Siyaset kavramıyla ilgili yapılan değerlendirmelerde çeşitli bakış açıları ortaya konulmaktadır. Bu bakış açılarından birine göre siyaset, toplumdaki farklı sosyal sınıflar, çıkarlar ve taleplere sahip bireyler arasındaki paylaşım ve bölüşüm mücadelesidir. Siyasetin temelini farklı çıkar ve düşünce odaklarının çekişmesinden doğan “çatışma” oluşturmaktadır. Toplumdaki değerlerin ve kıt kaynakların paylaşılması çabası bu çatışmanın nedenini oluştururken, paylaşımı kolaylaştırmanın yolu ise iktidara sahip olmaktan geçmektedir. Siyaseti “değerlerin paylaşılmasına hizmet eden bir araç” olarak gören bakış açısına göre ise siyaset, toplumda uzlaşmayı ve bütünlüğü sağlamaya yardımcı olmakta; kişisel çıkarlara karşı genel yararı ve insanların ortak iyiliğini gerçekleştirme hedefi güderek herkesin yararına bir toplum düzeninin kurulması için çaba harcamaktadır (Kapani, 1998:17-18). Bu iki bakış açısının da günümüz siyaset dünyasında karşılığı bulunmaktadır. Siyaseti paylaşım aracı olarak gören ve siyasal rant elde etmek için çaba harcayan siyasal partiler ve siyasetçiler olduğu gibi, siyaseti toplumun ortak yararı için araç olarak görenler de bulunmaktadır.
Siyaseti, “kamuyu ilgilendiren sorunlarda kendi tercihlerini kabul ettirmek, uygulatmak, başkalarının tercihlerinin gerçekleşmesini engellemek üzere çeşitli aktörlerin yürüttükleri bir mücadele” olarak gören siyaset bilimci Van Dyke’in bu yaklaşımında siyasetin “çatışma” boyutuna vurgu yapması dikkat çekicidir (Turan, 1977:7). Siyaset biliminin bir diğer önemli ismi David Easton göre ise siyaset, “maddi ve manevi değerlerin otoriteye göre dağıtılması sürecini” ifade etmektedir (Easton, 1965:7).
Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere siyaset, öncelikle kamusal bir olaydır. Siyaset, insanların toplum içinde yaşamasına bağlı olarak belirmekte; çok sayıda insanın bir arada yaşaması tek başına siyasetin varlığını açıklamaya yetmemektedir. Söz edilen, çok sayıda insanın rast gele bir arada bulunması değil, bunların çeşitli bağlarla birbirine bağlanmış olması, etkileşimde bulunması, diğer benzer birimler karşısında üyelerinin kendilerinin ayrı bir kimliğe sahip olduklarını algılamalarıdır (Turan, 1977:7). İnsanların toplum içinde yaşamalarıyla beliren ve kamusal bir olay olan siyasette insanların çeşitli bağlarla birbirlerine bağlanmaları aynı zamanda etik olgusunu da ön plana çıkarmaktadır.
Siyaset, “insanların kendi tercihlerini kabul ettirmek, başkalarının tercihlerinin gerçekleşmesini ise engellemek” olarak algılandığında etik dışı davranışlar daha sık görülebilmekte, hoşgörü ve işbirliği yerini çatışmaya bırakabilmektedir. Çatışmanın toplumda yaygınlaşması ise toplumsal barışa ve bir arada yaşama kültürüne zarar vermekte, onarılması güç tahribatlara yol açabilmektedir. Ayrıca toplumda sürekli bir çatışma ortamının bulunması, bir arada ortak hedefleri gerçekleştirme amacına zarar vereceği için küresel rekabetin son derece hızlı geliştiği günümüzde geride kalma tehlikesini de beraberinde getirecektir.
Bu çalışmada siyasi mesajların kitleye ulaşmasında aracı olan siyasal iletişim uygulamalarına kavramsal olarak değinildikten sonra özellikle “meslek etiği” açısından siyasal iletişim uygulamalarında yaşanan problemler tartışılacaktır. Meslek etiği, özel türden normlar gerektirmektedir; Bu normların söz konusu mesleği icra edenlerin hepsinin her yerde karar ve eylemlerini belirlemeleri beklenmektedir. Yine bu normların, kişilerin sahip oldukları dünya görüşlerinden, kültürlerinden, ideolojilerinden ve dinlerinden bağımsız olarak uygulanmaları gerekmektedir (Kuçuradi, 2003:7). Meslek etiği, etik incelemelerinden “uygulamalı etik” kapsamında ele alınmaktadır. Biz de siyasal iletişim faaliyetlerini tartıştığımız bu makalede, konuyu uygulamalı etik bağlamında inceleyecek ve uygulamalarda karşılaşılan sorunları çeşitli boyutlarıyla ele alacağız.
Siyasal İletişim Ve Bazı Boyutları
Siyaset bilimci Dan Nimmo, iletişimi “insanların davranışlarına temel teşkil eden, dünyaya ilişkin imajlarını oluşturan anlamların meydana getirildiği ve bu imajların semboller yardımıyla değiş tokuş edildiği sosyal bir eylem süreci” olarak tanımlamaktadır. Nimmo’ya göre iletişim, insanın kendi amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli durumlara ilişkin anlamlar ürettiği ve kendi bakış açısını yüklediği bir eylem biçimidir (Nimmo, 1978:4). İletişim, insanlar ve gruplar arasında meydana gelmekte, sosyal bir çerçevede gerçekleşmektedir. İletişimde amaç sadece “bilgi vermek” değildir, iletişim aynı zamanda “yönlendirmeyi, iknayı ve duygulara hitap etmeyi” de kapsamaktadır. İletişimin siyasetle bağlantısı bu süreçte ortaya çıkmaktadır. Toplumu yönetmeye talip siyasi partiler ve onların temsilcileri, iletişim kanallarını kullanarak hedef kitlelerine mesajlarını verebilmektedir.
Demokratik sistemin aktörleri arasında siyasi kadrolar ve kitle iletişim araçları önemli yer tutmaktadır. Kitle iletişim araçları, siyasi kadroların mesajlarını halka iletmede kullandıkları bir araç olduğu gibi ayrıca siyasi sistemi denetleme işlevine de sahiptir. Siyasal iktidarın yaptığı yanlış uygulamaları, halkın çıkarına olmayan icraatları ve yasalara aykırı kararları eleştirmek, doğrusunun yapılması için çaba harcamak ve bu bilgileri kamuoyu ile paylaşmak kitle iletişim araçlarının başlıca görevleri arasında yer almaktadır.
Kitle iletişim araçları aynı zamanda siyasal bilgi edinme ve siyasal ilgi düzeyini de artırmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde bu daha da yoğunlaşmaktadır. Seçim zamanlarında kitle iletişim araçlarının taşıdığı siyasal malzeme yükü çoğalmakta, kitlelere verilen siyasal mesajların miktarı artmaktadır (Tokgöz, 1979:4). Kitle iletişim araçlarının siyaset üzerinde kimi olumsuz etkileri de tartışma konusu olmaktadır. Örneğin, kitle iletişim araştırmacısı Berelson, “kitle iletişim araçları kamusal sorunlar hakkında halkın dikkatini çekerek ilgi uyanmasına yardımcı olurlar” derken; kitle iletişim araçlarının siyasal ilgi uyandırırken aynı zamanda “duyumsamazlığa” da neden olabileceği uyarısını yapmaktadır. Berelson’a göre, kitle iletişim araçlarının kolay izlenebilmesi, eğlendirici yönünün ön plana çıkması, aynı zamanda siyasal ilginin azalmasına da neden olabilmektedir. Kitle iletişim araçlarının ciddi olmayan içeriği, siyasal sorunlar bakımından dikkati başka yöne yönlendirebilmektedir. Kitle iletişim araçları sundukları kapsamlı ve karmaşık siyasal sorunlarla bireyleri kuşatmakta, onların kişisel sorunlarına dönmelerine zemin hazırlayarak, kendi kabuklarına çekilmelerine neden olabilmektedir (Berelson, 1960:527).
Lazarsfeld ve Merton’un “kitle iletişim araçlarının uyuşturma etkisi” adını verdikleri tezleri de Berelson’un görüşünü desteklemektedir. Lazarsfeld ve Merton, kitle iletişim araçlarının “uyuşturma” etkisini şöyle açıklıyorlar: “Kitle iletişim araçları çok fazla siyasal bilgi sunarak artık bıkkınlık verecek şekilde toplumda siyasal duyumsamazlığa neden olmaktadır. Siyasete ilgi duymayan ve bıkkınlık gösteren bireyler de siyasete aktif olarak katılmamaktadır. Böylece kitle iletişim araçları, siyasal katılımı azaltıcı yönde olumsuz bir rol oynamaktadırlar” (Lazarsfeld, 1960:501).
Kitle iletişim araçlarının “siyasal katılmayı azaltıcı etkileri olabilir” görüşünü paylaşmayan Lane, “duyumsamazlığa” yol açtığı yönündeki eleştirilere de katılmamaktadır. Lane’e göre, “duyumsamaz olanların siyasal bilgi edinme ihtiyacı yoktur. Zaten kitle iletişim araçlarının yanına yaklaşsa, bunlarla karşılaşacaktır. Bu durumu iki şekilde gösterebilmek mümkündür: Birincisi, kamusal nitelikli haberler eğlence malzemesinin karşısında sıralanmışlardır. İkincisi ise, kitle iletişim araçları halkın istediğinden fazla kamusal nitelikli bilgiler iletmektedir. Bu durum ilgi düzeyini yükselttiği gibi siyasal tartışmaları artırarak siyasal bilgi edinme düzeyini de yükseltmektedir. Böylece kitle haberleşme araçlarının yayınlarına daha açık ve daha ilgili olmak da beraberinde gündeme gelmektedir” (Lane, 1959:259). Lane, siyasal tartışma ve siyasal bilgi edinmeyi, siyasal katılmanın ilk adımı olarak görmektedir. Kitle iletişim araçları elbette eğlenceye ve birtakım ciddiyetten uzak bilgilere de yer vermektedirler ama bunların yanında başta güncel siyasal gelişmeler olmak üzere, siyasal bilgi edinme kapsamında değerlendirilecek pek çok yayın da yapmaktadır.
Kitle iletişim araçlarının, belki dar kapsamda siyasete yönelik birtakım olumsuz etkileri olsa da, siyasal bilgi edinme, siyasal tartışma malzemesi sağlama konularındaki etkisi tartışılmazdır. Kitle iletişim araçlarının siyasal katılmayı uyardığı, katılımı artırdığı da bilinmektedir. Bu noktada kitle iletişim araçlarının “sorumlu davranması” büyük önem taşımaktadır. “Sorumlu davranmak” aynı zamanda etik normlara bağlı kalmak anlamı taşımaktadır. Normların, kişilerin sahip oldukları dünya görüşleri, ideolojileri ve inançlarından bağımsız olarak uygulanması beklenmektedir. Kitle iletişim araçları, kendi yayın politikalarıyla örtüşmese bile, sorumlu yayıncılık anlayışı içinde etik normlara uymakla yükümlüdürler. Kamusal bir görev yapan kitle iletişim araçlarının etik normlara uymayıp sorumsuz hareket etmesi, kişisel çıkarları korumaya yönelik yayınlar yapması, toplumsal menfaatleri göz ardı etmesi, geniş halk kitlelerinin yanlış bilgilenmelerine, dolayısıyla yanlış kararlar vermelerine yol açabilecektir.
Özellikle günümüzde kitle iletişim araçlarında görev yapan kişilerin siyasi partiler ve temsilcileriyle gazetecilik mesleğinin gerektirdiği temas sınırlarını zorlayan bir ilişki biçimi geliştirmeleri, etik normlara uymayan davranışların sıklıkla sergilenmesine zemin hazırlayabilmektedir. Bu durumda kişisel çıkarlar, kamu yayıncılığının gerektirdiği tarafsızlık ilkesinin önüne geçebilmekte, ideolojiler ve inançlar işin içine karıştığı için yanlış yönlendirmeler gündeme gelebilmektedir.
İletişim, siyasetin ana damarını oluşturmaktadır. Siyaset, tıpkı iletişim gibi, tek başına yapılabilen bir eylem değildir. Her ikisinde de birden fazla kişiye ihtiyaç vardır. Her iki kavram da kitlelere seslenmektedir. Siyaset, amaçlarını gerçekleştirmek için iletişimi bir araç olarak kullanmaktadır.
Siyaset Ve İletişim Etkileşiminden Siyasal İletişim Kavramına Yöneliş
Siyasal iletişim, genel oy hakkının kitlelere verilmesiyle başlamış, kitle iletişim teknolojisinin gelişmesiyle de günümüzdeki anlamına ulaşmıştır. Dolayısıyla siyasal İletişim, demokrasiyle yakından ilgili bir kavramdır (Topuz, 1991:7).
Siyasal iletişim ile ilgili pek çok tanım bulunsa da kavrama genel bir bakış açısı getiren şu tanım oldukça açıklayıcıdır: “Bir siyasal görüş ya da organın, etkinlikte bulunduğu siyasal sistem içinde kamuoyu güvenini ve desteğini sağlamak, dolayısıyla iktidar olabilmek için, zaman ve konjonktürün gereklerine göre reklam, propaganda ve halkla ilişkiler tekniklerinden yararlanarak sürekli bir biçimde gerçekleştirdiği tek veya çift yönlü iletişim çabasıdır” (Uslu, 1996:790). Mahmut Oktay da, siyasal iletişimin, “bir yönüyle siyasette denetim ve şeffaflığı sağladığını, diğer yönüyle de siyasetçilerin seçmenleri demokratik ikna metotlarıyla etkilemelerine yardımcı olan bir araç görevi gördüğünü” belirtmektedir (Oktay, 1993:77). Kentel’in siyasal iletişime yaklaşımı daha özlüdür: “Siyasal iletişim, siyasal arenada birbirini anlama ve anlatma biçimidir” (Kentel, 1991:40).
Görüldüğü gibi siyasal iletişim kavramı farklı açılardan değerlendirilse de tanımların ortak noktasını demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları olan ikna, karşılıklı iletişim, işbirliği ve uzlaşma oluşturmaktadır.
Siyasal iletişim üç temel fonksiyonu yerine getirmektedir. Siyasal iletişimin birinci fonksiyonu, “ortaya çıkan siyasal problemlerin tanımlanmasına yardımcı olması”, ikinci fonksiyonu, “bu problemlerin siyasal tartışma ortamına girerek meşruiyet kazanmasını sağlaması”dır. “Artık tartışma konusu olmaktan çıkmış, ortak bir görüş birliğine varılmış konuları gündemden düşürmek” de siyasal iletişimin üçüncü fonksiyonu olarak kabul edilmektedir. Siyasal iletişimin ilk fonksiyonu olan siyasal problemlerin tanımlanmasında siyasetçiler ve medya temel rolleri üstlenirken, ikinci fonksiyonda kamuoyu araştırmaları, üçüncü fonksiyonda ise yine medya ön plana çıkmaktadır (Wolton, 1990: 24).
Mesajların hedef kitleye tasarlandığı gibi ulaşması isteniyorsa, siyasal iletişimin fonksiyonları iyi tanınmalı ve etkin kullanılmalıdır. Siyasal iletişimin yöntem ve teknikleri doğru kullanıldığı zaman mesajlar toplumun tüm kesimleri tarafından istenilen şekilde algılanabilir, mesajların etkinliği ve kalıcılığı sağlanabilir. Siyasal iletişimi, “farklı aktörler tarafından dile getirilen ve medya tarafından aktarılan siyasal söylemlerin üretimi ve değişimine ilişkin akla gelebilecek her şey” olarak niteleyen Wolton, “kamuoyu araştırmalarını, kitle iletişim araçlarını, siyasal pazarlamayı ve siyasal reklamcılığı” siyasal iletişimin öğeleri arasında saymaktadır (Wolton, 1990: 52). Wolton, politikacıları, gazetecileri ve nabız yoklamaları aracılığıyla kamuoyunu, kamu önünde siyaset üzerine fikir belirtmeleri meşru olan üç aktör olarak nitelemekte ve bu üç aktörün çelişkili söylemlerinin siyasal arenada mübadele edildiğini belirtmektedir. Wolton, bu süreçte yaşanan çatışma ve sürtüşmeleri de doğal karşılayarak siyasal iletişimin gereği olarak görmektedir (Wolton, 1990: 53).
Katılımcı demokrasilerde sadece sistemce meşru kabul edilen siyasal örgütler değil, siyasal süreç içinde güçlerini kabul ettirmeye çalışarak siyasal bir meşruiyet kazanmaya uğraşan tüm kişi ve kurumlar, siyasal iletişimin aktörleri olarak kabul edilmektedir. Bunların arasında siyasal partiler, kamu yararına çalışan örgütler, sivil toplum kuruluşları, baskı ve menfaat grupları, medya kuruluşları, merkezi ve yerel hükümetler ile vatandaşlar yer almaktadır (Mcnair, 1995:5).
Siyasal iletişimin aktörlerine bakıldığında neredeyse toplumun tüm kesimlerinin bu çemberin içinde yer aldığı görülmektedir. Yani siyasal iletişim küçük bir kitleye değil, çok büyük bir topluluğa seslenmektedir. Bu nedenle de yüklendiği sorumluluk çok ağırdır. Siyasal iletişim uygulamalarında verilecek hatalı bir mesajın, yanlış bir yönlendirmenin faturası tahmin edilenden daha büyük olacaktır. Bu nedenle siyasal iletişim sürecinde yer alan tüm uygulamacıların bu sorumlulukla hareket etmeleri; dürüstlükten, şeffaflıktan, ahlaki kuralların belirlediği ölçülerden ayrılmamaları beklenmektedir.
Siyasal Katılma Ve Siyasal İletişim Uygulamaları
Siyasal katılma, başta oy verme davranışı olmak üzere, seçim kampanyalarında çalışma, siyasal tartışmalara girme, siyaset adamlarıyla ilişki kurma ve benzeri pek çok faaliyeti içermektedir. Siyasal katılma konusunda iki zıt düşüncenin olduğuna dikkat çeken Mahmut Oktay, bu görüşlerden birinin; “halkın katılımını seçim dönemlerine indirgeyen ve politikanın uzman siyasal kadrolar tarafından yürütülmesi gereken bir iş olduğunu ve halkın görevinin sadece seçimden seçime oy kullanarak yönetici kadrolardan birini seçmek ve programlarını meşrulaştırmak” olduğunu belirtmektedir. Bu ‘elitist’ görüşün karşısında ise ‘katılımcı demokrasi’ taraftarları yer almaktadır. Bu görüşte olanlar, “dar bir siyaset ve kadrolaşma fikrine karşı çıkmakta, siyasal hayatın sokaktaki adamı da içine alacak şekilde genişlemesi ve kitlelerin, sosyal hayatın tüm aşamalarında kendilerini ilgilendiren kararlara katılmaları fikrini” savunmaktadır. Halkın kendisini ilgilendiren kararlara katılması ve idareyi denetleyebilmesi ise ancak, siyasal kadroların vatandaşlarla sağlıklı bir iletişim içinde olması, icraatları ve yapacakları çalışmalar konusunda doğru bilgiler iletmesiyle mümkündür. Seçim dönemlerinde en üst düzeye çıkan bu siyasal iletişim kanalı, dürüst ve açık olduğu, gerçek bir denetime yönelik şeffaflık sağladığı ölçüde, seçmenlerin akılcı ve doğru kararlar vermelerine yardımcı olacaktır. Açıklık ve şeffaflık demokrasilerde büyük önem taşımaktadır. İnsanlar her şeyi açıkça anlayabilme zemini bulabilirlerse, daha iyi denetleme imkanına kavuşacaklardır (Oktay, 1993:77).
Siyasal katılma aracı olan seçimler, aynı zamanda siyasal iletişimin yoğun olarak kullanıldığı bir alandır. Seçimler amaç değil sadece bir “araç”tır ve halkın ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve onlara karşı sorumluluk duygusuyla hesap verebilecek kadroları işbaşına getirebildiği oranda gerçek bir demokrasinin ölçüsü olarak kabul edilmektedir. Seçimlerin hür olması kadar seçim döneminde seçmenlerin kanaatlerinin oluşma ortamının da hür olması gereklidir.
Siyasal iktidarı belirlemek için sandığa giden seçmenlerin en çok ihtiyaç duydukları konuyu “siyasal bilgi” oluşturmaktadır. Siyasal bilgiyi de ancak sağlıklı bir siyasal iletişim ile elde etmek mümkündür. Ancak ne var ki, siyasal kadrolar çoğunlukla, kendileri ve icraatlarıyla ilgili bilgileri denetimleri altında tutma eğilimi göstermekte ve halka yeterli bilgi aktarımı yapmadan halkın tutumlarını ve oylarını kendi lehlerine yönlendirmek istemektedirler. Wright Mills, başta Amerika olmak üzere dünyanın pek çok ülkesindeki yönetici kadroları, “olayları kamuoyu önünde sorumluluk yüklenmekten çekinmeden tartışmaya yanaşmayan, halkla ilişkiler tekniklerinden yararlanarak kitleleri şaşkına çevirmeyi yeğleyen kişiler” olarak tanımlamaktadır (Mills, 1974:501). Siyasal katılmanın en önemli araçlarından biri olan ve siyasal iletişimin sıklıkla kullanıldığı seçimlerin her zaman gerektiği gibi yürütülmediği, seçim kampanyalarının içtenlikli olmadığı ve sorunların açıklık ve dürüstlük içinde ortaya konulmadığı yönündeki eleştiriler yoğun olarak yapılmaktadır (Lipson, 1984:254).
Bu konuda siyasi partilere ve politikacılara da ciddi eleştiriler yöneltilmektedir. Politikacıların seçim nutuklarında gerçekçi olmadıkları, seçmenin ihtiyaç duyacağı bilgilerden çok göz boyamaya yönelik, abartılı konuşmalar yaptıkları bilinmektedir (Julien, 1974, 158). Oysa seçimler, ülkeyi yönetecek kişileri belirlemekte, deyim yerindeyse ülkenin kaderini tayin etmektedir. Böylesine önemli bir konuda karar verecek seçmenlerin yeterli bilgiye sahip olmadan sandık başına gitmeleri, ne yazık ki halkın tercihinin sandığa doğru yansımasını çoğu zaman engellemektedir. Bu konuda siyasal iletişime büyük görevler düşmektedir. Halkın doğru, tarafsız ve yeterli bilgilendirilmesi konusunda siyasi partiler ve temsilcileri siyasal iletişimin fonksiyonlarından etik değerler çerçevesinde yararlanmalıdır. Ancak bu şekilde sağlıklı bir siyasal katılım sağlamak mümkün olacaktır.
Siyasal Seçim Kampanyalarında İletişim Ve İkna
İknayı; “davranışların, niyetlerin, duyguların, kanaatlerin değiştirilmesi ya da değiştirilmemesine yönelik olarak iletişim unsurlarından yararlanılan psikolojik süreç” olarak tanımlamak mümkündür. İknaya ilişkin tüm tanımların ortak paydasının “iletişim” olduğuna vurgu yapan Anık, bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bilinçli girişimin davranış değişikliği ya da motivasyon veya manipülasyon oluşturmasının aracı iletişimdir. İkna konusu, büyük ölçüde iletişimin inceleme alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu inceleme alanı şu üç açıdan oluşmaktadır: “Medyanın yapısı, mesajın içeriği ve iletişim etkisi…” Birinci açı, sosyolojik ve politik bir yaklaşımdır. Bazı gruplarca bilginin yayılması, ne tür bilginin medya tarafından kullanılacağı ve bilginin nasıl kontrol edilebileceği konularını kapsamaktadır. İkinci açı, mesajın içeriği ile ilgilenmektedir. Açık ve gizli anlamlarla, iletilerin sahip olduğu değerlerle, sembol veya sinyallerin akışıyla ve kültürel antropoloji, semantik, dilbilim çalışmalarının yeniden gruplandırılmasıyla ilgilenmektedir. Üçüncü açı ise, iletişim etkileri gibi çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır” (Anık, 2000:35).
İletişim süreci ile ikna sürecinin paralellik gösterdiği görülmektedir. Çünkü ikna konusu, iletişim sürecinin içinde yer almaktadır. İkna ile iletişim arasındaki temel farkı ise “niyet” oluşturmaktadır. Niyet, iknada merkezi bir rol üstlenmektedir. Niyet kavramı olmadan iknadan söz etmek neredeyse mümkün değildir. İkna, iletişimin ikna edici özelliğiyle ilgilidir ve ikna edici iletişimle örtüşmektedir. İkna edici iletişimin alıcının zihninde var olan kavramlarla bağlantılar kuracak şekilde yapılandırılması büyük önem taşımaktadır. Bağlantılar ne kadar fazla olursa, iletinin kavranma ihtimali de o kadar yüksek olmaktadır (Jamieson, 1996:30).
İkna edici mesaj stratejileri, propaganda ve iletişim çalışmalarının seçmen tercihinde etkili olması açısından büyük önem taşımaktadır. Etkili ve ikna edeci mesajlar, seçmenleri herhangi bir aday ya da siyasal partiye motive edebilmekte, özellikle kararsız seçmenlerin kararları üzerinde olumlu etkiler yapmaktadır (Kalender, 2000:128). İkna edeci mesaj stratejileri uygulanırken hedeflerin ve etkileşim boyutlarının ortaya konulması gereklidir. Öncelikle hedeflerin değişimi ve çıkarların türleri belirlenmeli sonra ikna çalışmalarına başlanılmalıdır. Hedeflerin türleri bilgi verme, ikna ve davranış değişimini, çıkarların türleri ise kampanyanın kime daha fazla fayda sağlayacağını ifade etmektedir (Windahl, 1992:112).
Seçmenlerin ikna edilmesinde asıl hedefi, “oy vermek için harekete geçirmek” oluşturmaktadır. Ancak insanların harekete geçebilmeleri için öncelikle de ikna olmaları gerekmektedir. Seçmenler oy verecekleri parti ya da aday hakkında tüm bilgilere sahip olmalıdırlar. Kişiler, sahip oldukları bilgileri muhakeme edecekler, diğer parti ve adaylarla kıyaslayacaklar ve sonunda bir karar vereceklerdir. Verilen bu kararın olumlu olmasında ikna edici mesaj stratejilerinin çok büyük önemi vardır. Eğer mesajlar doğru kanal ve doğru zamanlamayla gerçek hedef kitleye ulaştırılabilirse, seçmenler oy vermek için harekete geçirilir ve ikna konusunda da başarılı olunur. Siyasal iktidarın yolu iknadan geçmektedir. Siyasal partiler ve siyasetçilerin, seçmeni ikna etmeden, demokratik kurallar çerçevesinde sandıktan çıkmaları mümkün değildir. Seçmeni ikna etmenin yolu da önce kendini tanımaktan, sonra kendini çok iyi anlatıp tanıtmaktan, dürüstlükten, etik kurallardan, samimiyetten ayrılmamaktan, kitle iletişim araçlarını doğru kullanarak mesajları hedef kitleye başarılı bir şekilde aktarmaktan geçmektedir.
Seçmenlerin tercihini etkileyen ve onların belirli bir parti veya adaya motive olmasını sağlayabilen iletişim faktörlerinden biri olan seçim kampanyaları, özellikle parti bağlılığı zayıf veya kararsız seçmenlerde daha etkili olmaktadır. Siyasal parti bağlılıklarının giderek çözüldüğü günümüzde, kitle iletişim araçlarının etkin olarak kullanılmasıyla birlikte seçim kampanyalarının önemi de artmıştır. Seçmenlerin etkiye daha açık hale gelmesi, seçim kampanyalarının başarısında önemli bir rol oynamaktadır (Denver, 1989:94). Siyasal kampanyaların hemen hepsi, kitle iletişim araçlarının ihtiyaçlarına ve ilgisine yönelik olarak düzenlenmektedir. Kampanya içerikleri, zengin görsel unsurlardan ve medyanın dikkatini çekerek gündemine girecek olaylardan oluşmaktadır (Davis, 1992:277). Kitle iletişim araçlarındaki müthiş gelişme, seçim kampanyalarının çehresini değiştirmiş, aynı zamanda seçmen tercihini etkilemede kampanyalar son derece önemli bir rol üstlenmeye başlamıştır. Özellikle televizyonun yaygınlaşmasıyla modern seçim kampanyaları, “kitle iletişim araçlarının seçimleri” olmaya başlamıştır. Partiler ve adaylar, milyonlarca seçmenle kitle iletişim araçlarının ağlarıyla iletişim kurmaktadır (Kalender, 2000:92).
Siyasal seçim kampanyalarının herhangi bir aday, parti veya gündem konusuyla ilgili çeşitli enformasyonları seçmenlere ileterek onların karar verme süreçlerini etkileyip parti veya aday lehine oy verme yönündeki motivasyonlarını güçlendirdiği ortak bir görüş olarak kabul edilmektedir. Siyasal kampanyalar sırasında üç tür seçmen tipi ortaya çıkmaktadır: “Şekillenenler, yüzergezerler ve parti değiştirenler..” Şekillenen seçmen tiplerinin başlangıçta oy verme niyetleri olmasa da zamanla seçim kampanyası sürecinde düşünceleri olgunlaşmakta ve sonuçta bir partiye oy vermektedirler. Yüzergezer seçmen tipleri ise başlangıçta bir partiye oy verme niyetiyle yola çıkan ama sonra oradan uzaklaşan, daha sonra ise orijinal seçimine geri dönen seçmenlerdir. Bir kısım seçmenler ise siyasal kampanya sürecinde oy verdikleri partileri değiştirebilmektedirler. Siyasal seçim kampanyalarının etkileri üzerine çalışan araştırmacıların saptamalarına göre, bir kampanya sırasında fikrini değiştiren seçmen, aynı zamanda kampanyalar arasında da kanaatini değiştirebilmektedir. Partizanlık kampanya sırasında artmakta, kitleler kitle iletişim araçlarının etkilerine kampanya süresince daha çok maruz kalmaktadır (Kalender, 2000:96).
Görüldüğü gibi siyasal iletişimin temel unsurlarından biri olan siyasal kampanyalar kitle iletişim araçlarına çok fazla bağımlı bir yapı arz etmektedir. Kitle iletişim araçlarının seçmenlerin kanaatlerinin oluşmasında çok önemli bir etken olduğu dikkate alındığında, hem siyasal kampanyayı hazırlayan siyasetçilere hem de bu mesajları kitlelere ulaştıran iletişim araçlarına ciddi sorumlulukların düştüğü görülmektedir. Siyasetçilerin etik kurallara riayet etmeden hazırlayacakları ilanlar, reklamlar ve diğer siyasal iletişim malzemeleri seçmenin yanlış yönlendirilmesine yol açabilecek, gerçekliği tartışmalı mesajların kitle iletişim araçları vasıtasıyla kitleye ulaşması da halkın medyaya olan güveninin sarsılmasına neden olabilecektir.
Siyasal İletişim Uygulamalarında Siyasal Kültür Etkeni
Her siyasal sistemde, toplum üyelerinin siyasal sisteme ilişkin inançları ve tutumları olduğu gibi, siyasete ilişkin davranış kuralları da bulunmaktadır. Bunların tümü de “siyasal kültürü” oluşturmaktadır. “İnsanların içinde yaşadıkları toplumun yönetimiyle ilgili algı, ilgi, bilgi, değer ve eylemleriyle, bunları etkileyen maddi ve manevi şartların bütünü” olarak tanımlanan siyasal kültür, aynı zamanda “bütünsel kültürün siyasal yönleri” olarak da ifade edilmektedir (Ozankaya, www.liberaldt.com). İlter Turan, siyasal kültürün siyasal süreç açısından iki temel işlevi olduğunu belirtmektedir. Birincisi; kültür, bazı inanç ve davranış kurallarının standartlaşması yoluyla siyasal sürecin işleyişini kolaylaştırmaktadır. İkincisi de; siyasal kültür, mevcut siyasal sistemin benimsenmesini, yönetmekte haklı görülmesini ve dolayısıyla devamlılığını sağlayan bir araç niteliğini taşımaktadır (Turan, 1977:33).
Bir toplumun siyasal kültürü, toplum üyelerinin siyasal nesneler karşısındaki değer ve yönelimleri ile siyasal semboller hakkındaki inançlarından oluşmaktadır. Siyasal kültür hem kamusal olaylardan hem de özel tecrübelerden beslenmektedir. Siyasal kültür, aynı zamanda bir toplumun temel siyasal değerlerine de şekil vermektedir. “Bir toplumda siyaset ve siyasal sistemle ilgili inançlar, değerler ve davranış kuralları nasıl belirlenir, nereden gelir?” sorusuna cevap aradığımızda çok boyutlu bir yapıyla karşılaşmaktayız. Öncelikle toplumun değerlerinin, o toplumun maddi ve manevi ihtiyaçlarından soyutlanamayacağı gerçeği bilinmelidir. Siyasal kültür, toplumsal kültürün diğer öğelerinden ve uluslararası kültür hareketlerinden ayrı tutulamaz; onları etkiler ve onlardan etkilenir. Siyasal kültürü, siyasal sistemi yönlendiren kadroların düşünceleri ve eylemleri de biçimlendirmektedir. Ayrıca somut tecrübeler de siyasal kültürü etkilemektedir. Sonuçta siyasal kültür; bir toplumun maddi koşulları, siyasal sistemi yönetenlerin tercihleri ve toplumsal olaylar tarafından etkilenmektedir (Huntington, 1995: 19-34).
“Ülkemizde nasıl bir siyasal kültür ortamı var?” diye baktığımızda karşımıza evrensel değerlerden uzak, uzlaşmacı değil çatışmacı, merkeziyetçi, farklılıklara tahammül edemeyen ve seçkincilik anlayışına mahkum olmuş bir yapı çıkmaktadır. Siyasal kültürümüzün kendine has özellikleri bulunduğunu ve bu nedenle evrensel demokratik değerler ile ilişki kurmakta zorlandığını ifade eden İlter Turan, Türkiye’deki siyasal kültür ortamının özelliklerini şöyle sıralamaktadır: (Turan, 1996:25)
– Toplumumuz kendi içinde yeterince farklılaşmamıştır. Herkes kişiliğini topluluk içinde bulduğu, topluluk dışında algılayamadığı bir bütün olarak görmektedir. Bu durum da siyaset alanını yakından etkilemektedir. Farklılaşmanın ifadesi güçleşmekte, farklılaşmanın dile getirilmesi bölücü bir eylem olarak değerlendirilmektedir. Düşünce üzerine sınır koyma eğilimleri de artmaktadır.
– Toplumumuz ortalamadan sapan davranış ve görüşlere karşı hoşgörülü değildir. Toplumumuzdaki dayanışmacı cemaat anlayışı ortalamadan ayrılanları toplumun dışına itmektedir.
– Siyasal kültürümüz bireysellikten çok toplumsallığa önem vermekte, toplumun bireyin önünde olduğu kabul edilmektedir.
– Toplumsal hayatın bütün alanları siyasetle ilgili görüldüğü için ülkemizde siyasetin müdahale alanı çok genişlemiştir. Toplumda siyasetin sınırı da belli değildir. Vatandaş her türlü isteğinin devlet tarafından karşılanmasını beklerken, devlet de kendisinde her alana sınırsız müdahale hakkını görmektedir.
– Siyasal kültürümüzde uzlaşma değil, çatışma ön plana çıkmaktadır. Toplumsal anlayışlarımızdan ödün vermek bir zaaf belirtisi olarak görülmektedir. Uzlaşma rejimi olarak tanımlanan demokrasiyle, uzlaşmacı olmayan kültür arasında sürekli bir gerilim yaşanmaktadır.
Siyasal kültürün, siyasal iletişim sistemine etkileri üzerinde duran araştırmacılar, partilere bağımlı bir medya sisteminin, tek taraflı bir siyasal içerik doğurduğu uyarısını yapıyorlar. Medya sistemi, siyasal kadrolara haber için ne kadar bağımlıysa, politikacıların mesajlarını istedikleri yönde yayınlatma şansı da o kadar yüksek olmaktadır. Medya özerk olduğu ve bağımsızlığını koruduğu ölçüde de dengeli ve objektif bir siyasal içerik sunabilmektedir (Blumler, 1995:23). Partilere bağımlı medyanın, kamuoyunu nasıl tek yanlı yönlendirdiğinin ve tek taraflı bir siyasal içerik sunduğunun en çarpıcı örneklerini, ülkemizdeki yayın organlarından izlemek mümkündür. Özellikle iktidarda olan siyasal partilere yakın duran kimi yayın organları, yayın politikalarını o siyasal partiyi övmek, propagandasını yapmak üzerine kurmaktadır. Bu yayın organları, övüp destekledikleri siyasal partinin kimi olumsuzluklarını da ne yazık ki görmezden gelebilmektedir. Oysa medyanın görevi halkı doğru bilgilendirmek, taraf tutmamak ve kamuoyunun gerçeklerden haberdar olmasını sağlamaktır. Bir siyasal partiye angaje olan yayın organları, bir süre sonra asli görevlerini yapamaz hale gelmekte, kamuoyuna karşı olan sorumluluklarını yerine getirememektedir. Ayrıca medya aracılığıyla kamuoyuna tek yanlı ve taraflı bilgiler aktarıldığı için de kitleler yanlış yönlendirilmekte, kişilerin karar verme ve seçme davranışlarına olumsuz etki edilmektedir.
Demokratik sistemlerde siyasal iletişim, herkesin anlayabileceği siyasal söylemler kullanır, toplumun büyük kısmı tarafından paylaşılan değer yargıları ve siyasal sembollerle kitlelere seslenir. İletişimin önündeki engeller demokratik sistemlerde en aza indirilmiş, iletişim araçlarına ulaşma kolaylaştırılmış, bilgi edinmenin yolları açılmıştır. Siyasal kültürü gelişmiş demokratik toplumlarda siyasal iletişimin hacmi ve yoğunluğu fazla olduğu gibi çift yönlü bir özelliğe de sahiptir (Eyüpoğlu, 1999:49).
Siyasal kültür, siyasal iletişimin şekillenmesinde öncü bir rol oynamaktadır. Siyasal kültürü gelişmiş, demokrasi kültürü yerleşmiş ülkelerde siyasal iletişim tüm unsurlarıyla uygulanırken, siyasal kültürü gelişmemiş ülkelerde siyasal iletişim ya kendine hiç yer bulamamakta ya da baskı ve dayatmayla karşı karşıya kalmaktadır. Çünkü siyasal kültürün gelişmediği ortamlarda özgür, bağımsız ve güçlü kitle iletişim araçları yoktur. Demokratik ortam olmadığı için özgür siyaset yapmak imkansız hale gelmektedir. Siyasal mekanizmaların sağlıklı çalışması da olası değildir. Siyasetin özgür olmadığı, bağımsız kitle iletişim araçlarının bulunmadığı, siyasal sürecin sağlıklı işlemediği ortamlarda siyasal iletişim fonksiyonlarının olması gerektiği gibi çalışması da beklenmemelidir. Bu nedenle, sağlıklı bir siyasal iletişim fonksiyonu için, demokratik çoğulcu bir sistem ve gelişmiş bir siyasal kültür kaçınılmazdır. Ancak böyle bir ortamda siyasal iletişim tüm fonksiyonlarını icra edebilir, demokrasiye katkıda bulunabilir.
Konuya Türkiye açısından bakıldığında ise, karşımıza öncelikle siyasal kültürümüzün eksiklikleri ve “kendine özgü” birtakım özellikleri çıkmaktadır. Siyasal kültürümüz, tıpkı demokrasimiz gibi azgelişmiş bir görünüm arz etmektedir. Siyasal kültürümüzün yukarıda vurguladığımız kendine özgü hastalıkları, ne yazık ki sürmektedir. Bu hastalıkların tedavi edilmesinin yolu demokrasi kültürünün geliştirilmesinde yatmaktadır. Siyasal iletişim uygulamaları, ülkemizdeki mevcut siyasal kültürümüz içinde kendisine bir yer edinmiş ve yıllardır bu yapı içinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Ama siyasal kültürümüzden kaynaklanan birtakım olumsuzluklar, doğrudan siyasal iletişim faaliyetlerine de yansımaktadır.
Siyasal İletişim Uygulamalarındaki Sorun Alanları Ve Etik Dışı Tutumlar
Siyasal iletişim, yönetmeye talip olanlarla yönetilenler arasında bir iletişim biçimi olduğu için çok önemli görevler üstlenmektedir. Milli iradeyi temsil edecek siyasetçilerin belirlendiği seçimlerde aktif görevler üstlenen siyasal iletişimin etik normlara sahip olması büyük önem taşımaktadır.
Siyasal iletişim uygulamalarının kişisel çıkarlardan, inanç ve ideolojilerden uzak, dürüstlük, şeffaflık ve güvenilirlik ilkeleri içinde gerçekleşmesi aynı zamanda milli iradenin sağlıklı bir şekilde tecelli etmesine de katkıda bulunacaktır. Siyasal iletişim uygulamalarında hem siyasi partilerden hem de seçmenlerden kaynaklanan sorun alanları olduğu gibi, bu süreçte önemli bir görev yüklenen kitle iletişim araçlarının etik normlara uymayan tutumları nedeniyle de ciddi tıkanıklıklar yaşanmaktadır. Bundan sonraki bölümümüzde siyasal iletişim uygulamalarındaki sorun alanları ile etik normlara uymayan tutumları tartışmaya gayret edeceğiz.
Tutulamayacak Sözler, Göz Ardı Edilen Vaatler
Siyasal iletişim uygulamalarındaki temel sorun alanlarının başında siyasal partilerin hedef kitleleri olan seçmenlere yönelik verdikleri mesajların gerçekle tam olarak örtüşmemesi ve samimiyetten uzak olması gelmektedir. Bu iddianın en somut göstergesini her seçim döneminde siyasi partilerin kamuoyuna açıkladıkları “seçim beyannamelerinde” görmek mümkündür. Seçim beyannameleri, iktidara gelindiğinde izlenecek yol haritası niteliği taşıdığı için çok önemli bir belgedir. Aynı zamanda sandık başına gidecek seçmenleri ikna etme aracı olarak da güçlü bir argümandır.
22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesinde seçimlere giren siyasi partilerin neredeyse tümü açıkladıkları beyannamelerde “yapamayacakları vaatlerde” bulunmuşlardır. Hem ülkemizin öncelikleri açısından yapılması mümkün olmayan hem de imkanları açısından hemen yapılamayacak vaatlerin seçim döneminde beyannamelerde yer alması, elbette seçmeni kısa yoldan ikna etmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirilmelidir (Özkan, 2007:232). Siyasi partiler topluma karşı sorumlulukları olan; iktidara geldiklerinde ülkenin sorunlarını çözmek, gelişmesine katkıda bulunmakla görevli kurumlardır. Bu nedenle seçim beyannamelerinin bu sorumluluğu taşıması da beklenmelidir. 22 Temmuz seçimine giren partilerin seçim beyannamelerine bakıldığında görülmektedir ki, pek çoğunun vizyonu yoktur, ülkemiz için bir gelecek tasarıları bulunmamaktadır. Oysa ülke yönetmek ciddi iştir; sadece mazot fiyatının indirileceği vaadiyle Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmek mümkün değildir.
Küreselleşme sürecinde Türkiye’nin yeri neresi olacaktır? Küresel sermayenin talancı zihniyetiyle nasıl baş edilecektir? IMF programlarından kurtulup nasıl kendi ayaklarımızın üzerinde duracağız? Nasıl insan gibi yaşayabilecek bir düzene kavuşacağız? Seçime giren partiler, bu sorulara mutlaka cevap verebilmelidir. Halkın karşısına çıkan partiler, Türkiye’nin nasıl küresel bir aktör yapılacağını anlatabilmeli, güçlü bir ülke olmanın yolunu gösterebilmelidir. Halktan oy isteyen partilerin sadece içe dönük mesajlar vermesi de yeterli değildir; Peki, mevcut dünya düzenine Türkiye nasıl müdahil olacaktır? Adaletsiz gelişen, geniş kitleleri ezen, sömürüyü yaygınlaştıran dünya düzeninin böyle gitmemesi için Türkiye’nin yapacakları yok mudur?
Siyasal partilerimizin seçim beyannamelerinde gelecek vizyonu oluşturmak yerine daha çok gündelik icraatlara, içe dönük uygulamalara yer verdikleri dikkat çekmektedir. Oysa Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmeye talip siyasal partilerimizin dünyadaki gelişmeleri iyi okuması, doğru analiz etmesi ve ülkemize çizecekleri yol haritasını sağlam bir rotaya oturtmaları beklenmektedir. Siyasal partilerimizin üzerlerine düşen görevleri ihmal etmeleri, sorumluluklarını yerine getirmede zafiyet göstermeleri ciddi bir sorun alanı oluşturmakta ve yapmadıkları veya yapamayacakları vaatlere seçim beyannamelerinde yer vererek de önemli bir etik sorununa yol açmaktadırlar.
Siyasal iletişim uygulamalarında en sık karşılaşılan sorun alanlarından bir diğeri de siyasi partilerin ölçüsüz vaatleri ve bu vaatlerle halkı ikna etme çabalarıdır. Seçim beyannamelerindeki sorumsuzluğun bir diğer örneği, ne yazık ki seçim kampanyalarında adeta havada uçuşan vaatlerdir. Türk siyasi tarihi “ne verirlerse beş fazlası” veya “herkese iki anahtar” gibi uçuk ve gerçeklerle bağdaşmayan vaatlerle doludur. Ama ilginçtir, gerçeklerden uzak vaatlerde bulunan partiler, seçimlerden yüksek oranda oy alabilmeyi hatta iktidar olmayı başarmışlardır.
İşte tam da bu noktada halkın vaatlerine inanıp güven duyduğu siyasi partiler, iktidara geldiklerinde reel gerçeklerle yüzleşip vaatlerini yerine getiremediklerinde halkı aldatan bir konuma düşmektedir. Halkın vaatlerine inanıp oy verdiği siyasi partilerin iktidara geldiklerinde bu sözlerini tutamamaları, sadece o siyasi partiye yönelik negatif bir tutum oluşturmakla kalmamakta, aynı zamanda siyaset kurumuna yönelik ciddi tepkilerin ortaya çıkmasına da yol açmaktadır. Son yıllarda araştırmalardan siyaset kurumuna duyulan güvenin çok düşük çıkmasının gerçek nedeni de yukarıda izah etmeye çalıştığımız durumdur. Verilen sözlerin tutulmaması ciddi bir ahlak erozyonunun göstergesi olarak yorumlanmakta, siyaset kurumunun bu tür nedenlerle yara alması özellikle gençlerin siyasete soğuk bakmalarına yol açmakta, birikimli ve deneyimli insanların da siyasette uzun dönem hizmet etmelerine engel olmaktadır.
Kamuoyu Araştırmalarının Yönlendirici Amaçlı Kullanımı
Demokratik yönetimlerde siyasal iktidarlar, kamuoyunun genel eğilimlerine, istek ve taleplerine uygun hareket etmek durumundadırlar. Kamuoyu araştırmaları, halkın nabzını tutmak, önemli konularda ne düşündüklerini öğrenmek için yapılan çok önemli faaliyetlerdir.
Seçim dönemlerinde yapılan kamuoyu araştırmaları ise seçmenlerin eğilimlerini, kanaat ve tutumlarını belirleme amacını taşımaktadır. Seçmenlerin ne düşündüğünü önceden öğrenen siyasi partiler, politika ve stratejilerinde buna göre bir değişiklik yapma imkanı bulabilmektedirler.
Siyasal partiler ve adaylar, seçim kampanyalarında uygulayacakları çeşitli strateji ve taktiklere temel olabilecek verileri de büyük ölçüde kamuoyu araştırmalarından elde etmekte, böylece seçmenleri etkileyebilecek mesajları iletebilmektedir. Seçmenlerin hangi siyasal tutumlara sahip olduğunun, gündemdeki çeşitli konular hakkındaki tavırlarının, mesajlara açıklık veya kapalılık derecelerinin, liderler ve adaylara bakış açılarının, hangi kitle iletişim araçlarına yoğunlukla maruz kaldıklarının ölçülmesi, kamuoyu araştırmaları aracılığıyla yapılmaktadır. Kamuoyu araştırmaları ayrıca, bireylerin tutum ve kanaatlerini, çeşitli siyasal konulardaki görüşlerini parti ve liderlere aktarması nedeniyle seçmenler açısından da önemli bir işlev üstlenmektedir. Kamuoyu araştırmaları, siyasetçilerle seçmenlerin fikirlerini uzlaştırmaya aracılık etmektedir (Kalender, 2000:105). Partiler, liderler, adaylar ve özellikle medya kamuoyu araştırmalarının seçmen tutumları üzerinde önemli etkileri olduğuna inanmaktadır.Bu nedenle de her seçimde, hem siyasi parti ve adayları hem de medya kuruluşları kamuoyu araştırmaları yaptırtmakta, seçmenin nabzını tutmaya çalışmaktadır (Bektaş, 1996:237). Kamuoyu araştırmalarının sonuçlarının yayınlanması, seçmenlerin tutumları üzerinde doğrudan pek çok etkide bulunmaktadır.Bu etkilerden başlıcaları şöyle sıralanmaktadır: “Gözde olana yönelme etkisi, zayıfa destek etkisi, kamçılanma etkisi, oyu geride görünen parti seçmeninin sandığa gitme oranını artırma etkisi, küçük partinin varlığını farketme ve oy verme etkisi, barajı geçme tehlikesi olan partiyi destekleme veya desteklememe etkisi” (Özerkan, 1997:33).
Kamuoyu araştırma sonuçlarının seçmenler üzerindeki etkileri arasında “gözde olana yönelme” ve “zayıf olana destek” etkileri ön plana çıkmaktadır. Gözde olana yönelme etkisi, bir seçim yarışında önde görünen parti ya da adayın seçmenler tarafından desteklenme eğilimini ifade etmektedir. Zayıf olana destek ise, seçimlerde bir parti veya adayın önde gittiğini gösteren bir kamuoyu araştırmasının kararsız seçmenleri, bu aday veya partiye muhalif olanların etrafında toplanmaya doğru itmesini ifade etmektedir (Mutlu, 1994:79). Bektaş, günümüzde ancak adayların belirlenmesi, siyasal kampanyanın hazırlanması ve seçim harcamaları için gerekli kaynakların sağlanması aşamalarında kamuoyu araştırma sonuçlarının etkilerinden söz edilebileceğini ifade etmektedir (Bektaş, 1996:240).
Kararsız seçmen olgusu 3 Kasım 2002 ve 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde de belirleyici bir unsur olmuştur. Kamuoyu araştırmalarında yüzde 30’a kadar çıkan kararsız seçmen kitlesinin büyük bir çoğunluğunun her iki seçimden de birinci parti olarak çıkan AKP’ye oy verdiği bilinmektedir. Kararsız seçmenlerin partilere dağılmayıp blok şeklinde hareket etmesi, hem pek çok partinin seçim barajını aşamamasına neden olmuş hem de AKP’yi tek başına iktidar yapmıştır. AKP’nin bu başarısında kuşkusuz seçim kampanyası döneminde uyguladığı siyasal iletişim stratejilerinin çok büyük önemi vardır. AKP, verdiği mesajlarla kararsız seçmenlerin partisine oy vermesini sağlamıştır.
Yapılan kamuoyu araştırmalarının sonuçları, kitle iletişim araçları vasıtasıyla kamuoyuna duyurulmaktadır. Bu açıdan medya, çok önemli bir işlev taşımakta, kitlelerin doğru bilgi almasını sağlayan bir kaynak görevi görmektedir. Kamuoyu araştırmaları ancak medya tarafından yayınlandığında kitlelere ulaşabilmekte, önemli hale gelmekte ve sonuçları değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.Bu nedenle “Kamuoyu araştırmaları/Medya ve Kamu” ilişkisi “kanaat üçgeni” olarak da tanımlanmaktadır. Burada medyanın ne kadar etik davrandığı konusu yeniden gündeme gelmektedir. Çünkü bilimsel niteliği olmayan kamuoyu araştırmalarının seçmenleri yönlendirmek amacıyla geçmişte kimi yayın organlarında yayınlandığı bilinmektedir. Bu tür bir eylemin geçmişte hiçbir yaptırımının olmaması da bu konudaki yanlış tutumların sürdürülmesine katkıda bulunmuştur. Son yapılan düzenlemeyle medyada yer alacak kamuoyu araştırmalarının kimliklerinin açıklanması zorunlu tutulsa da yine de etik dışı davranışların, belirli partilerin lehine yayın yapmanın önüne geçilmesi mümkün olamamaktadır. Medyada yayınlanan kamuoyu araştırmalarının kişisel çıkarlara hizmet etmesini önleyebilecek tek merci, yayın organlarının yöneticileridir. Onların bu konuda gösterecekleri hassasiyet ve her siyasi partiye eşit davranma ilkesine bağlılıkları etik dışı davranışların önüne geçilmesine yardımcı olacaktır.
Medya, kamuoyu araştırmalarını yayınlarken, kitleleri bilgilendirme görevinin yanı sıra kendi ticari çıkarını da ön planda tutarak araştırma sonuçlarına haber gözüyle bakmaktadır. Çünkü kamuoyu araştırma sonuçları okuyucu ve izleyicilerin oldukça fazla ilgisini çekmekte, satış ve reytingleri artırmaktadır. Hatta medya araştırma sonuçlarını açıklarken bazen öylesine ölçüyü kaçırmaktadır ki, sonuçları ticari başarı elde edebilecek şekilde sunabilmektedir (Bektaş, 1996:231).
Medyanın araştırma sonuçlarını yayınlarken doğrudan taraf tuttuğu da çoğu kez iddia edilmektedir. Özellikle kamuoyu araştırmasını medya organlarının finanse ettiği durumlarda bu iddia daha fazla geçerlilik kazanmaktadır. Çünkü parasını kendisinin verdiği araştırmayı medya organı, istediği biçimde yayınlayabilmektedir. Medya organlarının kâr amacı güden birer ticari işletme oldukları da göz önüne alındığında, bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle siyasal iktidar/medya ilişkilerinin rahatsız edici boyutlarda olduğu ülkelerde, yayın organları kendi yaptırdıkları kamuoyu araştırmalarını iktidar partilerinin lehine olacak şekilde yayınlayabilmektedirler. Medya organlarının yayın politikaları da araştırma sonuçlarını etkileyen bir unsur olmaktadır. Bazı medya kuruluşları, kendi yayın politikasına uymayan araştırma sonuçlarını ya hiç yayınlamamakta ya da kamuoyunu yanlış yönlendirecek şekilde yayınlayabilmektedir. Bu elbette ne medya ahlakıyla, ne de demokratik değerlerle bağdaşmaktadır. Ayrıca medyanın kamuoyu araştırma sonuçlarını doğru yorumlayamaması da araştırma sonuçlarının kitlelere yanlış veya eksik yansımasına neden olmaktadır. Araştırma sonuçlarını değerlendirmek ayrı bir uzmanlık alanı olduğu halde medyada bu görevi, bu konuda yeterli bilgi ve tecrübesi olmayan gazeteciler yapmaktadır (Bektaş, 1996:234).
Hem kendisinin yaptırdığı hem de başka kuruluşlar tarafından yapılan araştırmaların yayınlanması konusunda medyaya önemli eleştiriler yöneltilmektedir. Bu eleştirileri üç grupta toplamak mümkündür: (Bektaş, 1996:232)
– Medyada yayınlanan kamuoyu araştırmaları çoğunlukla kamunun yalnızca yüzeyde görünen cephesini göstermektedir. Özellikle seçim dönemlerinde medya, “at yarışı gazeteciliği” yapmakta, önemli siyasal konular ve olaylar geri planda kalırken, medyanın istediği belirli adaylar ön plana çıkmaktadır. Medya olayların ayrıntısına girmediği gibi çoğu araştırma sonucunu da yanlış yorumlamakta, bulgular pek çok teknik hata içermektedir.
– Medyanın yapısal bazı sorunları da kamuoyu araştırma sonuçlarının istenilen şekilde yayınlanmasını engelleyebilmektedir. Günlük rutin medya işleyişi, zaman baskısı, hız, yetişmiş eleman azlığı gibi unsurlar, araştırma sonuçları üzerinde derinlemesine düşünme, analiz etme imkanını kısıtlamaktadır. Ayrıca medyanın kendi yaptırdığı araştırmalara ayırdığı kısıtlı maddi imkanlar da, araştırmadan sağlıklı sonuçların çıkmasının önünde engel teşkil etmektedir.
– Medya organlarının kamuoyu araştırmalarını kendilerinin yapması ya da yaptırması ortaya şöyle de bir sonuç çıkarmaktadır: Bu medya organları, kendileri dışındaki kamuoyu araştırmalarının yayınlanmasına soğuk bakmakta, araştırmanın kamuya duyurulmasında sınırlamalar getirebilmektedirler. Medya organları, kendileri dışında yapılan araştırma sonuçlarının kendi yaptıkları araştırma sonuçlarıyla çeliştiği durumlarda ise elbette kendi sonuçlarını tercih etmekte, diğer araştırma sonuçlarından ise genellikle hiç söz etmemeyi yeğlemektedirler. Bu durum ise kamuoyunun tek yanlı bilgilendirilmesine yol açmakta, kamuoyunun haber alma hakkı engellenmektedir. Bu nedenle medyanın kendi kontrolünde yaptırdığı kamuoyu araştırmalarına temkinli yaklaşılmalı ve yönlendirme ihtimali göz ardı edilmemelidir.
Ülkemizde de medyanın yayınladığı kamuoyu araştırmalarına karşı bir önyargı mevcuttur. Geçmişte yaşanan kimi olaylar bu önyargıyı haklı çıkartacak niteliktedir. Özellikle seçim dönemlerinde bazı medya organlarında yayınlanan yönlendirme kokan araştırma sonuçlarının, gerçek seçim sonuçlarıyla taban tabana zıt olması, kamuoyunda medyaya duyulan güvenin de zedelenmesine yol açmıştır. Kimi medya organları, siyasal iktidar ile olan yakın ilişkilerini ne yazık ki, yayın politikalarına alet etmekte, seçim dönemlerinde siyasal iktidarı oluşturan parti ya da partilerin lehine gerçekleri yansıtmayan kamuoyu araştırmaları yayınlamaktadırlar.
Medya-Siyasetçi İlişkilerinde Yaşanan Sorunlar
Demokratik toplumlarda medya “dördüncü güç” olarak kabul edilmektedir. Yasama, yürütme ve yargı erkinden sonra kamuoyu adına denetim görevini yüklenen medyanın bu görevini yerine getirirken özgür, bağımsız, şeffaf ve kamu yararını herşeyin üstünde tutan bir yapıda olması beklenmektedir. Ama uygulamaya bakıldığında, durumun hiç de böyle olmadığı görülmektedir. Özellikle siyasal iktidar ile medya arasındaki ilişkilerde, pekçok ülkede önemli sorunlar yaşanmakta, medya kamuoyu adına denetim yapma görevini tam olarak yerine getirememektedir. Siyasetçiler ile medyanın ilişkisi karşılıklı bir iletişime dayanmaktadır. Siyasiler mesajlarını medya aracılığıyla topluma iletirlerken, toplum da dilek ve istekleri medya aracılığıyla politikacılara iletmektedirler. Medyanın “kontrol gücü” özelliği burada ön plana çıkmaktadır (Sağnak, 1996:123)
Medya hem siyasilerin topluma verdikleri mesajlar üzerinde, hem de halkın siyasilere gönderdikleri mesajlarda denetim ve kontrol gücünü elinde tutmaktadır. Medya, bu özelliği nedeniyle siyasetçiler tarafından devamlı olarak “kontrol altına alınmaya” çaba harcanmakta, medyanın “kontrol gücü” denetim altında tutulmak istenmektedir. Demokrasi kültürünün kurumsallaştığı yerlerde siyasetçiler ile medya arasındaki ilişkinin çerçevesi hukuki düzenlemelerle çizilmiştir. Hatta bazı konularda hukuksal bir düzenleme olmasa bile sorumluluk anlayışı çerçevesinde hareket edilerek ilişkiler karşılıklı anlayış ve saygı çerçevesinde yürütülmektedir. Ancak demokrasiyi bir kültür olarak içselleştirememiş ülkelerde, buna Türkiye de dahildir, siyasetçiler ile medya arasındaki ilişkide karşılıklı çıkarlar ön plana geçmiş ve kamu yararı ikinci plana itilmiştir. Siyasetçiler, iktidar erkine sahip olduklarında medyayı kendi iktidarının çıkarları için kullanmaya başlamış, medyanın özgür ve bağımsız kimliğini yok ederek kredi ve teşvik uygulamalarıyla “bağımlı bir medya yapısı” ortaya çıkarmışlardır. Medya, ekonomik olarak bağımlı hale geldiği için de gerçek kimliğini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.
Siyaset kurumu ile medya arasındaki ilişkinin ülkemizdeki durumuna bakıldığında hiç de iç açıcı şeyler söylemek mümkün değildir. Özellikle son yıllarda bu iki kurum arasındaki ilişkinin etik normların sınırlarını iyice zorladığı hatta yozlaştığı görülmektedir. Yayın organlarının, belli dönemlerde siyasal iktidarlar ile çıkar ilişkilerine girdikleri, çeşitli imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Halkın sorunlarını gündeme getireceği yerde, siyasi iktidarın hoşuna gidecek yayınları yapmayı tercih eden bazı medya kuruluşları, karşılığında da iktidardan birtakım teşvik ve krediler alabilmektedir. Ekonomik olarak siyasi iktidara bağımlı hale gelen medya, halkın gündeminden kopmakta, iktidara şirin görünmek uğruna asıl görevi olan denetim görevini yapamaz hale gelmektedir. Çeşitli yayın organlarında kendi sorunlarıyla ilgili yayınlar göremeyen halk da bir süre sonra bu yayınların güvenilirliğini sorgulamakta, gerçeklerin üstünün örtüldüğü endişesi taşımaktadır. Yayın organları maddi olarak siyasal iktidara bağımlı hale gelince tarafsız olma özelliklerini de yitirmekte, “sahibinin sesi” gibi yayın yapmak zorunda kalmaktadırlar. Bu tür yayınların inandırıcılığı ve itibarı da tartışmalı hale gelmektedir.
Ülkemizde siyasal iktidarların medyayı kullanmak istemelerinin altında diğer pek çok ülkede olduğu gibi “kontrol gücünü” ele geçirme hedefi yatmaktadır. Bu büyük gücü denetimi altına alan siyasal iktidar daha rahat hareket etmeye başlamakta, kendisini kamu adına denetlemekle yükümlü özgür medya yeterince etkin olmadığı için bir süre sonra yaptığı yanlış uygulamaların farkına varmakta güçlük çekmektedir. Medyanın büyük gücünü kullanmayı başaramayan siyasal iktidarlar ise bu gücü “sınırlayarak” kendilerinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Son yıllarda çeşitli ülkelerde gazetecilere ve yayınların içeriğine yönelik birtakım kısıtlama ve yasaklamaların getirildiği, hatta bunların kanunla düzenlendiği bilinmektedir. Siyasal iktidarlar, medyayı kontrolleri altına almak için çeşitli politikalar uygulamaktadırlar. Bu uygulamalar, “havuç” ve “sopa” politikaları olarak iki gruba ayrılmaktadır. Medyayı yasalarla sınırlama, sansür uygulama ve şiddet kullanma “sopa politikalarını” oluştururken, medyaya ekonomik destek sağlama, teşvik ve kredi vermek de “havuç politikaları”nın başında yer almaktadır. (Telan ve Yazıcıoğlu, 2000:120)
Siyasal iktidarın medyaya karşı uyguladığı “sopa ve havuç” politikalarının her ikisinin de demokratik sistemde yeri yoktur. Siyasal iktidar ne bağımsız yayın organlarına yasak ve sansür getirmeli, ne de onlara başkalarına sağlamadığı birtakım imtiyazlar sağlamalıdır. İktidardan imtiyaz elde eden yayın organları, bir süre sonra görevini yapamaz hale gelecek, iktidarın yanlış uygulamalarını kamuoyuna duyurmaktan çekinecektir. Bu da kuşkusuz kamuoyunun medyaya olan güvenini kökünden sarsacak bir durumdur.
Siyasal iletişim uygulamalarında son yıllarda medya sahipliğinden kaynaklanan etik normlara uygun olmayan davranışlar da sıklıkla gözlenmektedir. Medya patronunun siyasi görüşü, herhangi bir siyasi partiye yakınlığı, sahip olduğu yayın organlarını yakınlık duyduğu siyasi partinin çıkarı doğrultusunda kullanmasına yol açabilmektedir. Medya patronlarının siyasal iktidar ile ekonomik ilişkileri olması, devlet kurumları ile ticari iş yapması da seçim döneminde medya gücünün siyasi iktidar lehine kullanılmasına zemin hazırlayabilmektedir. Kamusal görev yapan medyanın her siyasi partiye eşit mesafede durması ve kamu adına muhalefet görevini yapması gerekirken bir siyasi partinin sözcüsü gibi davranması, kamusal sorumluluğun ihlali ve dolayısıyla mesleki etiğe uygun olmayan bir davranış olarak yorumlanmalıdır.
Sonuç
Siyasal iletişim çok geniş bir toplum kesimine hitap etmekte; başta siyasal partiler, merkezi ve yerel hükümetler, sivil toplum örgütleri olmak üzere, baskı ve menfaat grupları, medya kuruluşları ve vatandaşlar siyasal iletişimin aktörleri arasında yer almaktadır. Böylesine geniş bir toplumsal katmana seslendiği için siyasal iletişim uygulamalarının etik boyutu daha da önem kazanmakta, bu uygulamaları yapan kişilere de ciddi sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluğun bilincinde olunmadığında etik dışı uygulamalara kapı aralanması ihtimali yüksektir. Bu ise kamuoyunun yanlış yönlendirilmesini beraberinde getirecek, eksik ve yönlendirilmiş bilgi ile kanaat oluşturacak bireyler de ister istemez hatalı karar verebileceklerdir. Kamuoyunun etik dışı uygulamalarla kasıtlı olarak eksik ve yanlış bilgi ile manipüle edilmesi sonucunda ise Milli iradenin demokratik esaslar çerçevesinde oluşmasının önüne geçilmiş olunacaktır.
“Türkiye Değerler Araştırması”nın sonuçlarına göre Türk halkının yüzde 49’u hükümete, yüzde 70’i siyasi partilere ve yüzde 47’si de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne güvenmemektedir. Özellikle siyasi partilere duyulan güvenin ciddi bir erozyona uğraması dikkat çekicidir. Siyasi partilere duyulan güvensizlik, aynı zamanda politikaya ve politik kurumlara olan güvensizliği de yansıtmaktadır (www. tasam.org/sie).
Böylesine bir “güvensizlik” ortamında “devlet/millet kaynaşmasını” sağlamak, ortak hedeflere birlikte yürüyebilme iradesini ortaya koyabilmek ne yazık ki mümkün değildir. Türkiye’nin siyasal sisteminin işleyişine bakıldığında temel bazı problemlerin olduğu ve geçmişte çözülmeyen sorunların birikerek daha da büyüdüğü görülmektedir. Siyasal sistemimizin en önemli sorunu; icraat yapabilen ve bu icraatın sorumluluğunu taşıyabilen yönetimlerin eksikliğidir. Türkiye uzun vadeli düşünemeyen, gelecek vizyonu olmayan, toplumun önüne ciddi hedefler koyamayan iktidarlar nedeniyle küresel çağın gerisinde kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Siyasal sistemimizin işleyişini olumsuz etkileyen unsurlar arasında parti sistemimizin parçalanmışlığını, uzun süreli koalisyon hükümetleri ile yönetilmemizi, merkez partilerin zayıflamasını ve siyasal reformların yapılamamasını saymak mümkündür. Siyasal iktidarların ellerinde tuttukları yönetim erkini başkalarıyla paylaşmaktan kaçınmaları da siyasal sistemin işleyişini aksatmaktadır. İktidarların merkezi bir anlayışı benimsemeleri, sivil toplum örgütlerinin katkı vermesini güçleştirmekte, devlet/millet arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir temele oturmasında sorunlara neden olmaktadır.
Türkiye’nin siyasal sistemindeki eksikliklerin giderilmesi aynı zamanda demokratikleşmenin de önünü açacaktır. Bu nedenle siyasal sistemin sorunlarının tartışılarak çözüm önerilerinin sunulması büyük önem taşımaktadır. Tüm bunların yapılmasında hem siyaset kurumuna hem de halka önemli görevler düşmektedir. Öncelikle siyaset kurumu üzerindeki “güvensizlik” imajını silmeye çalışarak yola çıkmalıdır. Bunun için de “dürüst ve ilkeli” olmayı kendisine rehber edinmeli, samimiyetten ayrılmamalı, toplumla arasındaki en önemli bağ olan etik kurallara uymaya azami gayret göstermelidir.
Halk da milli iradeyi temsil etme gücünü elinde bulunduran siyaset erkinin yozlaşmasının önüne geçecek şekilde hareket etmeli, gerçekdışı vaatlere prim vermekten vazgeçmeli, siyasette sağduyu, akıl ve dürüstlüğü ön plana çıkarmalıdır. Halkın prim vermediği, desteklemediği hiçbir siyasi partinin başarılı olması mümkün değildir. Bu nedenle halkın oy vereceği partiyi iyi seçmesi, toplumun değerlerine sahip çıkan, etik kurallara riayet eden ve ülkeyi geleceğe taşıyacak vizyonu olan partilere yönelmesi, diğerleri için de örnek oluşturacak, onları da “kurallara uymaya” zorlayacaktır.
Siyasal iletişim ortamı; siyaset ile halkın buluştuğu, kaynaştığı en özel alanlardan bir tanesidir. Bu alanın hem siyasetçiler hem de halk tarafından doğru kullanılması, samimi olunması, içten davranılması, kişisel çıkarlar yerine ülke çıkarlarına öncelik verilmesi halinde her iki tarafın da kazançlı çıkacağı bilinmelidir.
Pek çok sorunumuzun altında “iletişimsizlik” yatıyor. Birbirimizi anlamakta zorlandığımız için aynı hedefe birlikte yürüme konusunda sıkıntı çekiyoruz. “Birbirini anlama ve anlatma biçimi” olan siyasal iletişim, temel sorunumuzu çözmede çok önemli bir rehberlik sunuyor. Yeter ki, biz bunu anlayalım ve doğru kullanalım.
Kaynakça
Anık Cengiz, (2000), Siyasal İkna, Ankara: Vadi Yayınları.
Blumler Jay, Michael Gurevitch, (1995), The Crisis Of Public Communication, London: Longman
Berelson Bernard, (1960), Communicatıon And Puclic Opinion, USA: Urbana University Of Ilinois Press
Bektaş Arsev, (1996), Kamuoyu, İletişim Ve Demokrasi, İstanbul: Bağlam Yayınları
Denver David, (1989), Elections And Voting Behaviour in Britain, London: Philip Allan
Davis Richard,(1992), The Press And American Politics: The New Mediator, New York:
Longman Publishing Group
Easton David, (1965), A Systems Analysis Of Political Life, New York: John Wiley.
Eyüpoğlu Ercan, (1999), “İletişim, Siyaset, İktidar, Medya”, Korkmaz Alemdar (Der.), Medya Gücü Ve Demokratik Kurumlar, İstanbul: Afa Yayınları
Huntington Samuel, Jorge I. Dominguez, (1995), Siyasal Gelişme, Ergun Özbudun (Çev.), Ankara: Siyasi İlimler Derneği Yayınları
Kalender Ahmet, (2000), Siyasal İletişim: Seçimler Ve İkna Stratejileri, Konya: Çizgi Kitabevi.
Kapani Münci (1998), Politika Bilimine Giriş, Ankara: Bilgi Yayınevi
Kentel Ferhat, (1991), “Demokrasi, Kamuoyu Ve İletişime Dair”, Birikim Dergisi, Sayı:30, İletişim Yayınları, İstanbul.
Kuçuradi İoanna, (2003), “Etik Ve Etikler”, Türkiye Mühendislik Haberleri, Sayı: 423, http://www.karto.itu.edu.tr/derslerimiz/etik/IKucuradi.pdf, [21.10.2007].
Julien Claude, (1974), Demokrasilerin İntiharı, M.Kayabal (Çev.), İstanbul: Milliyet Yayınları.
Jamieson Harry, (1996), İletişim Ve İkna, Nejdet Atabek, Banu Dağdaş (Çevirenler), Yayın No: 141, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Lazarsfeld F. Paul, Merton Robert K., (1960), Mass Communication Popular Taste And Organized Social Action, Urbana: University Of Chicago Press.
Lane Robert, (1959), Political Life, Glencoe: The Free Press.
Lipson Leslie, (1984), Demokratik Uygarlık, Haldun Gülalp, Türker Alkan (Çevirenler), Ankara: İş Bankası Yayınları.
Mcnair Brian, (1995), An Introduction To Political Communication, London And New York: The Guilford Press.
Mills Wright, (1974), İktidar Seçkinleri, Ünsal Oskay (Çev.), Ankara: Bilgi Yayınevi
Mutlu Erol, (1994), İletişim Sözlüğü, Ankara: Ark Yayınları.
Oktay Mahmut, (1993), “Demokratik sürecin sağlıklı işleyişi açısından siyasal iletişimde sosyal sorumluluk meselesi”, Marmara Üniversitesi İletişim Dergisi, Sayı:2
Tellan Bülent, Yazıcıoğlu Yıldız, (2000) “Türkiye’de Hükümet Ve Medya İlişkileri Açısından Teşvik Politikası Ve Uygulamaları”, 1. Ulusal İletişim Sempozyumu Bildirisi, Ankara: İletişim Dergisi Yayınları.
Turan İlter, (1977), Siyasal Sistem Ve Siyasal Davranış, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Yayınları.
Topuz Hıfzı, (1991), Siyasal Reklamcılık: Dünyadan Ve Türkiye’den Örneklerle, İstanbul: Cem Yayınları.
Turan İlter, (1996), “Türkiye’de Demokrasi Kültürü”, Demokrasi Kültürü (Der.) Aybay Yayınları, İstanbul: Aybay Yayınları.
Uslu Karahan Zeynep, (1996), “Siyasal İletişim Ve 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 11, Ankara.
Oktay Mahmut, (1993), “Demokratik Sürecin Sağlıklı İşleyişi Açısından Siyasal İletişimde Sosyal Sorumluluk Meselesi”, Marmara İletişim Dergisi, Sayı: 2, İstanbul.
Ozankaya Özer, “Prof. Dr. İnan Özer’in Siyasal Kültür, Demokrasi Ve Demokratik Değerler Adlı Makalesinin Değerlendirilmesi”, http://www.Liberaldt.Com, [12.9.2007].
Özkan Abdullah, (2007), Siyasal İletişim Stratejileri, İstanbul: Tasam Yayınları.
Özerkan Şengül, Yasemin İnceoğlu, (1997), İletişimde Etkileme Süreci, İstanbul: Pan Yayıncılık.
‘Stratejik Vizyon Belgesi’, Siyasal İletişim Enstitüsü, http://www.tasam.org/sie, [22.10.2007].
Sağnak Mehmet, (1996), Medya Politik, İstanbul: Eti Kitapları.
Wolton Dominique, (1990), “Political Communication: The Construction Of A Model”, European Journal Of Communication, Vol. 5, March.
Windahl Seven, Benno Signitzer, Jean Olson, (1992), Using Communication Theory And Introduction To Planned Communication, London: Sage