M.Şükrü Hanioğlu
II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı Millî Günü olarak kutlanan 10 (23) Temmuz, Cumhuriyet’e kadar yakın tarihin en önemli olayı olma özelliğini sürdürmüştü. Nitekim, İstiklâl Harbi’nin en önemli toplantılarından birisi olan Erzurum Kongresi’nin bu anlamlı günde başlatılması bir tesadüf eseri değildi. Cumhuriyet sonrasında da bir süre kutlanmakla beraber yavaş yavaş tarihin pek de ehemmiyet arz etmeyen bir ayrıntısı haline gelen 10 Temmuz daha sonra dışlanmış ve eğer deyim yerindeyse kendi kaderine terk edilmişti. Bunun Cumhuriyet’in çağdaş tarihin 1919 ya da 1923’te başladığını, yakın tarihimizin bu yıllar öncesi ve sonrası olarak kalın çizgilerle bölündüğünü savunan ideolojik yaklaşımının tabii bir neticesi olduğu şüphesizdir.
Benzer şekilde daha sonra Yunan ve Portekiz ihtilâl/darbelerinin ilham kaynağı olan “İnkılâb-ı Azîm,” 1911 Çin ve bilhassa 1917 Bolşevik ihtilâlleri sonrasında bu hususiyetini kaybetmiş ve ihtilâlci yazında kendisine nadiren atıfta bulunulmuştur. Karşılaştırmalı ihtilâl çalışması yapan akademisyenlerin, meselâ bu alanın en önde gelen isimleri olan Charles Tilly ve Theda Skocpol’un çalışmalarında da “İnkılâb-ı Azîm” kendisine atfettiği azamete yakışır bir yer bulamamıştır. Bu alanda tek ciddî istisnâ Nader Sohrabi’nin, 10 Temmuz, 1906 İran ve 1917 Bolşevik ihtilâllerini karşılaştırarak Chicago Üniversitesi’nde savunduğu ve yakında kitap olarak yayınlanacak doktora tezidir. Bu açıdan bakıldığında “10 Temmuz İnkılâbı”nın gerek toplumumuzun tarih yorumunda, gerek yerli ve uluslararası akademik literatürde ve gerekse de ihtilâlci yazında hak ettiğinin oldukça altında ilgi uyandırdığı, aksinin iddia edilmesi pek de kolay olmayan bir gerçektir.
Ancak yüzüncü yıldönümünün idraki nedeniyle bu harekete gösterilen yeni ilgi, onun bir “burjuva devrimi” olduğunu kanıtlama amaçlı uluslararası kongreler tertibiyle de ortaya konulduğu gibi anlamsız kavramsallaştırmalar yapılmasına ya da “10 Temmuz’un, Türk 1789″u olduğu benzeri abartılı tezlerin ortaya konulmasına neden olmuştur. Halbuki “İnkılâb-ı Azîm”in tarihselleştirilmesi ve kendi bağlamında değerlendirilmesi bize bu tür ideolojik yaklaşımlardan daha anlamlı bir çerçeve çizebileceği gibi, onun günümüze yansıyan etkilerini kavrayabilmemizi de kolaylaştırabilir. Bu kısa değerlendirmede “10 Temmuz İnkılâbı”nın böyle bir tahlilinin yapılmasına gayret edilecektir.
10 (23) Temmuz’da ne oldu?
Günümüzde yaygınlık kazanan bir yaklaşımın tersine 10 Temmuz kitlesel bir eylem ya da sıklıkla atıfta bulunulduğu gibi bir “halk hareketi” olmadığı gibi, biriken toplumsal tepkinin patlamasıyla da ortaya çıkmamıştı. İhtilâlin son iki günü olan 22 ve 23 Temmuz günlerinde gösterilere katılan kitleler ve Firzovik’te Avusturya askerinin Kosova’yı işgal edeceği propagandasıyla İttihad ve Terakki ve Başkimi Cemiyetleri tarafından toplanan binlerce Arnavut belirgin toplumsal talepler ortaya koymamışlar, ancak Makedonya’nın elden gitmesinin ve yabancı müdahalesinin durdurulabilmesi için son çâre olarak görülen Kanun-i Esasî’nin yeniden uygulamaya konulması arzusunu dile getirmişlerdi. Nitekim 10 Temmuz sonrasında kalabalıklar toplantı ve taleplerini sürdürdüklerinde İttihad ve Terakki “Herkes İşinin Gücünün Başına Dönsün” başlıklı beyannâmelerle bu eylemlere son verilmesini istemişti. Bu zannedildiğinin tersine 1908 hareketinin ciddî değişimler yaratmasını önleyen bir hususiyet değildir. Bu anlamda “10 Temmuz İnkılâbı,” 1905 sonlarında Kastamonu ve Trabzon ile Doğu Anadolu vilâyâtında başlayarak, Erzurum gibi bâzı yerlerde İran ihtilâli sonrasında ortaya çıkan halk encümenlerinin benzeri yapıların tesisine neden olan ayaklanmaların tersine, kendiliğinden gelişen, vergileri reddetme benzeri toplumsal gerekçelere dayanan bir hareket değildi. 1908 İhtilâli bu tür taleplerin dile getirilmesinden ziyade status quo’nun korunmasını, düvel-i muazzama tarafından Makedonya için geliştirilmek istenen ve Mürzteg programına nazaran çok daha radikal olacağı tahmin olunan yeni bir ıslahât projesinin Osmanlı yönetimine dayatılmasını önlemek amacını taşıyordu.
Tarihçiliğimizin genellikle savunduğunun tersine 10 Temmuz İnkılâbı sadece Kanun-i Esasî’nin yeniden uygulamaya konulması amacıyla başlatılan bir eylem değildi. Zaten bu istem de temelde radikal bir karakter taşımıyordu. Bu açıdan bakıldığında 1908 İhtilâli, Devlet Duması’nın açılması neticesini doğuran 1905 Rus İhtilâli ve benzeri bir kurumun tesisini sağlayan 1906 İran İhtilâli’ne kıyasla radikallik düzeyi oldukça düşük bir hareketti. Bu anlamıyla 1908 hareketi Tanzimat gibi düzenin değerlerini baştan aşağıya sorgulayan ve değiştirmeyi amaçlayan bir fikrî arka plâna da sahip değildi.
Uygun bir deyimle “Bütün İhtilâlleri Sona Erdirecek Bir İhtilâl” olarak mevcut status quo’yu muhafaza ve yabancı ıslahât projelerinin reddini amaçlayan 1908 İhtilâli, Osmanlı entelektüel mehâfilinde güç kazanan ve “muhafazakâr eylemcilik” olarak tavsifi mümkün bir yaklaşımın ürünüydü. Bu yaklaşımı ideolojisi haline getiren Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti (örgüt ihtilâl sonrasında yeniden Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti unvanını kullanmaya başlayacaktı) de temelde ihtilâlciliği değil, böylesi bir muhafazakâr eylemciliği savunuyordu. 10 Temmuz bu örgütün ortaya koyduğu bir eylemdi ve muhafazakâr eylemciliğin status quo’yu koruma amacıyla gerçekleştirdiği bir hareketti. Bu nedenle ihtilâli gerçekleştiren örgütün ideolojisi ve bu ideolojinin geçirdiği evrimin tahlili bize ilginç ipuçları verebilir.
Muhafazakâr Eylemcilik ve İttihad ve Terakki
Eylemcilik fikri, kökleri 1908 İhtilâli’nden nerdeyse yirmi yıl önceye götürülebilen Jön Türk hareketinin temel tartışma konularından birisi idi. Harekete uzun süre egemen olan ve Ahmed Rıza Bey’in şahsında kişiselleştirilen pozitivist, ihtilâlcilik karşıtı düşünsel yaklaşımı şiddetle eleştiren bir grup Osmanlı muhalifi, kurdukları İntikamcı Yeni Osmanlılar, İstirdat, İstikbâl-i Vatan ve Millet Cemiyet-i Osmaniyesi, İstirdat Cemiyetleri ile Osmanlı İttihad ve İcraat Şubesi ve neşrettikleri Vatan, İstikbâl, İstirdat, Darbe, İntikam ve Tokmak benzeri dergilerle anarşizme varan bir eylemcilik ve kan dökülmesini savunmuşlardı. Kendilerini “icraatçılar” olarak tanımlayan bu kimselere göre kansız ihtilâl mümkün değildi ve hareket sosyolojik tartışmalar, pozitivist tespitlerle uğraşmak yerine suikast ve bombalama türü eylemler ortaya koymalıydı. İcraatçılar, 1902 Osmanlı Hürriyetperverân Kongresi’nde Sabahaddin Bey ile Ermeni, Rum ve Arnavut ayrılıkçılar tarafından oluşturulan ittifaka karşı Ahmed Rıza etrafında toplanan Türkçü ve pozitivistlerle koalisyon kurmalarına karşın eylemciliklerini hareketin resmî görüşü haline getirmeye muvaffak olmamışlardı. Ancak ne Ahmed Rıza ve Sami Paşazâde Sezaî beylerinin eylemcilik karşıtı, temel tezlerini pozitivist, natüralist fikirlerle destekleyen yaklaşımı ne de icraatçıların anarşist fikirlerle takviye edilen eylemciliği ciddî bir eylem plânı sunmuyordu. 1905 yılı sonlarına değin böylesi bir eylem plânından yoksun kalan Pozitivist-Türkçü/İcraatçı koalisyonu bu tarihte geçirdiği düzenleme sonrasında muhafazakâr-eylemci bir nitelik kazanmıştı.
Dr. Nâzım Bey’in yardımlarıyla Dr. Baheddin Şakir Bey tarafından gerçekleştirilen bu düzenleme sonrasında Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adıyla temel ideolojisi “muhafazakâr eylemcilik” olan bir örgüt ortaya çıkmıştı. Örgütsel yapısı İhtilâlci Ermeni Federasyonu (Daşnaktsutyun) ve VMORO (Makedonya-Edirne Dahilî İhtilâlci Örgütü)’nun nizamnâmelerinden esinlenerek oluşturulan bu yeni örgüt, söz konusu çerçevede eylemci bir karakter taşıyor; ancak zikredilen ihtilâlci yapılanmaların tersine muhafazakâr bir ideolojiyi savunuyordu. Örgüte göre II. Abdülhamid rejiminin temel sorunu onun Osmanlı anâsırı arasındaki dengeleri ve uluslararası status quo’yu muhafazada yetersiz kalmasıydı. Diğer bir ifadeyle Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin savunduğu “eylemcilik” ihtilâlci değil onun karşıtı bir fikrî arka plâna sahipti. Bu cemiyet, Daşnaktsutyun gibi 1907’de İkinci Enternasyonal üyesi haline gelen ya da VMORO gibi sosyalizmi savunan teşkilâtların tersine status quo’yu yıkmayı değil onu korumayı amaçlayan bir eylemciliği savunuyordu. Terakki ve İttihad Cemiyeti de 1908 yılında çeteler kurma kararı alacaktı (1908 İhtilâli yirminci asırda çeteciliğin iktidar değiştirdiği ilk eylem idi) ama Osmanlı zabitleri idaresindeki bu eylemci gruplar, Daşnaktsutyun fedaîleri ya da VMORO çeteleri gibi devlet güçleriyle çatışmayacak, tersine, devleti koruma, onun dağılmasını önleme amacıyla eylemcilik yapacaklardı. Eylemin amacı ise milliyetçi-ayrılıkçı tezlerle ortaya konulan Makedonya ve Ermeni komitecilikleri, henüz rüşeym halinde bulunmakla beraber ileride devletin bekasına yönelik tehdit oluşturabilecek Arap, Arnavut öncü (proto) milliyetçilikleri, Çerçiz Topulli şahsında kişiselleşen eylemciliklerle, bu Türk olmayan Osmanlı anâsırınca sağlanmaya çalışılan yabancı müdahalesinin önüne geçmekti. Anayasal rejim, II. Abdülhamid rejiminin engelleyemediği bu gelişmeleri durdurma konusunda son çâreydi.
1908 öncesinde fedaî teşkilâtı ve çeteleriyle eylemci bir karakter kazanan Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti temelde devletin dağılmasını önlemeye çalışan bir gizli asker-sivil bürokrat örgütüydü ve bu toplum katmanlarında egemen olan muhafazakâr, devlet merkezli, onu yüceltmeyi her şeyin üzerinde tutan fikirlere dört elle sarılmaktaydı. 1856 Paris anlaşmasıyla temami-i mülkiyeti (toprak bütünlüğü) büyük devletlerin kolektif güvencesi altına alınan Osmanlı Devleti’nin daha sonra yaşadığı ciddî toprak kayıpları, Düyûn-i Umumîye ve Mürzteg programı sonrasında oluşturulan yabancı jandarması benzeri yapılanmalarla sınırlanan Osmanlı egemenliği, bürokratik kadrolar ve subaylar arasında “herkesin bizi bölüp yok etmeye çalıştığı bir dünyada, bunu önlemek için eylemciliğin gerekli olduğu” düşüncesinin tedricen içselleştirilmesine neden olmuştu. İlginçtir ki İttihadçılık büyük devletler müdahalesini sağlamaya çalışan enternasyonalist Daşnaktsutyun ve sosyalist VMORO’ya nazaran çok daha kuvvetli bir anti-emperyalizmi savunuyor, ama muhafazakâr, devlet merkezli ideolojisi nedeniyle işçilere grev hakkı verilmesi benzeri toplumsal taleplere şiddetle karşı çıkıyordu. Bu anlamıyla 1908 İhtilâli, ideolojisi ihtilâlciliğe karşı, devleti yücelten, status quo’yu koruma amaçlı bir örgüt tarafından gerçekleştirilmişti. Bu cemiyetin teşkilâtlanmasının ihtilâlci örgütleri takliden gerçekleştirilmiş olması söz konusu ideolojik yaklaşımı değiştirmiyordu.
İttihad ve Terakki bu yaklaşımını İkinci Meşrutiyet döneminde de sürdürdü ve devletin temsilcisi olarak ihtilâlci hareketleri bastırmaya çalıştı. Pek çok eski ihtilâlci örgütün aksine gerçekte hiçbir zaman ihtilâlci olmadığı ve muhafazakâr eylemciliği benimsediği için bu alanda ideolojisinde ciddî bir değişime gitmeye de gerek duymadı.
Türkçülük ve İttihad ve Terakki
David Kushner’in Türk milliyetçiliğinin kökenleri ve doğuşu üzerine yaptığı çalışmalar, II. Abdülhamid döneminde “Türkçülük” olarak adlandırılması mümkün bir proto milliyetçiliğin ciddî bir ivme kazandığını ortaya koymuşlardır. Bu genel eğilim çerçevesinde Jön Türk düşüncesinde de benzeri bir gelişme yaşandığını belirtmek yanlış olmaz. Nitekim 1903 ilâ 1907 yılları arasında Kahire’de yayınlanan ve Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin önde gelen üyelerinden bâzılarının da katkıda bulunduğu Türk dergisi, bu tür düşüncelerin (Yusuf Akçura da daha sonra risâle olarak basılarak Osmanlı entelektüel mehâfilinde kapsamlı bir tartışma yaratacak olan ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ denemesini de ilk olarak bu dergide yayınlamıştı) oldukça radikal biçimde dile getirilmesine aracılık etmişti. Bizzat Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin merkez yayın organı Şûra-yı Ümmet de Türkçü tezleri savunmaktan geri kalmamıştı. Terakki ve İttihad Cemiyeti muhaberatında dile getirilen “Adriyatik sahilinden, Çin hududuna” uzanan bir Türk dünyası fikri zannedildiğinin tersine düşünsel düzeyde İttihadcılığın Türkçülüğü 1912-13 Balkan harplerinden oldukça önce içselleştirdiğini gösterir. Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin erken örgütlenmesini, yurtiçinde teşkilâtlanmanın zorluğu nedeniyle, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Dobruca, Kafkasya gibi bölgelerde gerçekleştirmesi, cemiyetin Müslüman ve Türklerin baskıcı kimlik siyasetlerine muhatap oldukları bu eski Osmanlı topraklarında gelişen Türkçülükten etkilenerek âdetâ Türk diasporasını temsil eden milliyetçi bir örgüt haline gelmesine neden olmuştu. Dolayısıyla bir yandan İttihadçılar bölge Müslümanlarını harekete kazanmaya çalışırken, öte yandan da dünyayı baskı altında tutulan Türk diasporasının gözleriyle görmeye başlamışlardı.
Yeniden örgütlenme sonrasında Terakki ve İttihad Cemiyeti merkez komitesinde sadece Bulgaristan Müslümanlarının Talha Kemalî Bey aracılığıyla temsil edilmesi bir tesadüf değildi ve bu çevrenin hareketin ideolojisi üzerindeki etkisini gösteriyordu. Tedafüî karakterli, tüm Avrupa ve Batı dünyasını düşman olarak gören Türkçü ideolojinin İttihadçılığın eylemciliğine ciddî bir ivme kazandırdığı şüphesizdir; ancak bu ideoloji, gerek Makedonya merkezli bir ihtilâlin hazırlanmasında ve gerekse de çok uluslu bir imparatorluğun idaresinde ciddî sorunları beraberinde getiriyordu. Bu anlamda 1908 ihtilâli, İttihadçılığın Türk unsuruna ağırlıklı bir rol vererek yeniden tanımladığı “Osmanlıcılık”ı merkezine yerleştiren bir iktidar ve bunu “Türkleştirme” olarak tanımlayarak şiddetle reddeden unsurların milliyetçi muhalefetini doğurmuştu.
1908 İhtilâli İttihadçılığı iktidara taşıdığı gibi diğer Osmanlı unsurları içinde de radikal ve milliyetçi unsurları cemaatleri adına konuşur hale getirmişti. Osmanlı Yahudi Cemaati’nin ihtilâl sonrasında cemaat içi bir darbe ile muhafazakâr hahambaşını görevden uzaklaştırması, Sultan’a baba mbret (baba padişah) şeklinde hitab eden sadık Arnavutların yerini Latin harflerinin kabulü benzeri taleplerle ortaya çıkan Başkimi komitesinin alması, amira sınıfı yerine Daşnaktsutyun’un Osmanlı Ermenilerinin sözcüsü haline gelmesi bu değişimin ilginç örnekleriydi. Dolayısıyla İkinci Meşrutiyet siyaseti, kendi Osmanlıcılık tanımı dışındakileri ayrılıkçılık olarak yorumlayan bir iktidar ile bunu Türkleştirme politikası olarak reddeden milliyetçiler arasındaki mücadeleye dönüşmüştü.
1905 düzenlemesi sonrasında entelektüel Jön Türk hareketinin kutsadığı seçkincilik İttihadçı ideoloji içindeki konumunu muhafaza etmişti. Benzer hareketler gibi Jön Türklük ve İttihadçılık halkın, kitlelerin güvenilmez olduklarını düşünerek “halka rağmen halkçılık” şeklinde tavsifi mümkün bir tezi içselleştirmişlerdi.
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organları, kendilerinin rehberliğini dinlemeyerek ayaklanmayan, aydınlamama konusunda “inat eden” kitlelere yönelik ağır sitemlerle doludur. Gustave Le Bon ve onun kitle psikoloji üzerine kaleme aldığı eserlere dayanan bu “halk aleyhtarlığı” Jön Türk hareketinin ilk evrelerinde etkisi görülen Narodnik idealizmin yerini almıştı. Bu nedenle İttihadçılar halk ile aralarındaki ilişkiyi bir tenvîr-tenevvür (aydınlatma-aydınlanma) faaliyeti olarak mütalâa ediyorlardı. Bu ilişki ise ancak ihtilâl sonrasında anlam kazanacaktı. Çünkü “miskin miskin oturan” rejimin tüm baskılarını “sineye çeken” halka dayalı bir ihtilâl yapılması mümkün değildi. Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in tavsiyesi üzerine 1905 ile 1908 arasındaki Jön Türk propagandası da bu nedenle halkı değil, genç subayları hedeflemeye başlamıştı. Hüsrev Sami, Seyyid Ken’an Bey gibi zabitlerce kaleme alınan “Silah Arkadaşlarıma” başlıklı makaleler bir halk hareketi değil, Cemiyet denetiminde ordu aracılığıyla başlatılacak bir isyanı tahrik etmeye çalışıyorlardı.
1908 İhtilâli’nin en ilginç özelliklerinden birisi bir yandan Hürriyet, Müsâvât, Uhuvvet (bunlara Adalet de ekleniyordu) şiârını ambleminin ortasına koyan bir cemiyetin, diğer yandan da Fransız İhtilâli’nin ve parlamenter rejimin en ağır tenkitlerini yapan Le Bon’un fikirlerini ideolojisinin merkezine yerleştirmesiydi. Tıpkı Le Bon gibi İttihadçı liderler de meclislerin homojen olmayan bir “kalabalık” ve toplumsal ilerleme programı önünde bir engel olduğunu düşünüyorlardı. Enver Bey (Paşa)’in yeniden açılmasını temin için dağa çıktığı meclis hakkında oldukça olumsuz kanaatler serdetmesi ilginçtir. Kendisine göre “vasat” bireylerden oluşan bir meclis, toplumsal mühendislik olarak tanımlayabileceğimiz bir programın uygulanması önünde ciddî bir engel teşkil edebiliyordu. Ama aynı Enver Bey silah tehdidiyle istifanâmesini yazdırdığı Mehmed Kâmil Paşa’ya, bu metne sadece asker değil “ahali” tarafından da istifaya davet olunduğunu ifade eden bir ekleme yaptırırken, bir anlamda, “halk”ın meşrulaştırma alanında ne denli ehemmiyetli olduğunun bilincinde olduğunu vurguluyordu. Yine Ahmed Rıza Bey yeni fikirlere yeterince açık olmayan kitlelere (erken Cumhuriyet liderlerinin de sıklıkla kullandığı bir tabirle) sebükmağzân olarak atıfta bulunurken, halkın programlarına destek vermesinin ne derece ehemmiyetli olduğunun altını çizmekten geri kalmıyordu. Bu misâllere bakıldığında erken Cumhuriyet’in “halka rağmen halkçılık” programının ve halkı aydınlatılması gereken bir topluluk olarak gören yaklaşımının köklerini İttihatçı zihniyette tespit edebilmek mümkündür.
“İnkılâb-ı Azîm” sonrası Osmanlı siyaseti
İttihatçı ideolojinin Türkçü ve seçkinci köklerini incelerken yaptığımız tespitlere karşın, 1908 İhtilâli sonrası siyaseti sadece farklı Osmanlıcılık tanımlarını birbirine kabul ettirmeye çalışan gruplar arasındaki mücadele ve iktidarın aydınlatma faaliyetine indirgemek doğru değildir. 10 Temmuz sonrasında siyaset gerek şekil gerekse de içerik olarak ciddî değişime uğramıştır. Unutulmaması gerekir ki, İnkılâb-ı Azîm sadece bir grup rejim muhalifini iktidara getirmemiş, aynı zamanda yeni muhalefeti de doğurmuştur. Bir anlamıyla modern siyaset bu hareketin ürünüdür. İttihad ve Terakki’nin yanı sıra dönem muhalefeti de pek çoğu Jön Türk hareketine katılmış eski rejim muhaliflerince örgütlenmiştir. Ahrar, İttihad-ı Muhammedî, Osmanlı Demokrat, Hürriyet ve İtilâf fırkaları gibi muhalif örgütlenmelerin de bu gibi bireylerce gerçekleştirildiği, fiilen muhalefetin sembolü haline gelen Sabahaddin Bey’in Jön Türk hareketinin önde gelen simâlarından birisi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. II. Meşrutiyet muhalefeti İttihad ve Terakki’nin iddiasının tersine temelde eski rejime duyulan özlemi değil, baskıcı bir partinin yönetimine duyulan tepkileri dile getiriyordu.
Modern siyaset sahnesini açan 1908 İhtilâli siyasetin biçimi ve onun yapılmasını sağlayan kurumlarda da büyük bir değişimin habercisi olmuştu. Seçimler, temsil kurumları gerçek anlamıyla ihtilâl sonrasında ortaya çıktığı gibi siyaset de bürokratik klikler, tarikatlar ve yerel hânedânlar gibi geleneksel yapılar yerine siyasî partiler aracılığıyla yapılmaya başlanmıştı. Bu söz konusu yapıların ortadan kalktığı ya da etkinliklerin sıfıra indiği anlamına gelmez; ama siyasetin, siyasî partiler aracılığıyla icra edilen bir faaliyet haline gelmesinin önemi göz ardı edilmemelidir.
Bu tür siyasetin en önemli farklılığı belirli talepleri merkeze iletmenin ötesinde onun farklı vizyonlara sahip kurumlar aracılığıyla yapılmasıydı. Ancak bu kurumların en önemlisi olan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kendine has özellikleri bu siyasetin farklı bir bağlamda yapılması neticesini doğuruyordu. Kendisine “cemiyet-i mukaddese”, “ruh-i devlet” benzeri sıfatları lâyık görerek vatan kurtarıcılığı misyonu yükleyen İttihad ve Terakki, bu nedenle muhalefeti vatan hainliği ile eşanlamlı görüyordu. Buna ilâveten kendisini tıpkı erken Cumhuriyet liderliği gibi “tarih yapma” misyonu icrasıyla vazifelendiren İttihadçılık yirminci asrın benzeri partileri gibi toplumsal gelişme reçetesi tekelini de elinde bulundurduğunu iddia ediyordu. Bu zeminde yapılan siyaset ise kolaylıkla bir vatan kurtarıcıları-hainleri mücadelesine dönüşüyordu. İttihadçılar bedava telgraf keşide edebilmek benzeri birtakım ayrıcalıklardan tedricen vazgeçmekle birlikte kendilerinin diğer siyasî örgütlerin üzerinde, vatanın selâmetinden sorumlu bir yapılanma olduğu fikrinden geri adım atmadılar. Kendisini benzer bir misyonun icrası ile vazifelendiren CHF/P gibi İttihad ve Terakki bu nedenle muhalefetin de kendi programını benimsemesini arzu ediyordu. Nitekim ihtilâlin hemen sonrasında toplumun tüm katmanlarını kapsayacak ve her vatandaşın tabiî üyesi olacağı bir örgüt haline gelmeyi düşünen, bu amaçla ulema, kadın ve meslek gruplarına hitap eden şubeler kurduğu gibi, tek yanlı olarak Sabahaddin Bey’in örgütü Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî Cemiyeti benzeri teşkilâtlanmaların kendisine katıldığını ilân eden İttihad ve Terakki, gördüğü tepki karşısında bundan vazgeçmek zorunda kalmış ve dilediği tek parti iktidarını ancak 1913 Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında tesis etmişti. Dolayısıyla, kendi programını kutsayarak onu toplumun yegâne kurtuluş reçetesi olarak mütalâa eden İttihadçılık, bu nedenle muhalefeti kendisiyle eşit, hattâ meşru görmüyordu.
Meclis-i Meb’usan’ın yeniden toplanması amacıyla ihtilâl yapan bir siyasî örgütlenmenin daha sonra bu kurumu dışlayarak ülkeyi “kavânin-i muvakkate” aracılığıyla yönetmesi, seçimleri adaylarının onaylanmasına dönüştürmesi ilk bakışta tuhaf gözükebilir; ama İttihadçılar gibi misyon icrasını temel alan bir örgütlenme açısından bunlar gereksiz ayrıntılar düzeyine inebiliyorlardı. Enver Paşa’ya atfedilen “yok kanun, yap kanun” vecizesinde en mükemmel anlatımını bulan bu yaklaşım aslında İttihad ve Terakki’nin kendisine atfettiği “toplumun yararını takdir tekeli”nin ürünüydü. Tıpkı daha sonra benzer bir tekel oluşturan CHF/P gibi İttihad ve Terakki kendisini siyasetin kendi aracılığıyla yapıldığı bir örgütten ziyade toplumu eğitme, aydınlatma ve ona doğru yolu göstermekle yükümlü bir teşkilât olarak görüyordu.
Kendisi hakkında sahip olduğu bu kanaatin yanı sıra İttihad ve Terakki’nin 1908 öncesi örgütlenme biçimi II. Meşrutiyet sonrasında siyasetin normal koşullar altında icra edilmesinin önünde ciddî bir engel oluşturuyordu. Çeteleri, jandarma teşkilâtı olarak adlandırılan fedaî şubeleri, askerî kulüpleriyle İttihad ve Terakki yasadışı bir para-militer örgüt olarak yapılanmış ve iktidara gelmişti. Bu tür yapılanmaların tasfiye edilerek örgütün normal bir siyasî parti haline gelebilmesi ise oldukça güçtü. Nitekim bazen bizzat merkez-i umumî tarafından bir yük olarak görülmekle birlikte fedaî teşkilâtından vazgeçmek mümkün olamamıştı. Askerlerin siyasetle uğraşmalarını ve bu amaçla cemiyet ve partilere üye olmalarını yasaklayan sonraki kanun değişiklikleri de, Harbiye ve Bahriye nazırlarının cemiyet liderleri olduğu dönemde kâğıt üzerinde kaldı. Fedaîleri olmayan, subayları kapsamayan bir siyasî teşkilât İttihadçılığın inkârı demekti ki, bu bir anlamda eşyanın tabiatına aykırıydı.
Ordu ve siyaset
1908 İhtilâli uzun vâdede, 1826 sonrasında siyaset dışına çıkarıldığı varsayılan bir kurumun yeniden siyasetin temel aktörlerinden birisi haline gelmesi neticesini de doğurmuştu. İhtilâli yapan bizatihi ordu değildi. İhtilâlin son günlerinde kendilerine verilen “çete düzenine geçme” emrine uyan avcı taburları bir kenara bırakılırsa, Resne, Ohri, Grebene, Manastır gibi merkezlerde oluşturulan millî tabur ve alaylar bölgede tanınan, yerel dilleri konuşan zabitlerin kumandasında ihtiyatlar yanında çok sayıda gönüllü ve kanun kaçağından meydana gelen birliklerdi. Hareketin ilerleyen günlerinde Firzovik’teki kalabalığın trenlerle Üsküp’e gelmesi halinde buna müdahale etmeyeceğini ilân eden Üsküp garnizonu gibi tüm birlikler harekete sempati duyduklarını ve desteklediklerini ortaya koymuşlardı; ama hareket bir askerî darbe biçiminde gerçekleşmemişti. Alınması gereken tedbirler konusunda Sultan’ın fikrini sorduğu vükelâ ve bürokratlar içinde en zecrî önlemleri ve Askerî Ceza Kanunu’nun tatbikini tavsiye eden Serasker Mehmed Rıza Paşa başta olmak üzere ordunun üst kademesi iktidara sadıktı. Ancak ordu hiyerarşisini yerle bir eden, bir binbaşının (Ahmed Cemal Bey) ordu kumandanlıklarına getirilmesi uygun görülen erkânın listesini Harbiye Nâzırı’na sunması benzeri gelişmelere yol açan ihtilâl, aynı zamanda Freiherr Colmar von der Goltz’un yeniden düzenlediği Harbiye Mektebi’nden mezun yeni nesil subaylar ile rejime sadık üst kademe ve alaylı zabitân arasındaki bir mücadeleyi de beraberinde getirdi. 1913 sonunda bu mücadele, ezici çoğunluğu İttihad ve Terakki’yi destekleyen, genç subayların kesin zaferiyle neticelendi ve Enver Paşa liderliğinde ordu 1826 sonrasında bir kurum olarak siyasetin temel aktörlerinden biri haline geldi. İttihadçılar orduyu hareketlerinin temel dayanaklarından birisi olarak görmekle beraber “Ordunun İttihad ve Terakki Cemiyeti” değil “İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ordusu” yaratma amacını gütmüşlerdi; bu ise ancak kendi üyelerinin orduya tamamen hakim olarak kurum içi muhalifleri ortadan kaldırmasıyla mümkün olabilmişti. Bununla birlikte ordunun bir kurum olarak iktidara destek vermesi ancak kendi üyelerinin iktidarda bulunması ve ideolojik bir benzeşme koşullarıyla mümkün olabiliyordu. Enver ve Cemal Paşaların iktidarda olmadığı, merkeziyetçiliği desteklemeyen bir iktidarın ordu tarafından desteklenme şansı fazla değildi.
1908 İhtilâli, ordunun siyaset yapımına yeniden aktif biçimde katılımını sağlamasının yanı sıra genç Osmanlı subaylarının çoğu tarafından benimsenen bir fikrin de yeni resmî ideolojinin merkezine yerleşmesi sonucunu doğurmuştu. Bu subayların pek çoğu Goltz’un Türkçe tercümesi ders kitabı olarak da kendilerine okutulan Das Volk in Waffen (Millet-i Müsellahâ) eserinden derin biçimde etkilenmişlerdi. Goltz 1871 sonrası koşulları değerlendirdiği eserinde, biraz Sosyal Darwinist sayılabilecek bir yorumla, gelecek toplumunun ciddî bir yaşam mücadelesi verme durumuyla karşı karşıya kalacağını ve bu nedenle askerlerin bir “millet-i müsellahâ” haline gelmesi gerekli bu yapıda daha önemli roller oynaması gerektiğini savunuyordu. Goltz’un kitabında ele aldığı toplum Almanya idi. Ancak kuramı, Osmanlı devleti gibi sürekli tehdit altında ve toprak kayıpları yaşayan bir yapıya belki daha uygun düşüyordu. Aralarında İttihadçı liderlerin de bulunduğu genç Osmanlı zabitânı yeni Osmanlı toplumunun kendi liderliklerinde bir “Osmanlı millet-i müsellahâsı” haline gelmesini arzuluyorlardı. İttihad ve Terakki’nin para-militer yapısına uygun düşen ve ideolojisinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği bu mefkûre, bilhassa toplumların yaşamında askerî liderliğin ehemmiyetine yaptığı vurgu nedeniyle Cumhuriyet döneminde de önemini muhafaza etmiştir.
Bir asır sonra
1908 İhtilâli, İşkodra’dan Basra’ya ulaşan bir coğrafyada siyaset yapımından entelektüel tartışmaya, gazetecilikten değişik toplumsal örgütlenme biçimlerine uzanan alanlarda büyük bir değişim yaratmıştır. Siyasal partiler, seçimler, milliyetçi kulüpler, feminist dernekler, işçi sendikaları, sosyalist, milliyetçi gençlik örgütleri, Garbcı, İslâmcı yayın organları gerçek anlamlarıyla bu dönemde ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla 1908 İhtilâli, Osmanlı tarihindeki en önemli kırılma noktalarından birisini teşkil eder. İnkılâb-ı Azîm kendinden önceki dönemi o denli kalın çizgilerle bir devr-i sabık haline dönüştürmüştür ki, II. Abdülhamid çağı âdeta yakın tarihin bir parçası olmaktan çıkmıştır. İhtilâl aynı zamanda söz konusu coğrafyada, en azından dört yılı aşkın bir süre için çoğulculuk, hür basın, temsil benzeri uygulamaların ilk defa uygulanması sonucunu doğurmuştur. Olağanüstü koşullar altında geçen Mütareke dönemi bir kenara bırakılırsa, 1913’ten sonra bu düzeyde basın özgürlüğü ve temsil için Türkiye’de kırk yıla yakın bir süre beklemek gerekmiştir. Bu coğrafyada oluşan bâzı ülkelerde ise bir asır sonra dahi bunların tekrarını görebilmek mümkün olamamıştır.
Bu olumlu yanlarının yanı sıra İnkılâb-ı Azîm süreç içerisinde 20. asrın yaygın örgütlenme ve siyaset biçimi olan baskıcı tek parti iktidarını Osmanlı coğrafyasına getirmiş ve bu iktidar bilhassa 1913 sonrası siyasetleriyle topluma ciddî travmalar yaşatarak Osmanlı’nın dağılmasına ivme kazandırmıştır. Günümüzde karşılaştığımız her türlü siyasî sorunun kökeninin bu yönetim olduğu iddiası şüphesiz abartılı bir yaklaşımdır. Ama 1908 İhtilâli’nin iktidara getirdiği asırlık ideolojinin, geçirdiği evrime karşın, günümüz Türk toplumunda hâlâ etkili olabilmesinin yarattığı sorunları da göz ardı etmek kolay değildir.
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=721606&title=yorum-msukru-hanioglu-bir-asir-sonra-inkilâbi-azîm-2