22 Temmuz 2007 seçimlerinde yalnız Türkiye’de değil, dünyada da pek sık olmayan bir şey oldu: Beş yıla yakın bir süre iktidarda olan bir parti; oy kaybetmediği gibi oyunu tarihi bir biçimde artırdı. Siyaset dünyasında sık görülmeyen bu olayı Başbakan Erdoğan’ın seçim kampanyasında yürüttüğü pozitif kampanyanın yanısıra, seçim sürecinde etkin olmak isteyen siyaset dışı aktörlerin verdiği “e-muhtıra”ya borçluyuz.
22 Temmuz genel seçimlerinde, seçmenlerin neredeyse yarısı, gerçekten “AKP’li” olduğu, AKP’yi her şeyiyle benimsediği için değil, ama demokrasiden yana ve askeri muhtıralara karşı olduğu için de oyunu AKP’ye verdi. Sonuçta sadece AKP kazanmadı, demokrasi adına da bir zafer kazanıldı.
Böylelikle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2002 seçimlerinde yüzde 34 olan oylarını yüzde 46,6’ya çıkardı ve ikinci kez tek başına iktidar oldu. Diğer sosyal demokrat partilerin ve hatta kimi sağ politikacıların da desteğini alarak seçimlere giren CHP ise yüzde 20,9’da kaldı. ABD’nin 11 Eylül sonrası yarattığı İslam karşıtı küresel şiddetin etkisi ve üyelik müzakerelerinde iki yüzlü davranan AB politikacılarının neden olduğu milliyetçi iklimde yükselen MHP ise yüzde 14,3 oy alarak 70 sandalye ile parlamentoya yeniden girdi. Seçimlere katılan diğer 11 siyasi parti yüzde 10’luk barajı aşamadı. Bu arada, kimilerince terörist örgüt PKK’nin yasal uzantısı kabul edilen DTP’nin (Demokrat Toplum Partisi) desteklediği 21 bağımsız aday da deyim yerindeyse parlamentoya “sızdı”.
Erdoğan’ın Başarısının Asıl Nedeni : Ekonomi
2002 Kasım seçimlerinden sonra yaklaşık 4,5 yıldır iktidar olan AKP, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren iktidar olan hükümetlerin pek çoğundan daha başarılı bir yönetim sergiledi.
Erdoğan, iktidar olur olmaz hızlı bir demokratikleşme programı başlattı. Onlarca yıldır süren kimi yasakları kaldırdı. AB’ye uyum süreci ile ilgili demokratik reformları hızla parlamentodan geçirdi.
Erdoğan döneminde Türkiye ekonomisi aralıksız her yıl ortalama yüzde 7 büyüdü. Doğrudan yabancı yatırımlar rekor seviyeye ulaştı. Uzun yıllar, ülkede yaşayan herkese hayatı zehir eden enflasyon yüzde 9’lar seviyesine indi. Türk lirasından aktı sıfır atıldı. YTL yabancı paralar karşısında öngörülerin çok üzerinde değerlendi. Gayrisafi milli hasılası iki kat artarak 400 milyar doları aştı. Kişi başı gelir iki kattan fazla arttı ve 5.000 dolar seviyesine ulaştı. İhracat yaklaşık 100 milyar dolara, turizm gelirleri 20 milyar dolara fırladı. Türk şirketleri yerel oyunculuktan sıyrılıp, global pazarlarda söz sahibi olmaya başladılar.
Öte yandan, Başbakan Erdoğan sayesinde devlet ihaleleri ve ithalat-ihracat kotalarıyla devasa bir servet edinen yeni girişimciler sınıfı da AKP’ye güçlü bir destek sağladı.
İkinci Önemli Neden: Siyasi Kutuplaşma
Erdoğan hükümeti ekonomide bunca önemli başarılar kaydederken, yine de bazı seçmenler, toplumu her geçen gün biraz daha fazla İslamileştirdiği yönündeki inançları yüzünden AKP’ye şüpheyle bakmaya devam ettiler. Hatta bu kesimlerin, AKP’nin gizli bir gündemi olduğu, uzun vadeli amaçları için “takiyye” yaptığı yolundaki şüpheleri daha da arttı.
Çünkü, bu kesimlere göre AKP iktidarına yakın olmayan pek çok üst düzey bürokrat; ya emekli edilmiş ya da daha alt seviyelerdeki görevlere atanmış ve yerlerine AKP sempatizanları getirilmişti. Devletin ve devlet kuruluşlarının yüksek mevkilerine yapılan atamalarda AKP, klasik “adam kayırma” politikalarının çok daha ötesine gitmişti. Neredeyse, atamalarda “eşi türbanlı olmak” bir çeşit kriter haline gelmişti.
Yine bu kesimlere göre; AKP’nin 4,5 yıllık iktidarında, TV kanallarında başka hiçbir dönemde olmadığı kadar çok dini programlar yayınlanmaya başlamıştı. Başta, iktidarın denetlediği TRT kanalları olmak üzere, ulusal veya yerel radyo ve TV kanallarında bu tür programlar önemli oranda artış göstermişti. Ve nihayet, aynı dönemde hissedarlıklar veya el değiştirmelerle de iktidar yanlısı gazetelerin gücü pekişmişti.
İktidar partisinin uyguladığı politikalara karşı, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer önemli bir denge unsuru olarak algılanıyordu. Sezer, Erdoğan Hükümetinin pek çok atamasını veto ederek, neredeyse tek kişilik bir muhalefet pozisyonu üstlenmişti.
Nisan 2007’de, Sezer’in yedi yıllık görev süresi dolunca, TBMM’de 363 sandalyelik ezici bir çoğunluğa sahip olan AKP, yeni cumhurbaşkanını kendi partisinden seçmek istedi. Ana muhalefet partisi CHP ise yeni cumhurbaşkanının bir sonraki parlamento tarafından seçilmesini savunan bir pozisyon almıştı. CHP’ye göre, 2002’deki seçimlerde seçim barajı ve düşük seçmen katılımı nedeniyle, seçmenlerin yüzde 60’a yakını mevcut parlamentoda temsil edilemiyordu; bu nedenle yedi yıl boyunca görev yapacak yeni cumhurbaşkanının bu meclis tarafından seçilmesi demokrasi ve temsiliyet adına yanlış olacaktı. CHP’nin gerçek amacı, yeni cumhurbaşkanının da Ahmet Necdet Sezer gibi laik ve Kemalist olmasını sağlamaktı.
Taraflar uzlaşamadılar. Ve Türkiye karıştı.
Aslında uzlaşmadılar demek daha doğru olur. Çünkü 60’dan fazla yasal partinin olduğu Türkiye’de, bu iki büyük parti, seçmenleri kutuplaştırarak küçük partileri saf dışı etmeyi hesaplıyorlardı. Hatta bu konuda, Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında gizli bir anlaşma olduğu bile söyleniyordu. Doğrusu, siyasi kutuplaşmanın bu yönde iki partiye de yardım ettiğini söyleyebiliriz.
Üçüncü Neden: Abdullah Gül’ün Seçtirilmemesi ve WOM Kampanyası
Meclis Başkanı Bülent Arınç, Nisan ortasında Türkiye’de “Müslüman” bir cumhurbaşkanı seçmenin zamanının artık geldiğini söyleyince iktidarın niyetine yönelik kuşkular daha da arttı. Arınç’ın söyleminden ilk 10 cumhurbaşkanının müslüman olmadıkları anlamı çıkıyordu; çünkü onlar laik kamptan geliyorlardı.
Bu gelişmeler üzerine, Atatürkçü Düşünce Derneği başta olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları Nisan ve Mayıs aylarında Ankara, İstanbul ve İzmir’de 1 milyonu aşkın kişinin toplandığı “Cumhuriyet mitingleri” düzenlediler. Mitingler ülke tarihindeki en büyük mitingler oldu. Kimilerine göre, Doğu dünyasında o güne kadar gerçekleştirilmiş olan en büyük demokratik refleks olan Cumhuriyet mitinglerinin organizasyonunda ordunun moderatörlüğü söz konusuydu.
Tüm bu hengamede Başbakan Erdoğan, parlamentodaki seçimden sadece bir gün önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü partisinin 11. Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ilginç bir politika uygulayarak Cumhurbaşkanı adayının ismini son güne kadar açıklamaya yanaşmamıştı. Bu konuyu ne siyasi parti lideriyle tartışmış, ne de uzlaşmaya yanaşmıştı. Çünkü ona göre AKP, parlamentoda yeterli çoğunluğa sahipti ve yeni cumhurbaşkanını seçmek kendilerinin hakkıydı.
Gül’ün adaylığının oylanacağı gün, başta CHP olmak üzere, parlamentoda sandalyesi bulunan DYP ve ANAP oylamaya katılmadılar ve iktidar partisinin politikasına karşı tavır aldılar.
Böylelikle iktidar partisi, anayasanın (Sabih Kanadoğlu’nun yorumuna göre) şart koştuğu 367 milletvekilini bulamayacak, ardından Anayasa Mahkemesi toplantıyı geçersiz kabul edecek ve erken genel seçime gidilecekti.
Aynen öyle oldu.
Meclis başkanı Bülent Arınç’ın toplantı yeter sayısı açısından meşru kabul ettiği oturum, CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yeni Cumhurbaşkanını seçemeyen parlamento, 22 Temmuz’da erken seçim kararı alındı. Olan biten her şey anayasanın teknik bir yorumundan kaynaklanmıştı.
İşin kötüsü, Anayasa Mahkemesinin 367 ile ilgili kararının açıklanmasından hemen önce, 27 Nisan gece yarısı, Genel Kurmay Başkanlığının resmi internet sitesinde yayınlanan bir bildiri ile Türk Silahlı Kuvvetleri bu işe taraf olduğunu duyurdu.
Daha da kötüsü, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, TSK’yı duruma müdahil olmaya çağırmasıydı: Baykal, Anayasa Mahkemesi Abdullah Gül’ün adaylığının onaylandığı oturumu iptal etmeyecek olursa, Türkiye’de şiddetin ortaya çıkacağını iddia etti.
Hükümet 28 Nisan sabahı, sözcü Cemil Çiçek’in ağzından Genelkurmay Başkanı’nın başbakanın emrinde bir profesyonel olduğunu söyleyerek ordunun resmi internet sitesinde yayınlanan muhtıraya sert cevap verdi. Böylelikle, AKP demokrat, CHP statükocu bir pozisyon almış oldular.
Bilindiği gibi AKP, bir “devamlı politik pazarlama örgütü”ne sahip: Seçim dışı dönemlerde dahi görev başında olan ve “Seçim Koordinasyon Merkezi” adını taşıyan bu paralel örgüt, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının engellenmesi sürecindeki demokrasi dışı gelişmeleri seçmene şikayet eden etkin bir propaganda başlattı.
Doğrudan iletişim kanallarının ülkenin en ücra köşelerine ulaşacak biçimde kullanıldığı bu ağızdan ağıza (WOMM= Word of Mouth) propaganda makinası, rejimin kendilerine haksızlık yaptığını ve Gül gibi Müslüman yanı güçlü olan bir politikacının Cumhurbaşkanı seçilmesinin sudan sebeplerle engellendiğini seçmene anlattı. Seçmenden, muhalefete ve rejime hak ettikleri dersi vermesi istendi.
AKP’yi destekleyen ve/veya güdümündeki medya, WOM kampanyasına paralel programlar yaptı; haberler, yorumlar ve makaleler yayınladı: Muhalefet ve rejim güç birliği halinde hile yapıyorlardı, cezalandırılmalıydılar.
Kampanyalar
22 Temmuz seçimleri bu denli ağır ve gergin bir iklimde yapıldı. Sadece üç haftaya sıkışmış olan profesyonel seçim kampanyalarının bu nedenle seçmen kararında aman aman bir etkisi olmadı. CHP, laiklik ve Kemalizm üzerine odaklanmış olumsuz bir kampanya stratejisi yürüttü. Pozitif vaatlerden çok, “Türkiye bölünüyor”, “Cumhuriyet tehlikede” gibi korkular yayarak kazanmayı denedi. Güzel Sanatlar / Saatchi& Saatchi tarafından yapılan CHP kampanyası sadece üç hafta sürdü. Sloganları “Şimdi CHP Zamanı” ve “ Halk Kazanacak” şeklindeydi.
Toplum içindeki farklı kültürel kimliklerin demokratik talepleri, düşük gelir gruplarının sosyal adalet talepleri, genç nüfusun başta eğitim olmak üzere, daha güvenli ve daha zengin bir gelecek arzuları vb. gibi bir sosyal demokrat partinin asıl besleneceği alanlara dönük vaatler içerecek pozitif bir kampanya stratejisi inşa etmek yerine CHP, yalnızca laikliğe yoğunlaştı ve toplumu “şeriat” tehlikesiyle korkutmayı kazanmak için yeterli saydı.
AKP ise, seçimlerin en pozitif kampanyasını yürüttü. Yaptıklarını anlatmaktan yapacaklarını anlatmaya fırsat bulamayan AKP, yeni bir vizyon sunmaktan ziyade istikrar ve süreklilik vurgusu yaptı. Parti sözcüleri orta ve uzun vadeli hedeflerle seçim vaatlerini birbirine karıştırdı.
Başbakan Erdoğan, Temmuz ayının aşırı sıcaklarında günde üç ilde mitingler düzenleyerek ve rakiplerinden çok daha fazla gayret göstererek seçmenle doğrudan iletişim kurdu. Erdoğan, beş yıl öncesine göre ekonomik durumu daha kötü olanlar varsa bu kişilerin kendisine oy vermemesini istedi. Ve tek başına iktidar olamaması halinde politikayı bırakacağını söyledi. Bunda da samimi olduğuna seçmeni inandırdı.
AKP Kampanyasını Arter Reklam yürüttü. Arter Reklam, kuruluşundan beri AKP’ye hizmet vermesiyle tanınıyor. Kampanyanın ana sloganı “Durmak yok, yola devam” şeklindeydi. Kampanya, Erdoğan iktidarında yapılanların detaylı bir envanteri gibi algılanabilir. Yüzlerce rakamdan oluşan kampanyanın özellikle outdoor uygulaması, titiz bir planlamayla yürütüldü. Her kent, her kasaba ve mahallede AKP ve Erdoğan’ın mesajlarını anlatan posterler asıldı. Bu posterlerin, lokasyona, yöreye ya da ilgili sosyal katmana ilişkin vaatler içermesine özenle dikkat gösterildi. Kurulduğundan beri ilk kez bu seçimde AKP, basında da dikkate değer bir bütçe kullandı.
Merkez sağdaki ANAP ve DYP, birleşerek ve Demokrat Parti adıyla bu seçimlere girmeyi denediler, ancak samimiyetsizlikleri ortaya çıkınca seçmen bu partileri sandıkta yok etti. MHP, merkez sağ partilerin yok olması ve AB sürecinde yükselen milliyetçi duyarlılıklar sayesinde barajı geçebildi.
<!–[if !supportLineBreakNewLine]–>
<!–[endif]–>
Sonuç ve Dersler
Ülkedeki kamplaşmanın etkisiyle, diğer sosyal demokrat partiler ya bu seçime katılmadılar, ya da CHP’yi desteklediler. Buna rağmen CHP devasa “Cumhuriyet mitinglerinde” toplanan insanların bir bölümünü sandık başına gitmeye dahi ikna edemedi. Sosyal demokratların toplam oy oranı tarihteki en düşük seviye olan yüzde 20,9’a indi. CHP’nin dramı, Kürt seçmenlerin ağırlıklı olarak yaşadığı Güneydoğu’da o denli büyük oldu ki, partinin bu illerdeki oy oranları, yüzde 1,92, yüzde 2,59, yüzde 3,13 gibi perişan seviyelere indi. Daha da utanç verici olanı, CHP’nin 81 ilden 33’ünde hiç milletvekili çıkartamamış olmasıydı.
Öte yandan, aynı Kürt seçmenler, Diyarbakır’da yüzde 41,2, Mardin’de yüzde 43,7. Batman’da yüzde 46,2, Van’da yüzde 53,3, Bitlis’te yüzde 58,7, Urfa’da yüzde 59,8, Bingöl’de yüzde 71,5 gibi yüksek oy oranıyla Erdoğan’ı desteklediler. Bu oranlar, Kürt etnik siyasetinin oy deposu olarak bilinen bu bölgede, Milliyetçi Kürt oylarının gerilediğinin de bariz kanıtı oldu. DTP, bu illerde toplam yüzde 18-20 oranında oy kaybetti. DTP toplamda 21 bağımsız milletvekilini seçtirmeyi başararak mecliste grup kurmuş olsa da, etnik Kürt milliyetçiliğinin bu seçimde mevzi kaybettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
<!–[if !supportLineBreakNewLine]–>
<!–[endif]–>
22 Temmuz seçimlerinden alınacak dersleri ise şöyle sıralayabiliriz:
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Değişim ve demokrasi vaadi seçim kazandıran iki sihirli sözcükler olamaya devam ediyor.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçimi değerler değil, pozitif liderlik kazanır.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçmen korkutularak değil, gündelik hayatını iyileştirecek vaatlerle ikna edilir.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçim kaybetmenin en garantili yolu statükocu davranmaktır.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçim kaybetmenin ikinci garantili yolu demokrasi dışı güçlerle işbirliği yapmaktır.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçim kaybetmenin üçüncü garantili yolu muhalefette iken bile dersine çalışmamaktır.
<!–[if !supportLists]–>· <!–[endif]–>Seçim kaybetmenin dördüncü garantili yolu, seçmenle profesyonel ve/veya düzenli iletişime geçmek için seçim zamanını beklemektir.