Ülkemizin önde gelen siyaset bilimcilerinden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, yönetişimi demokrasinin çağdaş bir uygulama biçimi olarak tanımlıyor. “Demokrasi yoksa iyi yönetişimin de uygulanabilmesi kolay değil. Açık olacaksınız, hesap sormaya fırsat vereceksiniz, katılımcı olacaksınız. Bir arada ve ahenk içinde çalışmayı kolaylaştıracaksınız” diyen Kalaycıoğlu’nun “Yerel Siyaset” dergisine bu konuda verdiği söyleşiyi sizlere sunuyoruz:
Yönetişimi bir kavram olarak tarif etmek gerekirse bu kavramın içinde neler var?

Yönetişim, belirli bir kararı ve o karardan etkilenenleri temel alan bir yönetim biçemi, veya eski tabiri ile üslubu. Bir siyasal karar ürettiğiniz zaman bu kararı kapsayacak olan ve dolayısı ile ondan etkilenecek olan herkesi kararın alınmasından önce haberdar kılmak, bilgilendirmek, ve nihayet kararın alınması sırasında onların o karara bir katkı yapmasını sağlamak ve bu yolla yönetimi daha etkili ve kolay kılmak hedefini gütmektedir. Bu amaçla düşünmek, davranmak, hareket etmek demektir. Bir örnek vereyim. Örneğin herhangi bir alanı ele alalım. Bu bir tarım alanı olabilir. Yeni bir ekin geliştirmek, bunun üretimini gerçekleştirmek, bu amaçla belirli bölgeleri tarıma açmak veya orada eskiden ekilmekte olan ürün yerine yeni bir ürün sunmak gibi bir tercihle karşı karşıya kalabilirsiniz. Örneğin afyon ekilen bir yerden afyonu almak yerine yağlı bir bitki türünü diyelim ki ekine sunmak veya soya fasulyesi ekimini sağlamak… Bu tür bir kararı alırken oradaki insanlar öncelikle bunu üretecek olanlar, sonra bunu satın alacak olanlar, ondan sonra işleyecek olanlar, sonra onların işledikleri bitkileri tüketecek olanları bir araya getirmek, görüştürmek, böyle bir karar alınacağının gereğini anlatmak, onlara bu değişimde nasıl bir rol alabileceklerini anlatabilmek, sonra onların bu değişime sahip çıkmasını sağlamak, buradaki kararların çeşitli şekillerde alınmasını sağlamak/rol oynamalarını temin etmek suretiyle bu değişimi afyondan yağlı tohuma geçişi ve o tohumun ekilmesi, biçilmesi ve bu şekilde yeni bir yağ üretimi veya soya fasulyesine geçilmesi ve soyanın ekilmesi, satılmasını temin etmeye çalışma konusundaki kararı üretmek olarak anlaşılabilir. En somut örneği bu. Burada şunu yapmış oluyorsunuz; buradaki insanların hepsini kararda rol oynayan önemli kişiler olarak kabul etmiş oluyorsunuz. Bunların tümünün elini taşın altına koymasını sağlamış oluyorsunuz, bir defa adam yerine koymuş oluyorsunuz, bir de onun ötesinde bir adım atıyorsunuz, bir aradayız, eşitiz, aynı kayığın içindeyiz, batarsak toptan batarız, çıkarsak toptan çıkarız, dolayısıyla gelin bunu bir arada kotaralım diyorsunuz. Onların duygularını, düşüncelerini yok saymıyorsunuz, doğrudan doğruya katılmalarını sağlamak sureti ile kararın alınmasını sağlamış oluyorsunuz. Dolayısı ile burada bir saydamlık söz konusu, kararın başından beri bilgilendirilmesi, anlatılması, bunu sürecek olan karara katılacak olanlara duyurulması ve saire suretiyle saydamlık sağlamış oluyorsunuz. Aynı zamanda katılma sağlamış oluyorsunuz. Aynı zamanda insanların bir şekilde bu süreçte atılacak adımlarda pay sahibi olmalarını sağlamış oluyorsunuz dolayısıyla bir şeyler çalışırsa onların rızaları ile olmuş olacak, çalışmazsa atılan adımlarda herkes kendine bir pay almış olacak, dolayısıyla maliyeti paylaştırmış oluyorsunuz, aynı şekilde bu insanların görüşmeler anlaşmalar varsa onlara uyulmamışsa daha sonra niye uyulmadı diye bunu sormalarını, hesap sormalarını, denetlemelerine fırsat vermiş oluyorsunuz. Bunlar öncelikle akla gelen süreçler ve süreçlere ilişkin özellikler…

      Hocam klasik yönetim biçimlerine göre yönetişimi kıyasladığımızda kritik birkaç noktayı baz alacak olursak organizasyonel yapılanma anlamında çalışma usul esas ve stili anlamında ve diğer açılardan yönetişimi diğerlerinden ayıran kritik noktalar nelerdir?

      Burada yöneten, yönetilen farkı çok bariz biçimde ortaya çıkmıyor. Burada yöneten daha çok bir orkestra şefi ya da eşitler arasında birinci, gündemi belirleyen, o süreçle ilgili bilgileri toplayan, derleyen ilk bilgileri sunan bir konumda. Kararı veren ama buyurgan olma konumunda değil. Böyle bir farklılık var. Onun dışında atılan adımla ilgili olarak bir arada görüşme, bir fikrin etrafında tefekkür-eski tabiriyle- fikir geliştirme, fikrin geliştirilmesi doğrultusunda tartışma yönünde bir özellik var. Karardan etkileneceklerle sürekli iletişim söz konusuysa, başka insanlarla alınan kararlarla böyle bir şey söz konusu değil. Karar belli bir hukuken yetkili olan mercide alınıp onun daha sonra diğerlerine duyurulması söz konusu. Oysa burada öyle bir şey söz konusu değil. Karar daha alınmadan, şöyle bir karar alacağız bunun çevre etkisi bu olacak, gelir etkisi bu olacak, bunun başka etkileri varsa diğer ektileri şunlar olacak diye insanlara duyuruyorsunuz, onlar bunları düşünüp taşınıyorlar, size bazı tepkiler veriyorlar, bu olsun şu olsun diye. Dolayısıyla bir danışarak, dönüşerek, rızayı temin ederek ve insanların eşitler arası katılımını sağlamak üzere hem yöneten hem de yönetilenlerin eşit olarak katıldığı bir platformda görüşüp uzlaşarak yapıyorsun. Şimdi en önemli getirisi siyasetin en temel endişelerinden ve kritik unsurlardan biri olan itaati kolaylaştırıyorsun. Alınan kararlara uyulmayı kolaylaştırmış. O kararı almak suretiyle bir şekilde siz de kendi rızanızla onun altına imza atmış bulunuyorsunuz, bu sizi hiçbir şey olmazsa ahlaken bağlar. Ben artık buna uymuyorum deme hakkını yitirmiş oluyorsunuz. Onun için çalışabilecek şeyler üzerinde anlaşmak, onları çalıştırmak gibi bir kolaylığı söz konusu. Bu karada kararın alınma süreci uzun olabilir, çapraşık olabilir, bir hayli çatışmalı olabilir. Bu riskler söz konusu. Tabii tamamen risksiz bir süreç değil. Karar alamama noktasına da gelinebilir. O zaman bu yöntem çalışmaz. Ama belirli bir olayın vehameti anlatılabilirse insanlar bir şekilde makul davranabilecek varsayılabilirse, o zaman buna katılmaları belirli politikaların oluşmasını sağlamaları, onun uygulanmasında da rol alacaktır anlamına gelir. Böyle bir kolaylık temin ediyor. Bu tür uzlaşıların üretilebildiği alanlarda. Ama uzlaşı üretemezseniz insanlar rasyonel davranmayabilir. Değişime kapalı olabilir, bağnaz derecesinde tutucu olabilir, ben atadan, dededen bunu gördüm buna bakmam diyebilir. Biz hep böyle yaptık, değiştirmeyiz diyebilir. O zaman da bir takım değişikliklerin yapılması bu yöntemle çok zor ya da olanaksız hale gelebilir. Böyle bir risk var her zaman için de mevcuttur. Onu da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

      Küresel Yönetişim kavramına değinecek olursak gelinen noktada, o tarihsel süreçte yönetişim bir yönetim biçimi bir uygulama olarak küresel siyasetin şekillenmesinde ne derece etkili olabilmiştir? İnsanlığın ortak sorunlarının çözümünde ne gibi katkılar sağlamıştır sizce?

      Pek değil. Zaten uluslar arası yönetişimin nasıl çalıştığı, çalışıp çalışmadığı bugün tartışma konusu. Ne anlama geldiği de pek belli değil. Ama orada bahsedilen Dünya Bankası’nın önerdiği uluslararasından çok yine devletlerin iç işleyişine ilişkin İngilizce “Good Governance” denilen iyi yönetişim. Bundan anlaşılan da demin bahsettiğim gibi saydamlık, süreçlerin açık olması, katılıma açık olması, hesap vermeye açık olması, çünkü Dünya Bankası’nın özellikle bu yöne gitmesinin nedeni Dünya Bankası fonları dağıtıldığında bu fonların dağıtılmasına neden olan gereksinime uygun harcanmadığı saptanmıştır. Diyelim ki belli bir bölgedeki insanlar açlık çekiyorlar bunu gidermek için orada yeni bir ürün kendilerine öğretilecek, mesela ekmek üretimi, bunun için bir program kuruluyor siz bir bütçe hazırlıyorsunuz. Dünya Bankası olarak diyelim ki buraya elli milyon dolar tahsis ediyorsunuz. Diyelim bunun on milyon doları ile tohum alınacak on milyon doları ile eğitim verilecek on milyonu ile orada çalışanların ücretleri karşılanacak, onu ile sulama yapılacak vs, bir bakıyorsunuz ortada ne para var ne de bunlar yapılmış durumda. Ne oldu bu para diye araştırıyorsunuz içinden çıkamıyorsunuz. Bunu gördükleri için bu böyle olmaz, gelin bunu yönetişim esaslarına göre yapalım para sizin muhasebe kayıtlarınıza girdiği andan itibaren takip edilebilsin açık olsun. Kime ne para verilmiş paranın önemli bir kısmı orada siyasi gücü olanlar tarafından iç edilmiş olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu şekilde bir süreç olduğunda bunun hesabını verebilir. Bunu niye çaldın hadi geri öde diyebilelim aynı zamanda buradaki uygulamada bürokratlar konuştukları kimselerle biraz üstten konuşuyorlar. Onlara adam yerine koymuyorlar işte köylüye gidip bir şey anlatıyor anlamadıysa anlamadı köylü işte kafası basmaz diyor ayrılıyor vs. bu iletişim kopukluğu da giderilmiş oluyor. Beraber oturup kalkılsın diyor. Karşılıklı anlaşacaksınız, aranızda mutabakat sağlayacaksınız diyor. Öncelikli uygulama bu. Uluslar arası yönetişim deyince bundan anlaşılan devletler veya devletler toplulukları arasında uluslar arası örgütlerle de BM gibi kalkınma ajansları gibi vs. devletlerin ve bürokrasilerin bir araya gelip belirli bir takım kararlar etrafında anlaşmaları, uzlaşmaları, bunların açık ve saydam bir süreçle sürdürülebilmesi, katılmanın bütün hepsi tarafından temin edilmesi ve uzlaştıkları konunun uygulanabilmesi imasını taşıyor. Ama bu şekilde üzerinde fazla anlaşılabilen fazla bir şey yok. DTÖ var, bir miktar çalışıyor bazı sıkıntıları sorunları var. Bir uluslar arası ceza mahkemesi kurulması gündeme geldi ama ABD bunu tanımadı. Dolayısıyla fazla işe yarıyormuş gibi gözükmüyor. Belli alanlarda çalışıyor belli alanlarda çalışmıyor. Çalıştığı alanlar tekeller şu anda. Çevrede çalışacağı umuluyordu. Kyoto Protokolü’ne, dünyayı en fazla kirleten ülke ABD’nin uymaması dolayısıyla orada da bir takım sorunlar olduğu görüldü. Sorunsuz değil ama daha önce de söyledim birileri inat eder de bu sürece katılmazsa ondan kendisine gelecek olanları tahmin edip paylaşamazsa kendisini değiştirmeyi düşünmüyor ve direniyorsa çalışmaz tabii olarak.

      Küreselden aşağı doğru yerele indiğimizde şimdi bir de bölgesel yönetişimden bahsediliyor yani bir küresel arena var bu arenada bir bölgesel entegrasyon hareketi söz konusu AB gibi. Bu arada NAFTA var LAFTA var. Bu anlamda bölgesel işbirliklerinde yönetişimin katkısı ne olabilir?

      Temel itibariyle aynı. AB’nin bu konuda yanılmıyorsam 2000 senesinde yayınlamış olduğu bir “beyaz kitap”, “white paper” var. Orada AB için yönetişimi tanımlıyor. Ve başlangıcındaki temel sav AB üyesi ülke vatandaşları AB’nin ne olduğunu bilmiyor, anlamıyor, buna yabancılaşmış durumda, hiçbir zaman öğrenmemiş durumda. Dolayısıyla AB kendisini yeterince tanıtamıyor. Anlatamıyor. Yeterince bu iletişime açık değil. Saydam değil, hesap sorulması söz konusu olamıyor, dolayısıyla insanlar AB’yi hiç kale almadan davranıyorlar ya da aldığı kararlar hakkında tuhaf bilgilere sahipler örneğin İtalyan vatandaşları artık İtalyan parlamentosunun hiçbir işe yaramadığını, bütün kararların Brüksel de alındığını düşünüyor halbuki bu doğru değil. Dolayısıyla bunu gidermek amacıyla bir tanıtma, bilgilendirme, açıklık getirme türünde bir eğilim içerisine girmek durumundayız. Bu temel özelliklere başkalarını da ekleyerek hesap verilebilirlik, uyum içerisinde çalışma, açıklık, saydamlık, katılımcılık, hukuk devleti vs. ilkelerini sayıyor. Bunlara göre bir yönetim biçiminin gerçekleşmesinin ne derece kaçınılmaz olduğunu aynı zamanda ne derece zor olduğunu bahsediyor. Dolayısıyla AB’deki temel hedef de bu ülkelerin halkları için geçerli olmaktadır. Dolayısıyla Lüksemburg’ta yaşayan adam da, Finlandiya’da yaşayan adam da İtalya da yaşayan adam da Brüksel’de neler olup bittiğinden eşit ölçüde haberdardır. Olmalı ve bu kararlara eşit ölçüde katılabilmeli. Bu espri ile bu üslupla yönetilmesinden bahsediyoruz. Bu tür kurumların aynı zamanda.

      Türkiye’ye de bu kavram girdi ve etkili oldu sanki, yani uygulamada olmasa da teorik düzeyde yankı buldu…

      Etkili oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama 2002 de iç işleri bakanlığı tarafından valiliklere gönderilen bir bir yazıyla buna bir tamim de diyebiliriz, eski tabiriyle, iyi yönetimden bahsedildi. Sonra 2002 Aralığında Abdullah Gül Hükümeti iyi yönetişimden bahsetti ilk defa hükümet programına girdi. Zannediyorum tayip Erdoğan’ın kurduğu hükümetin programında bu kavram aynı vurguyla geçmedi. Ve dolayısıyla biraz geriye gidilmiş gibi oldu ama bu espri hiç olmazsa hükümet programında devam etti. Ama hayata geçirilişinde bu uygulanamadı çünkü büyük zorluk var. Aslında seçmenin azınlığının oyuyla meclis sandalyelerinin büyük çoğunluğunu almış bir parti var. O kadar ki bir dönem anayasayı tek başına değiştirebilecek konuma geldi parti. Şimdi bu durumda karşısındaki diğer partileri de çeşitli baskı ve çıkar gruplarını da aynı zamanda seçmeni de eşit gözle görebilecek tevazu içinde onlara yaklaşabilecek oturup onlarla uzun boylu tartıştıktan sonra bir takım reformları vs yapabilecek bir ortam kalmamış oldu. Tek başına istediğini yapabilecek, bir de bunun çekiciliği var tabi her siyasetçi için, ben yaptım diyebilmek o, biz uz görüşlüyüz, bir zaman vizyon tabiri kullanılıyordu. Hiç kimsenin göremediğini, yapamadığını mükemmelen yaptık çekiciliği var. Zamanla bu zannederim büsbütün galebe çaldı. Ve diğer hükümetlerden çok da farklı olmayan bir şekilde yönetişim ilkelerine çok sıcak bakan bir noktada değil artık hükümet.

      Ulusal yönetişimden yerel plana inersek kent yönetiminde sürekli bir demokratikleşme arzusu olduğunu görüyoruz. AB süreci bunda etkili, bahsettiğiniz beyaz kitap da yönetişimi öngörmekte, şehri paydaşlarla yönetmek düşüncesi gelişti, bunun uygulanabilirliği nedir ? Türk toplumunun geleneksel yapısını da göz önüne aldığınızda.

      Orada biraz karışık görüntü, çünkü kent meclisleri kuruldu. Çeşitli yerlerde farklı adlarla anılıyor. Neticede kentin halkından olan kimselerin katılabileceği üç yüz beş yüz bin kişinin bir arada toplanabileceği ve kentin dertlerini belediye ile tartışabileceği platformlar oluşturulmaya çalışılıyor. Platforma katılan birçok yerde önce büyük çoşku ve heyecan içinde oldukları ama sonra zamanla bunların sayılarında ciddi düşüşler olduğunu gördük. Özellikle belediye başkanlarına sorduğunuzda katılmayla ilgili olarak büyük hayal kırıklığı yaşadıklarını söylediler. İşte gidiyoruz, söylüyoruz, olmuyor. Bu tür beklentiler çok tuhaf çünkü öyle anlıyorum ki seçmene de bu yönetişimi anlatmak gerekiyor. Yani siz gideceksiniz bir kere söyleyeceksiniz her şey mükemmel hale gelecek, dünyada böyle bir şey yok. O zaman siz kendiniz birden bire olağan üstü bir yetkiyle donatılmış hale gelirsiniz. Ama amaç bu değil; amaç herkesin konuşabildiği bir platform ve herkesin kabul edebildiği çözüm yolları üzerinde uzlaşma, ve o sizin söylediklerinizin kabul edilmeyeceği anlamına geliyor. Zaten ilk söylediğiniz kabul edilmiyor anlamına geliyor. İlk söylenen her zaman kabul edilse bu tip toplantıları yapmaya gerek yok zaten. Çok aşikar olarak ortaya çıkıyor ama iş öyle değil. Bir yerden bir yol geçireceksiniz, birinin evini istimlak edeceksiniz, birinin arsasını istimlak edeceksiniz. O tabi belli bir fiyat isteyecek. Siz ne fiyat verseniz o tatmin olmayacak. Yani bu çıkarların kentte ya da başka yerleşim birimlerinde çatıştığını gösteriyor. “Bu yol buradan geçmesin çok gürültü yapacak. İki sokak aşağıdan geçsin orayı genişletin.” diyecektir insanlar. Yahut “benim evimin önünde otobüs durağı olsun” diyecektir. Çeşitli nedenlerle bir takım şeylerin paylaşılamadığı bazı değerlerin bazı kaynakların paylaşılamadığı ortamlar ortaya çıkacaktır ve o zaman biraz siz geri adım atacaksınız, biraz başkaları ki; uzlaşma olsun. O da istediğinizin gerçekleşmeyeceği anlamına gelir. Bunu kabul etmesi gerekiyor vatandaşın. E, biz buraya geldik de dediğimiz olmadı. O zaman buraya gelme sebebimiz nedir. O zaman olay anlaşılmamış oluyor. Bunların anlatılamadığı, bu tür süreçlere katılıp da söylediklerinin en az bir kısmının yerine getirilmediğini gören vatandaşların küstüğü, katılmayı büsbütün azalttığı vs görülmeye başlanır.

      Bu bir öğrenme sürecidir. Zamanla zannederim bu mesaj anlaşılacaktır. Bu platformların olmamasına karşın olmasının daha iyi olduğu, bazı konuların olabildiğince tartışılmasının ve olabildiğince mutabakat sağlanmasının o kente daha yarar getireceği vs. zaman itibariyle anlaşılacak gibi gözükmektedir. En azından danışılıyor, konuşuluyor olmasının yararı olacaktır. Şimdi bu tür süreçler zaman içinde yasama maddesi haline geldi. On yıldır bu çevre değerlendirme raporları var. Ama bu raporlar bu söylediğimiz üslupla kaleme alınmışken hukuken fiilen uygulamada böyle çalışmamaktadır. Yani kaymakam topluyor belli bir yerde halkı, efendim buraya bir santral yapacağız işte elektrik akacak bilmem ne akacak birisi kalkacak burada toz duman olacak bunu istiyoruz istemiyoruz diyor. Birileri not tutuyor belki oylama falan da yapıyorlar. Sonra kaymakam oranın ya da devletin ali menfaatlerine göre bir uygulama yapıyor. Baktığınız zaman ortada rapor var mı var. O raporu okuduğunuzda o raporda öngörülenle yapılan uygulama arasında çoğu zaman ilinti göremezsiniz. Bu şekli olarak iyi yönetişim, içerik olarak kötü yönetimdir diyeceğiz artık. Bizdeki hata da budur. Nitekim AB toplantılarında ortaya çıktı. Yasaları bu şekilde çıkarmanız yetmiyor. Bunları uygulayın demeye başladılar. Genellikle biz yasaları iyi yazıyoruz bir çok yasamız dünyanın önünde; örneğin imar yasamız, sekiz derce Richter ölçeğine dayanacak bina vs diye yasaları çıkarmış durumdayız. 90’ların sonundaki depremde bu yasaların ne ölçüde uygulandığını bir gecede test etme imkanı buldunuz. O da bizim yönetişime pek hazır olmadığımız görüntüsünü yayıyor.

      Yerelde de durum pek farklı değil. Merkezdeki durumu pek aratmıyor. Bu dikkat ettiğiniz gibi herkesin her dediğin yapabilen bir süreç değil, oysa bizim yönetim anlayışımız aklıma eseni yapma hakkına sahibim türünde bir beklenti var. Seçmenin de böyle bir beklentisi var. Nitekim belediye başkanları ile konuştuğumuzda biz devamlı geleceksek seni niye seçtik gibi yorumlarda bulunulduğu yani vatandaşın pek de katılmak istemediği sandığa gidelim birini seçelim işte ona bu işi vermiş olalım o gereğini yapsın. Bu biraz da yaşadığımız kentlerdeki apartman yönetimini andırıyor. Birini seçiyorsunuz o idare etsin, hatta hiç para bile vermeyelim meselesi var. Aynı şeyleri derneklerde de görüyoruz. Şoförler derneği, kapıcılar derneği hep aynı zat. Bu katılmanın pek olmadığı, ve seçenlerin de bunları seçmekle def-i bela kabilinden bir işlemde bulundukları kendi kendilerini pek yönetmek istenmedikleri, birisine atalım bu yükü bulabilirsek bu yükü taşıyacak birini o da yükü alsın taşısın o doğrusunu yapsın yanlış yaparsa da bağıralım şeklinde anlaşılır. Bu pek çağdaş bir yönetim tarzı değil. Yönetişim hiç değil ama çağdaş yönetim de değil. Çünkü çağdaş yönetim de vatandaş olarak kendinizin adam yerine konulduğu süreçler ve o süreçlere sahip çıkmanız var. Katılma da zaten budur. İzlemenin, bilgilenmenin ve aynı zamanda tepki vermenin-böyle olmalı, şöyle olmalı diye- bu üslup henüz Türkiye’ye yaygınlaşmış değil. Vatandaşın böyle bir görüntü içinde ya da beklenti içinde olduğu da pek yok. Bizi Avrupa’dan ayıran temel unsurlardan bir tanesi de bu.

      Avrupa’da ben yöneteyim yönetici toplantıya çağırsın, toplantı açsın toplantı kapasın gündemi yazsın başka bir işe karışmasın beklentisi var. Türkiye’de ise yöneticiyi seçelim her işi o düzgün olarak yapsın, arada bir haber versin, benim çıkarımın ne olduğunu tahmin etsin, ben bir şey yapmayayım, ben para vermeyeyim o bir yerden bulsun, bunu yapsın anlayışı var. Burada Türkiye’nin kendisi ile hesaplaşacağı ciddi bir alan var. Daha bu hesaplaşmaya gelemedik ama geldiğimiz vakit kendimizle hesaplaşacağız yani, seçmenin problemi, vatandaşın problemi vatandaşın kendisi ile hesaplaşması lazım yani ben gidip de hakikaten üye olduğum her dernekte sesimi çıkarmak istiyor muyum? Yerel yönetimde ağırlığımı koydum mu diye düşünmesi gerekiyor. Bunu yapmak istemiyorsanız o zaman kendi kendinizi yönetmek istemiyorsunuz, orada bir problem var. O zaman demokrasiden ne anlıyorsunuz? O zaman özgürlükten ne anlıyorsunuz? Tarihten gelen devletçi geleneğimiz falan değil. Vatandaşın kendi zihniyet yapısı da burada rol oynuyor. Bunun azımsanamayacak bir payı var. Tek una da indirgemiyorum ama rolü var. Seçmen ve vatandaş olarak bizlerin de değişmesi gerekiyor eğer iyi yönetişime geçmek istiyorsak. Sadece bizi yönetmek üzere seçtiklerimiz için değil onlar da halkın içinden çıkıyor efendim.

      Türk İslam geleneğinde böyle bir gelenek var mı mesela lonca teşkilatlarının o gün için kent yönetiminde etkili olduğunu görüyoruz. Modern anlamda belediye örgütleri henüz kurulmamışken sivil toplum bir araya gelerek kent yönetimi sürecine dahil oluyor. Ortaasya’dan gelen gelenek de bir yana yukarıdancı ve devletçi yapıya rağmen bizde bir sivil toplum varolabilmiş mi?

      Şimdi bunlar ne kadar sivil toplumu karşılar belli değil. Bu teşkilatlar biraz feodal, bizde patrimonyal yapının unsurları. Onların içinde de tepeden aşağıya doğru bir yönetim söz konusu. O kadar da kuralları tartışılan katılıma açık haberleşmenin, iletişimin, bilgi paylaşımının olduğu filan bir ortam pek yok. Daha çok loncalarda bir üretim düzenlemesi söz konusu. Arz ve talebi bir noktada kesiştirerek bir fiyat istikrarı getirme endişesi var. Ona göre örgütlenmiş bir ortam söz konusu. Fazla istikrarlı, değişime kapalı, çünkü değiştiğiniz zaman piyasa belirsizliklerine atıyorsunuz kendinizi ona uyarlanmak yerine belli bir saatte açıyorsunuz herkes belli bir saatte kapatıyor. Daha fazla ya da az çalışmak yok belli bir miktar üretip belli miktar satıyorsunuz oysa herkesin kar marjı üretimi, cirosu belli, yarışma yok vs. yok. Bunu değiştirmek için toplanıp oturup karar verebilme şansınız da yok. Oysa şimdi oturup bir meslek grubu olarak oyunun kurallarını değiştirebilirsiniz. Yönetişim buna açık bir şey. Orada kurallar belli. Belli saatlerde namaz uygun açıp kapayacaksınız. Birtakım böyle koşullarda çalışan gayet belirgin koşullarda çalışan bir yapı var onun için orada görüşme tartışma vs imkanları fevkalade sınırlıdır. Loncalar sadece bize de has değil onu da göz önünde bulundurmamız lazım. Hem Asya da hem Avrupa’da var farklı adlarla. Avrupa’da çeşitli adlarla anılan bütün kentlerde var. Orada yine herkesin katılımına açık bir süreç yok. Sadece mal sahibi katılıyor. Örneğin usta kalfa çırak gidip de söz sahibi olmuyor. Onların örgütlenmesi yasak. İşçi sendikasının karşılığı olan bir çıraklar birliğinin kurulup söz sahibi olmasına olanak veren bir imkan yok. Daha eski tip demokrasilerde görülen aile reisinin katılması kadının işçinin kölenin rolünün olmadığı bir demokrasi türü. Atina demokrasisinde 600 tane aile var onların aile liderleri arasında eşitlik içerisinde çalışan bir demokrasi. Ama karılarının sözü hiçbir şekilde geçmiyor. Böyle bir yapı söz konusu. Oysa burada öyle bir şey yok. Burada kim etkileniyorsa hepsinin masada rolü var. Çırak da sizin masanıza oturacak, usta da kalfa da. Lonca ustaların teşkilatı. Çırak ya da kalfaya denir ki 50-60 yaşına gelince sen de sözünü söylersin. Oysa burada öyle bir şey yok. Ücretin de belli, ücreti tartışamazsın, grev yapamazsın. Onun için bunları çağdaş hayat getirmek oldukça zor. Çok kolay değil ama bunların üzerine bir şeyler inşa etmeyi düşünebilirseniz imkansız da değil. Ama yine de o sıçrayışları yapabilmeniz için daha önceki yıllarda olmayan bir takım şeyleri eklemeniz gerekecektir. Yeni hukuk anlayışları, yeni iş ilişkileri, bunların hiç birini oradan türetemezsiniz.

      Bu soruyu sormaktaki gayem şuydu aslında hocam; bazen dışarıdan getirdiğiniz yönetim tarz ya da metotları -belki işletme yönetiminde de böyle- o gömlek bazen bir-iki numara dar gelebiliyor. Birebir oturmuyor. Her toplumun kendine has bir kısım şartları var. Acaba bu toplum dışarıdan aldıklarından değil de kendi tarihsel şartlarında ve bugünün de kazandığı tüm birikimden yola çıkarak doğru, etkili ve gerçekten toplumun menfaatine olan bir yönetim stili oluşturabilir mi? Yönetişimin işlemediği bir yerde etkili bir siyasal liderliğin kent yönetim sürecindeki katkısı ne olabilir sizce?

      Bir miktar olabilir ama söylediğiniz şeyi sürekli üretebilmeniz ve bahsetmiş olduğunuz sıfatlarla bezenmiş olan vasıflar halinde yeniden üretebilmeniz mümkün değil. Problem orada. Kurumu kimin yöneteceği ve bunun özelliklerinin ne olacağı üzerine inşa edemezsin.

      İkincisi otantik değer dediğimiz değerlerin sayısı dünya değerlerinin altındadır. Bizim dediğimiz bir çok şey aslında bizim değildir. Bizi ne olarak algıladığınız da ayrı bir konudur ya. Hele bugünün dünyasında iletişim bu halde iken bu kadar farklı dilden yayın vs mevcutken bunları da okuyabilecek ve bunarı ülke içine alabilecek insan sayısı çokken TV yayınları, internet vs bu kadar gelişmişken bizim olanla olmayanı nasıl ayırt edebiliriz bilemiyorum. Şu an Türkiye’nin temel tören içeceği koka kola olmuştur. 2003’te muhtarlarla ben AB ve yönetişim üzerine seminerler dizisi yapıyordum, muhtarların ne olacağı belli değil çünkü Avrupa’da muhtarlık kurumu yok. İşte muhtarlık bizim diyebileceğimiz şeylerden biridir. Nasıl değiştireceksiniz muhtarlığı ne olacak? İşte AB diyor ki yerelleş…belediye ile entegre etmeniz lazım çünkü AB de böyle bir kurum yok. Tam da anlamıyorlar bunu seçilmiş olduğunu da anlamıyorlar çünkü aynı zamanda kaymakama bağlı.

      Bunlarla öğle yemeği yerken mesela Nevşehir’de yahut çorumda yahut Diyarbakır’da hiç fark etmiyor hangi ilde olursanız olun. Öğle yemeğinde dikkat ettim bir ben ayran ısmarlıyorum. Geri kalan herkes kola ısmarlıyor. Dört yüz kişi yemek yiyor üç yüz doksan dokuza bir vaziyetteyiz. Yani bir nişanda düğünde ya da konferanstaki öğle, akşam yemeğinde normal içecek su, özel içecek ise kola. Şimdi esas olarak Amerikan icadı olan kola bizden oldu. Kendiliğinden oldu. Şimdi bu bizden midir? Değil midir? Almalı mıyız? Almamalı mıyız? Mideye mi dokunur başka bir şeye mi bunun tartışması artık bitmiştir. Bugün birçok kimseye soracak olanız bunun Amerikan malı olup olmadığını da biliyorlar mıdır? Bilmiyorum doğrusu. Bugün kot pantolon da öyle. Nereye giderseniz gidin her yerde kot giyiliyor. Bu, bir ülkenin, bir kültürün kültürü olmaktan çıkmıştır artık. İnsanlığın giyeceği olmuş gibi gözüküyor. Aynı şekilde bizim bulduğumuz şeyler, mesela buğday. Buğday, arpa ve benzeri tahıllar pirinç hariç ilk ekim dikim yeri Anadolu’dur. Buğdaya bağlı yiyecekler, pasta, börek, çörek ekmek vs. bunların hepsinin bulunduğu yer Anadolu’dur. Ama dünyanın neresine giderseniz gidin bugün bu tür ekmekler var. Almanya’sında var, Güney Afrika’sında var artık bizim olmaktan çıkmış. Patentini alalım, bu MÖ 7000 de Anadolu’da çıktı bize ait desek gülerler bize. Böyle bir şet yok. Anlatabiliyor muyum?

      Bizim dediğimiz değerlerden bahsederken ne dediğini anlamasak da hoşumuza gidiyor. Onun ne kadar bizim ne kadarı değil o belli değil. Bir de bir çok şeyi alıp kullanıyoruz. Adını bile değiştirtmeksizin. Leasing mesela, finansal bir aygıt. Leasing nedir? Kiralama. Gazetelerde de örneğin araba kiralama şirketlerinin reklamlarını görüyorsunuz. Bu da batıdan gelen bir şey. Aylığı üç yüz milyondan bir otomobil kiralayabiliyorsunuz. Kendi otomobiliniz olarak kullanıyorsunuz. Bunu insanlar reddetmiyor. Bazen reddettiğiniz şeyleri almıyorsunuz. Bilmediğinizden değil, sevmediğinizden. Örneğin salyangoz yemeyi biz içimize oturtabilmiş değiliz. Aynı şekilde bizim de başka kültürlere verdiğimiz şeyler var. Onlardan aldıklarımız da var. Tabi Balkanlarda, Ortadoğu’da bunları çok daha fazla göreceksiniz. Orada da bu yemek senin mi benim mi? Tartışması var. Bu ayrımları yapmak bence kolay değil. Bazen yanıltıcı da olabiliyor. Bazen bizim olan bir şeyin aslında bizden olmadığını hissetme gibi bir riskimiz de var. Dolayısıyla bu şekilde bakmak pek doğru değil. Ha, bizim yaşantımızın doğal bir uzantısı olarak ortaya çıksa o zaten kendiliğinden oluşur. O tür şeyler zaten yaşar. Siz beğenseniz de beğenmeseniz de yaşar. Ama bir çok kurum mesela, çıkar grubu, baskı grubu, siyasi parti, bunların hepsi bize yabancı kavramlar dışarıdan gelmiştir.

      Anayasa dışarıdan gelmiştir. Demokrasi bizim ürettiğimiz bir kavram değil. Kavram olarak değil ama sonuç itibariyle bunu alıp kullanmamızı engelleyen bir şey yok. Ona bir takım şeyler katmamızı engelleyen bir şey de yok. Zorluklarla karşılaşacak mıyız? Elbette her ülke bu zorluklarla karşılaşacaktır. Bizim kültürümüzden kaynaklanan zorluklar olabilir. Bazı başka kültürlerde de var. Mesela Protestanlarla Katolikleri karşılaştıran bu tür durumlar söz konusu. İşte Kanada Başbakanı diyor ki Katolikler arasında demokrasi daha zor gelişiyor çünkü onlar neyin gerçek olup neyin olmadığı konusunda bir fikre sahipler. Bir şeye karar verecekken düşünmüyorlar, gidip bir bilene kelle koyarak soruyorlar. Papaza vs. Siz de bunu imama filan soracağınızı düşünüyorsanız kelle koymazsınız. Katolik ülkelerde yaşanan zorluklar Türkiye demokrasisinde de yaşanabilir. Çünkü orada kelle koyarak yani kimin görüşü ağırlıklı ise ona hürmet ederek bir meseleyi çözmek doğal kabul edilebilir. Bu farklılıklar her zaman olacak bunları aşabilmek her zaman kolay değil.

      O zaman hocam yönetişim de dışarıdan gelen bir uygulama olarak kendine sağlıklı bir uygulama bulana kadar demokratikleşme konusunda da bizim her halde ciddi adımlar atmamız gerekiyor. Hem yönetenlerin hem yönetenlerin karşılıklı özveride bulunmaları gerekiyor.

      İyi yönetişim dediğiniz şey demokrasinsin zaten bir uygulama biçimi. Daha çağdaş bir uygulama biçimi. Demokrasi yoksa iyi yönetişimin de uygulanabilmesi kolay değil. Açık olacaksınız, hesap sormaya fırsat vereceksiniz, katılımcı olacaksınız. Bir arada ve ahenk içinde çalışmayı kolaylaştıracaksınız. Bunların hepsi demokrasi ile çok bağdaşık olan şeyler. Bunların hepsi de bir öğrenme sürecidir. Onu da söyleyeyim. Bazı şeyleri biraz daha zor, bazı şeyleri de biraz daha kolay öğreneceğiz. Ama bir şekilde sebat ederek öğreneceğiz.

Söyleşi: Akif ÇARKÇI
Kaynak:
http://www.yerelsiyaset.com/v2/index.php?goster=ayrinti&id=374