İletişim araçlarının gerçekleri ne ölçüde yansıttığı son yıllarda dış ülkelerde büyük tartışma konusu oldu. Bu konuda araştırmalar yapılıyor, sempozyumlar düzenleniyor ve kitaplar yayımlanıyor. Bir yandan günlük gazetelerin tirajı düşüyor, öte yandan izleyiciler televizyonlarda aradıklarını bulamıyor. Halk dünyanın gidişi üzerinde yeterli bilgi edinemiyor.
Fransa’da basın patronları tirajların düşmesinin pazar kurallarıyla ilgili olduğunu, yeni iletişim araçlarının geliştiğini ve bedava gazetelerin de bu bunalıma neden olduğunu söylüyorlar. Ama bedava gazeteleri yayımlayanlar da yine basın patronları. Paris metrolarında dağıtılan Metro gazetesinin ve öteki bedava gazetelerin yüzde 34’ü ünlü işadamı ve medya patronu Bouyges’in egemenliğinde. 
Fransa’da birçok gazete ve dergiyi elinde bulunduran büyük uçak sanayi patronu Dassault ve Lagardere de birçok kentte bedava gazete dağıtıyorlar.
Medyada magazin yazılarına ağırlık veriliyor. Siyasal haber ve yorumlar patronların siyasal çevrelerle ilişkilerine göre yönlendiriliyor. Medya reklamdan geçilmiyor. Halk, oyuna geldiğine inanıyor. Medyada düşüncenin yeri azaldıkça azalıyor. Çalışanlar da buna karşı çıkamıyorlar.
Bireyin özgürlüğü ile anlatım özgürlüğü aynı şey değil elbette. Kişi fiziki baskılar altında kalırsa, tutuklanırsa, şiddet olaylarıyla karşılaşırsa bireyin özgürlüğü sorunu ortaya çıkıyor ve bu özgürlüğün savunulması için sivil toplum örgütleri eyleme geçiyorlar.
 Kişi düşüncelerini özgürce açıklayamazsa bu anlatım özgürlüğü kapsamına giriyor. Bu durumda da başka önlemlerin alınması gerekiyor. Ama gazeteci çoğu zaman kendi kendini sansür ederek anlatım özgürlüğünü kısıtlamış olmuyor mu?
İletişim araçları piyasa kuralları ile yönetilirse medya ekonomik ve siyasal güçlerin egemenliği altına giriyor ve gazeteci kendi kendini sansür etmek zorunda kalıyor. Bu sansür, devlet sansüründen daha güçlü ve daha tehlikeli.
 Eveline Pinto adlı bir araştırmacı Fransız basınının bugün uluslararası gruplara bağlı ufak sayıda sanayici ve finans patronunun elinde bulunduğunu belirtiyor.
Gazeteciler her ne kadar haberleşme özgürlüğü, gerçeği yansıtma görevi gibi büyük ilkelere bağlı iseler de, medyanın, özellikle radyo ve televizyonların özelleştirilmesi ve tekelleşmeler sonucu gazeteciler özgürlüklerini yitirmişlerdir. TF1 patronunun belirttiği gibi “medya reklam verenlere, izleyicinin beynine yer edecek bir tecimsel mesaj satar duruma gelmiştir.
Ünlü sosyolog Patrick Champagne’na göre Fransa’da 19. yüzyılın birinci yarısında gazete ve gazeteci siyasal alanın ürünleridir. O yılların basını az sayıda tirajı olan ve genellikle aydınlara seslenen düşünce gazetelerinden oluşmuştur.
 Yüksek tirajlı basın 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır ve ekonomik alanın ürünüdür. O yıllarda gazeteler bol reklam almaya başlarlar, tirajlar yüzbinlere yükselir, içerik değişir, siyasal yazılar yok olur, onların yerini tefrikalar, kanlı cinayet olayları ve skandallar alır. Amaç tirajları yükselterek daha çok para kazanmaktır. Basın artık bir endüstri ürünü olmuş ve gazeteler meslekle hiç ilgisi olmayan işadamlarının eline geçmiştir. Aydınlar ve düşünürler ise bu gidişe cephe almışlardır.
Basın demokrasinin mi hizmetindedir, yoksa çok para kazanılmasına yönelik bir araç mıdır, diye sorular sorulmaktadır. Büyük gazetelerin ekonomi dünyasının eline geçmesinden sonra bir takım haberler abartılmış, saptırılmış ve yalan haberler yaygınlaşmıştır.
Siyasal amaçlı ufak tirajlı ciddi gazeteleri savunanlar, üniversite hocaları ve aydınlar ticari basının karşısına dikilmişlerdir. Emile Zola İtham Ediyorum başlıklı yazısı ile bu tür gazeteleri suçlamıştır.
 İşte bundan sonradır ki, basının bir takım yasalara uyması için mesleksel ahlak kurallarının oluşturulması yoluna gidilmiştir. O dönemde mesleğin onurunu korumak Albert Londres, Joseph Kessel, Albert Camus ve Hubert Beuve-Mery gibi aydın gazetecilere düşmüştür. Ünlü gazeteci Jean François Kahn da son yıllarda mesleğin geçirdiği bunalım konusunda şöyle demektedir:
Basın güç durumdadır. Çünkü baskı ve dağıtım masrafları çok yükselmiştir. Bedava gazetelere karşı da önlem alınmamıştır. Bu bir haksız rekabet örneğidir.
Herhangi bir dalda bir haksız rekabet olursa devlet buna karşı önlem alır ama bizim alanda devlet seyirci kalıyor. Basında eleştiri ve polemik de kalmadı. Eskiden Paris’te çeşitli eğilimlerde 13-14 gazete çıkardı, bunlar yok oldu. Şimdi tam bir suskunluk var.
Gazeteler halkın sorunlarına eğilmedikleri için okuyucu yitiriyorlar. 15 yıl önce reklam gelirleri birden bire aşırı ölçüde yükseldi. Bazı haftalık gazetelerde reklam geliri genel gelirlerin yüzde 80’ine ulaştı. Gazeteler reklam almak için tirajlarını şişirdiler, abonelere kalem, saat, elektronik set hediye ettiler. Reklamverenler de basına akla gelmez baskılar yaptılar. Ben Marianne dergisinin başındaydım. Reklamcılar bizden perakendeci tüccarları desteklemememizi, marketlerden yana olmamızı, ekonomi haberlerine daha geniş yer ayırmamızı, adliye ve polis haberlerini kaldırmamızı istediler. Aksi halde reklam vermeyeceklerini açıkladılar.
Jean François Khan’a göre tiraj düşüklüğünün bir nedeni de gazetecilerin okuyucunun anlamadığı bir dille yazı yazmalarıdır. Gazeteciler kendi sorunlarına eğilmek zorundadırlar.
Ünlü gazeteci yazar Robert Sole 16 Ocak 2008’de Le Monde gazetesindeki köşesinde şunları yazıyordu:
Est Republicain gazetesi Sarkozy’nin Carla Bruni ile ilişkisinden şöyle söz ediyordu: ‘Bir tanığa yakın bir kaynağa göre Cumhurbaşkanı Perşembe günü Carla ile evlenecekmiş.’ Şimdiye kadar gazeteciler haber kaynaklarını açıklamak istemedikleri zaman ‘iyi haber alan kaynaklara göre’ gibi sözlerle yazılarını başlatırlardı. ‘Bir tanığa yakın bir kaynağa göre’ diye bir söz yoktu. Böylece basında yeni bir kaynak yaratılmış oldu. Gazetecilik mesleği halkın gözünde zaten eli silahlı hırsızların düzeyindeydi, korkarım şimdi daha da düşecek.”
 Bu durumda üniversitelere, araştırmacılara ve aydınlara nasıl bir görev düşüyor?
College de France’da profesör Jacques Bouveresse’e göre üniversiteler medyayı izleyenlerle medyayı yönetenler ve çalışanlar arasında olumlu bir rol oynayabilirler. İki tür eleştiri vardır. Biri sıradan eleştiri, öteki de bilimsel eleştiri.
Sıradan eleştiri herkesin bilebileceği, ulaşabileceği ya da zaten bildiği şeylere dayanarak gözlemler yapmaktır. Bilimsel eleştiri ise, büyük güçlüklerle herkesin bilmediği ya da bilmek istemediği şeylere dayanarak olayları eleştirmektir. İletişim alanında da basına eleştirel bir işlev kazandırabilmek için üniversitelerin bir rol oynaması gerekir.
 Paris I Üniversitesi profesörlerinden Christophe Çharle’e göre 1980’li yıllarda medyanın, daha doğrusu televizyonların özeleştirilmesi ve tekelleşmelere engel olunmamasıyla siyasal ve sosyal çatışmalar medyada önemini yitirmeye başlamıştır. Gazetecinin özerklik alanı daralmıştır.
Bu konuya daha önce çağımızın en büyük sosyologlarından Pierre Bourdieu de parmak basmış ve gazetecilerin çalışma alanlarının öteki alanlardan çok değişik olduğunu ama üniversitelerde görev alanların bu alanı bir türlü incelemek istemediklerini belirtmişti.
Ünlü filozof Jean Paul Sartre, Foucault, Deleuze ve Derrida gibi düşünürlerin ölümünden sonra bu alana el atan kalmamış gibidir.
Gazeteci ve araştırmacı Serge Halimi üniversite öğretim üyelerinin, köşe yazarlarının, solcu militanların iletişim alanındaki bu bozuklukları neden ele almadıklarını araştırmaktadır. Ona göre bu kişiler medyanın sorunlarını nasıl olsa herkes biliyordur, yeni bir şey yok deyip geçiştiriyorlar. Televizyonlarda boy gösteren ünlü aydınlar neden mısır üretiminde kullanılan OGM’nin zararları üzerinde duruyorlar da medyanın beyinleri zehirlemesi üzerinde durmuyorlar? Hele hele sağa kayan aydınlar neden sosyal konuları incelemekten çekiniyorlar?
Ünlü Amerikalı düşünür John Gailbraith’ın dediği gibi insanlar dünyada bunca yoksulu görüp de nasıl huzursuz olmazlar?
Serge Halimi 2002’de globalleşmeye karşı gelenlerin kurdukları Attac Yaz Üniversitesi’nde medya düzenine karşı gelenlerle medya arasındaki ilişkileri incelerken şu saptamayı yapmıştı: “Medya büyük kapital gruplarının tekelindedir, tek bir düşünceyi savunur, tutucudur, kapitalist grupların çıkarlarından yanadır, enformasyonun tecim kurallarına uygun olmasından, reklamcılıktan yanadır, hiçbir zaman iletişim düzenini eleştirmez.” 
Aydınların çoğu karamsarlık içindedir. Şöyle derler: Fransa’da değişik bir politika uygulamak kolay değildir. Patronlar çeşitli yükler altında ezilmektedir. Gerekli reformları yapamazlar.
 Halimi “Biz 1996-97-98 yıllarında aydınlardan bir takım savaşlara girişmelerini ve sosyal düzeni değiştirmeye yönelmelerini istedik, ama bu iş ağır oluyor” diyor.
 Ünlü düşünür Paul Nizan 1932’de yayınladığı Bekçi Köpekleri adlı araştırmasında şöyle demişti: “Düşünürlüğü meslek edinenler bugün suskun duruyorlar. Kimseyi uyaramıyorlar. Felaketlere sürüklenen evrenle kendi düşünceleri arasındaki mesafe her gün ve her hafta daha çok büyüyor. Tehlike çanları çalmıyorlar. Kıllarını kıpırdatmıyorlar. Hepsi parmaklığın arkasında toplanmış, aynı toplantılara katılıyor, aynı kitapları yayımlıyorlar. Büyük şeyler bekleyen insanlar artık buna gülüyor ve baş kaldırıyorlar.”
Üniversitede öğretim görevlilerinin ve araştırmacıların geçimlerini toplum sağlıyor. Bu insanlar bildiklerini öğrencilerine ve dışarıya duyurmazlarsa toplum bunlardan nasıl yararlanır? Bourdieu “Bir parça sorumluluğu olan kişinin susması olanak dışıdır” diye haykırmamış mıydı?
Yine Halimi’ye göre üniversite öğretim üyelerinin birçoğu “Medya üzerinde araştırma yapmak, komplo teorilerini araştırmaktan daha güçtür” diyerek iletişim konularını ele almak istemiyorlar.
Bazılarına göre “Medyanın her zaman sorunları olmuştur. Bir zamanlar televizyonlarda ve radyolarda devlet tekeli vardı. Şimdi de başka tekeller var. Bu iş hep böyle olmuştur, böyle gider, değiştirilemez.”
Bazıları da “Ben bir şeyleri açıklayarak durumumu tehlikeye sokamam. İşimden atılmak istemem” deyip susuyor.
Öğretim üyelerinin pek çoğu iletişim konularının üretici olmadığını ve bunları tartışmanın zamansız olduğunu söyleyerek kendi köşelerinde kısır araştırmalarla uğraşıyorlar. Birçoğu da çeşitli yerlerden maaşa bağlanmıştır, tarafsız kalıyorlar.
Alain Etchogoyen, Jorge Semprun, Daniel Cohen, François Ewald gibi bazı ünlü yazar ve aydınlar da çeşitli sanayi ve reklam kuruluşlarında görev alarak iletişim konularına eleştirel gözle bakmaktan vazgeçmişlerdir. Bir zamanlar bu konuları ele alanlar da sonradan elde ettikleri bazı çıkarlar yüzünden iletişim konularına yüz çevirmişlerdir. 
Halimi, Bourdieu’den esinlenerek şöyle diyor: “Üniversite hocalarının askerlere, polise, patronlara, Avrupa komisyonuna, çok uluslu iletişim ortaklıklarına boyun eğmelerini mi istiyorsunuz? Onlara NATO’dan NASA’dan, İçişleri Bakanlığı’ndan, Brüksel Komisyonu’ndan çıkarlar sağlayın. Başarılarının da medyaya yansımasını kolaylaştırın. Göreceksiniz ne olacak? Mesleksel uygulamalar bütün kültürel ve sosyal yaşamı istila etmiştir. Üniversite hocaları artık özel sektörden bol bol sipariş alarak onlara bağımlı olmuşlardır.”
Ünlü araştırmacılardan biri de şöyle diyor: “Le Monde’da  ya da Liberation’da bir yazım çıktı mı, kapılar bana açılıyor. Bilimsel bir dergide ise bir yazımın çıkması için yıllarca bekliyorum, bazen de bir virgül yüzünden yazımı geri çeviriyorlar. Üniversite hocaları, aydınlar ve araştırmacılar artık uslu olmayı öğrenmişlerdir. Koşullara uyuyorlar.”
 Patrick Champane şöyle diyor: “Zengin olmak için köyünden ilk ayrılana arkadaşları hain derler, son ayrılana da budala. Bilim alanında da ilk ve son ayrılanların durumları budur.”
 Fransa’da birçok araştırmacı, düşünür ve iletişim uzmanı bu duruma çare bulmak için medya gözlem merkezleri kurdu. Serge Halimi, Ignacio Ramonet, Armand Mattelard gibi araştırmacılar bu merkezlerin kurucuları arasında yer aldı, bağımsız ve objektif bir medya için savaşlarını sürdürüyorlar.
Acaba bizde de Fransa’dakine benzer bir durum yok mu? Medya sosyal, ekonomik ve siyasal sorunları yansıtırken holdinglerin, reklam verenlerin ve hükümetin baskısı altında değil mi? Gazeteciler kendi sorunlarına eğilebiliyorlar mı? Gazeteden kovulan arkadaşlarını savunabiliyorlar mı?
TRT, personelinin ve HABER-SEN’in de katılımıyla kamu hizmetinin korunması, TRT’nin özerkliği ve tarafsızlığı için düzenlenen bilimsel bir sempozyumun haberini yayınlayabiliyor mu? Gazeteci sendikaları ne oldu? Üniversite hocaları medyadaki sorunların üzerine gidebiliyorlar mı? Öğretim üyelerinin yüzde kaçı bu konulara eleştirel gözle bakabiliyor? İletişim fakültesi öğretim üyeleri düşüncelerini büyük gazetelerde ve televizyonlarda açıklayabiliyorlar mı?
 Biz İLAD olarak Medya Gözlem Platformunu kurarken iletişim fakültesi öğretim üyelerinin dışında kaç profesör, araştırmacı ve köşe yazarı bize katıldı?
Aydınların birçoğu medya ile olan ilişkilerinin bozulmasından korkuyor.
 Bizde de komplo teorilerini araştırmak, basına ve televizyona eleştirel açıdan bakmaktan daha kolay. Medyayı eleştirmek, medya patronlarına ve onların seçkin temsilcilerine laf söylemek çok sakıncalı. Herkes susmayı yeğliyor. 

Berthol Brecht’in dediği gibi, herkes yarın kendi başına geleceği düşünmeden korkunç bir suskunluk içinde…