Nihan Akyelken

Fantastik edebiyata damgasını vurmuş Discworld’un yaratıcısı ünlü İngiliz yazar Terry Pratchett, “Tarihsel ayrıntıların yanlış olduğu yerde, söylenene kulak vermediğim için hata bana aittir. Ama zamanın başka bir boyutunda gerçekten neler olduğunu kim bilebilir ki?” diyor.
Bu mütevazı özrü, olmuş bitmişten öte şimdiki zaman için kullanmak da varmış Türkiye’nin kaderinde. Kör kuyu kıvamında bir bilinmezlikten, anlaşılmazlıktan oluşan anlaşmazlıkların yarattığı ironi kimin gözünden kaçabilir ki?
Genel resim, ülkede neler döndüğüne karar verilirken Ockham’ın usturasına fazlaca bel bağlayarak çizilmekte ne yazık ki. Bu yazının öznesi, olan bitenden ziyade, tartışma platformunda yapısal bir özürlülük olduğudur. Tartışmanın yapısal yanlışları altında, en büyük eleştiri okları iki hedefe atılmalıdır. Birincisini, taraf olması, gerçek söz sahibi olması gerekenin (halkın) sahnede pek boy göstermediği; daha da fenası başrol oyuncuları tarafından pek anımsanmadığı gerçeğine atalım. İkincisini de, verilmiş bir hakkı, yetkili merciilerin istekleri ve çıkarları doğrultusunda, kimi zaman ticari bir şekilde kullanan, aydınlatmakla görevli olup, içimizi karartanlar için ayıralım.

“Basit olanı makbuldur”

Karışık Türkiye, hatta dünya resmine çözüm üretmek için Ockham’ın usturasının gösterdiği yolda ilerlemeyi fazlaca abartmamak gerek. Ockham’lı William, yüzyıllar öncesinde, “Basit olanı makbuldur” şekline getirilmiş teorisiyle metafizikte önemli bir adım atmıştı. Günün politikacıları, yazarları, sokaktan geçeni, sanatçısı, köylüsü, memuru, patronu da bu usturayı öylesine sağlam bir şekilde takip ediyor ki, kendi çaplarında bir ilkokul iki sonbahar resmi çiziyorlar. Çeşitli nesnelere demokrasi, laiklik, darbe, din, şeriat, çete, yeter, son, imdat gibi isimler vererek, bilinmezliğin o çok derin saydıkları sularında boğulmak üzere yola çıkıyorlar.
Demokrasi, elit kesimin elinde bulundurduğu güç karşısında meydana gelen fakir halk ayaklanmalarının, bastırılma maliyetlerinin fazla olması ve vaatlerin güvenilir olmadığı durumlarda, devrimlerle elitin elindeki gücü yeniden dağıtmasina neden olmasıyla oluşur. Darbelerle yara alır ve sürdürülebilir özelliğini yitirir. (Acemoglu, Robinson, 2005).
Siyasal ekonomiyi oluşturanlar, insanların salt içgüdüleri, ve bunları düzenlemeye çalışan kurumlar ve ideolojilerdir. İçgüdülerden oluşan tercihler ve çıkarlar o pek ünlü fayda denklemimizi peydah eder. Her biri kendilerine ait fayda fonksyonlarını yüklenmiş bireylerin oyun teorisi resmedilerek hareket ettikleri iddia edilir; ve stratejik etkileşimler sonucunda anlaşmayla veya tartışmalarla devam eden ilişkiler doğal sayılır. Ama tabii ‘rasyonel hayvan’ dediğimiz insanın istekleri sınırsız. Bunları dengeleyeci olarak ideolojiler ve fikirler gelir.
Ancak, günümüzde bu dengeleyici unsurlar ne yazık ki içi boş; kurutulmuş muşmulaya dönmüş durumdalar. Kurumsallaştırma siyasal ekonominin temel taşıdır; çoğu bilirkişinin üzerinde ortak karar verdiği üzere. Boylesine mekanik bir oluşuma sahip bütüne bakarken, karikatürlerden bir demet şeklinde gelen anlamsızlıklara anlam yükleme eylemleri hakikaten kafası karışık ergen bir genç modellemekten ileri gidemiyor.

Türkiye resmi

Türkiye resmine dönecek olursak, söz konusu tramvaya sebebiyet verenlerin genel olarak elit tabaka olduğunu görürüz. Politikacılar, medya patronları, aydınlar… Onlar aralarında mahalle kavgası seviyesine düşmüş münakaşalarına devam ederken, halk ise boşanmakta olan annesi ve babasının arasında kalmışçasına şaşkın şakın bakıyor.
Kramer Kramer’e Karşı’daki uzun kahküllü sarışın veledi akıllarınıza getirin… Arada yüzde 47 rakamıyla anılıyor. Çoğunluğun istediği parti iktidarda ve halkı temsil ediyor ne de olsa. O yüzde 47’nin görüşlerinin statik oldugu varsayıldığı gibi, geri kalan yüzde 53’ten bana ne havası esiyor. Kimse kimseye ‘Buyrun, bu sizin hakkınız’ demiyor, ama kimse de ‘Bu benim hakkım’ demiyor. Karşılıklı anlaşmanın yaşandığı tek ilişki bu.
Gazetelerinde, o pek ‘muntazam’ fikirlerin uçuşturulduğu medya gruplarının televizyon kanallarında, saatlerce süren yarışmalar, diziler, ve kadını göbek atmak, koca bulmak, vs. gibi basit eylemlerle tanımlamaya çalışan pembe programlardan geçilmiyor. Uyuşturucuya alternatif böyle bir şey olsa gerek ki, apolitik olmak bir ideoloji, ve hatta kimi zaman matah bir durum olarak görülüyor. Apolitik olmaktan öte, körü körüne bir kayıtsızlık hakim olmuş durumda. Peki o zaman kimin hakkını arayıp, kimi hakkı için kimi cezalandırmaya çalışıyoruz?

Aydınlar, yazarlar…

Bir diğer şaşırtıcı durum da, ‘aydın’ adı altında ‘aydınlatma’ ile yükümlü yazarların medyadaki yer haklarını kimi bilinmez güçler için kullanmalarının artık çok bariz hale geldiği. Yazarlar, ordan oraya köşe kapmaca oynuyor, dürüstlüğü kendine motto edinmiş gibi görünüp, nereden geldiği anlaşılmayan gizli belgeler kimseyi rahatsız etmiyor. Tartışmaya açık olan yorumlarını paylaşan kimileri, milletin gözünün içine bakarak edebi bir aldatmacaya bel bağlamış durumdalar.
Türkiye’de, ‘Yanlışların Promosyonu’ filmine senelerdir alıştık. Demokrasi kisvesi altında, şekillenmiş yorumlarını sözde-bağımsız tuş hareketleriyle halka sunanlar, geçmişleriyle halka vaatlerde bulunabiliyorlar mı? Körü körüne küreselleşme yoluna heba olmuş günümüz ortamında, yazarlar, yazı köşelerine kelime başına alacak kadar ileri gidebiliyorlar. Üstüne üstlük geçtikleri yeni alanlarında oluşturdukları daltonlarıyla, çıkarları doğrultusunda dediklerine içten inanmışçasına gerine gerine yazabiliyorlar.
Henüz ülkede ne olup bittiğinden çok fazla haberdar olmayan kimileri, tutturduğu bir ‘asabi’ uslubla verrip veriştirebiliyor. Kimileri günlük yazıyor gibi zaten. Senelerdir ‘Amerika’dan bildirenler’, demokrasi hocası kesimiş durumdalar. Çiçekli böcüklü romanlarından tanıdıklarımız, bol ‘enter’, ve üç noktalı yazılarıyla ancak ve ancak damardan inandırıcı olabileceklerini hiç mi görmüyorlar? Enter tuşu aklıma gelmişken, belirtmek gerekir ki, bu yeni bir teknik değil.
Ne bileyim…
Böyle haşin rüzgarlarda savrulan kelimelere anlam vermek…
Hem belki, ama belki bir iki kişi kanar bu yağlı ballı sözlere…
niyetine. Gibi.
Kimi dış güçlerin Hacivat Karagöz oyunu oynatıp, ülkede kasırgalara meydan olduğu şimdiki zamanda, ‘kayıtsızlık’ ve ‘karıştırıcılık’ büyük suçlar. Sorularına cevap bulamamış meraklı bir birey olmak ve inançlarına sıkıca tutunup sorgulamayı kesmiş paslı bir beyin olmak arasinda gelip gitmeye gerek yok. Yıllardır her yerinden yara almış Türkiye demokrasisine ‘eğitimsiz halka erken verilen imtiyaz’ diyenlere doğrularcasına, bütün bu tartışmaların yarattığı kasırgalı havanın bayat hortumuna takıkıp gitmek çok ucuz bir tepki. Kimlerin farketmesi gerekiyor acaba herkesin ağzına sakız olmuş bağımsızlık ilkelerinin nasıl yamultulduğu?
Halksız halkçılıktan bahsediyor sözde-demokratlar. Ancak, bağımsızlık halk içindir; hatta yeri geldiğinde iktidarı bağımlı yapabilecek güce sahip kılar halkı demokrasi. Milliyetçilik de toprak bekçiliği değil; milleti millet yapanın toprak yerine demokrasi elde etmesini sağlayan devrimleri olduğundan, onların bekçiliğidir. Bir şeyler uzerinde söz ve bilgi sahibi olmak, sanmıyorum ki en kuvvetli hava akımı doğrultusunda gitmek olsun.
Birkaç ay öncesini akıllarınıza getirin. Futbol maçlarıyla sıkı sıkıya kenetlenen bir milletin birleştirici gücü ortada, sevinç çığlıklarını mermilere taşıyabilecek insanlardan bahsediyoruz. Heyecanlı olmak güzel, ama rahatsız olmak da bir o kadar şahane. Kayıtsızlık eğrisinde bir o yana bir bu yana kayıp, olup bitenler hakkında görüşten de geçtim bilgi sahibi olmamayı tercih etmek rahat olmayı gerektirir. Ama o yaydıklarınız gevşer de gevşer, tüm koltuğu kaplar, sonuçta ne hareket edebilme fırsatı kalır, ne de hareket etme isteği.
Kaynak:
www.radikal.com.tr