi olarak Fransızca, Fransız ulusu karşısında diğerlerinden ayrı bir grubun dili değildir. Fransızca, Fransa’da yaşayan bütün grupların dilidir. Başka kelimelerle, Fransa’da azınlık yoktur. Çünkü bütün bireyler etnik köken ya da kolektif kimlik ayrımı yapılmaksızın “Fransız”dır.
Ancak bu kavrayış Madde 75(1) düzenlemesi ile dengelenmektedir. İlgi düzenlemenin gereği olarak bugün Fransa’da bölgesel diller ilk ve ortaöğretimde ayrı bir ders olarak okutulmaktadır. Bu dillerde yayın yapan radyo ve televizyon kanalları devlet tarafından mali açıdan desteklenmektedir. Mahkemeler dahil kamu hizmetlerinde çeşitli düzeylerde bu dillerin kullanımı mümkündür.
Fransa belki hala “Azınlık ve Bölgesel Diller Avrupa Şartı”nı onaylamamıştır ancak Şart’ta ifadesini bulan asgari yükümlülükler ya de facto ya da yasal çerçeveye dayalı olarak yerine getirilmektedir.