Levent Tezcan

İktidar ilişkileri, bilgi biçimleri ve “benlik teknikleri” üzerine zengin araştırmalardan oluşan düşün uğraşını, Michel Foucault kendisi üç temel soruya cevap arayışı olarak sınıflandırmakta.
 1) “Kendimizi [benliğimizi] ötekilerin dışlanması yoluyla, dolaylı bir biçimde nasıl kurduğumuz”; Delilik ve Toplum, Suç ve Ceza, bu sorunsallaştırma etrafında dolaşmaktaydılar.
2) “Antik çağdan günümüze kadar uzanan bir zaman sürecinde gelişen etiksel benlik teknikleriyle kimliğimizi doğrudan nasıl yarattığımız”; Birliğin Teknolojileri ve Bilme İsteği; Cinsellik ve Hakikat’in tartıştığı sorun.
3) “Bireylerin siyasal teknolojisi aracıyla, kendimizi toplum olarak algılamaya nasıl vardığımız; yani sosyal bir bünyenin, bir ulusun, bir devletin parçası olarak.” (Her üç alıntı da: Foucault 1993: 169)
 
Benim tartışmak istediğim soru, üçüncüsü. Sorunun içerisinde aynı zamanda, verilecek cevabın öncülleri de saklı bulunmakta. İnsanlar kendilerini, tarihin her zamanında (en azından bizim anladığımız biçimde) aynı biçimde bir toplumun parçası olarak algılamamışlardır. Bir ulusun üyesi olmak, bir devletin parçası olarak yaşamak, daha geniş ifadeyle sosyal bir bünyenin uzvu olmak aynı şekilde her tarihsel insan topluluğu için aynı biçimde geçerli olmayacaktır; çünkü bu olgu ve kavramların kendileri tarihsel bir karaktere sahiptirler. Yine bu soruyla, daha baştan baskın bir düşünce sistemine karşı da konum belirlemesi yapmış olunuyor: Bir toplumda geçerli iktidar ilişkilerini, evrensel prensipler yoluyla değil (mesela sözleşme teorisinde olduğu gibi), Foucault’nun tarihsel ontoloji olarak anladığı biçimde, bizzat böylesi açıklamaları da tarihsel bir varoluş çerçevesine oturtarak incelemek.
 
Bu yazıda, Foucault’nun söz konusu soruyu tartıştığı bir incelemesini kısaca tanıtacağım. Kanımca, kendimizi özgün politik teknolojiler yoluyla, bir toplumun ya da siyasal bir bütünlüğün parçası olarak algılamaya vardığımız tezi üzerinden dolayımlanarak, resmî ideoloji tartışmasının dışında olması da, en azından ona paralel bir alanda iktidar ilişkilerinin kuruluşu üzerine tartışılabilir. Resmî ideoloji üzerine yürütülen tartışmanın gereksizliği gibi bir sonuç çıkmayacağını belirtmeye gerek yok. Yalnızca; eleştirmenleri tarafından resmî ideoloji diye tanımlanan bir olgunun da doğuşunun somut tarihsel koşullarının gösterilebileceği bir tartışmanın yollarını aramak istiyorum.
 
Eğer resmî ideoloji ile betimlenen fenomeni, tarih dışı bir anlayışla ‘her siyasal yapı, içerikleri ne kadar farklı olsa da sonuçta resmî bir meşrûiyet öğretisine ihtiyaç duyar’ tarzında kaba bir bakışla açıklamak istemiyorsak şu soruyla başlamak anlamlı olacaktır: Türkiye’nin yaklaşık son 250 yıllık modernleşme tarihinde bireylerle iktidar arasındaki ilişkilerde ne türden değişiklikler meydana gelmiş olmalı ki; devlet denen, meşrûiyetini kozmolojik hempalara ihtiyaç duymadan, kendi kendisinden alan, belirli bir insan kümesini ortak aidiyetler etrafında organize eden, sürekli teyakkuz halinde tutan (milliyetçilik) ve hayatın her alanına düzenleyici olarak müdahale eden, en nihayetinde de belirli tarihsel özgül koşullar altında resmîyet taşıyan bir ideoloji doğuran/besleyen bir özne ortaya çıkmıştır? Söz konusu olan, modern Türk devletinin soykütüğü; daha somuta inmek gerekirse, hangi tür siyasal teknoloji üzerinde yükseldiği sorusudur.
 
II
 
“Bireylerin siyasal teknolojisi” adlı makalesinde Foucault, o ana kadar gözardı ettiği, ya da en azından çalışma tasarımında uygun bir teorik çerçeveye oturtamadığı bir konuyla uğraşıyor. Her ne kadar, iktidarın kendini yalnızca yasaklar ve sınırlamalar koyan negatif bir makam olmakta tüketmediğini, tam tersine modern iktidarın (özgün bir billurlaşması olarak hükümeti de içine alan daha geniş bir kavram) çarpıcı yanının üretken olmasında yattığını vurgulamışsa da, beden üzerine yoğunlaşan disiplin tekniklerinin ve dışlama/kapatma yollarının ötesine geçen açıklamalar bulmakta zorlanmıştır. Siyasal teknolojilerin analiziyle ortadan kaldırılması hedeflenen asimetrik durum, en bariz biçimde özneleştirme teknikleriyle devlet oluşumu arasındaki ilişkinin kavranmasında kendini ele vermekteydi:
 
“Toplumumuz içerisinde devletin rolü çözümlenirken, dikkatler çoğunlukla ya kurumlara -ordu, sivil korporasyonlar, bürokrasi vb.- ya bunları yöneten insanlara; ya da amaçları devletin varlığını temellendirme ve meşrûlaştırmak olan kuramlarla ideolojilere yönelmekte. Bense buna karşın, yeni siyasal rasyonaliteye ve sosyal varoluşla birey arasındaki ilişkiye somut şeklini veren teknikler ve pratiklerin peşindeyim” (Foucault, 1993: 177).
 
Sözü edilen siyasal teknikleri, Foucault “yönetim” teknolojisi ile ilişkilendirmekte. Yukarıda ikinci soru etrafında kümelenen çalışmalarının nesnesi olan benlik teknikleriyle, yani özneleştirme biçimleri ile üçüncü araştırma alanının konusu olan devlet oluşumu arasında kurulabilecek bağıntı da bu sayede açıklık kazanmakta. Sözü edilen yönetim teknolojisi köken olarak Hıristiyan geleneğindeki pastoral tekniğe uzanmakta. Din adamı ile inananlar arasındaki ilişkiyi, çoban – sürü metaforu üzerinden kuran pastoral teknik, her ikisi arasında bilgi ve iktidarın özgün bir bileşimi olacak bir ilişki geliştirmiştir. Çobanın görevi sürüyü selamete, refaha götürmektir. Hedefe ulaşılması bu ilişkinin işlemesine, o da çobanın sürünün tek tek her ferdi hakkında bilgi sahibi olmasına bağlanır. Papazla yönetiminden mesul olduğu inananlar arasında, ikincileri sıkı bir hakikat yükümlülüğü altına sokan paradigmatik bir bilgi-iktidar ilişkisi kurulur; inananların, çobana kendileri üzerine sürekli hakikatı anlatma yükümlüğü duymaları ise itiraf kurumu üzerinde garanti altına alınır. Böylelikle, papazla sıradan müminler arasındaki ilişki kurumu günah çıkartma pratiğinde tüketmez, hakikatın iletilmesine endekslenmiş olması dolayısıyla yönetenle yönetilenler arasında, ikinciler açısından bir hakikat yükümlüğü yerleştirir ve dolayısıyla bunları kendilerini sürekli kontrol altında tutmaya sevk eder. Modern siyasal teknoloji olarak yönetim, pastoral tekniğin Ortaçağın sonuna doğru manastır duvarlarını terk etmesi, yani dünyevileşmesiyle aynı bağlam içerisinde yer almakta.

III
 
Pastoral tekniğin dünyevileşmesinin siyasal düzeydeki etkileri ve bilgi biçimleriyle ilişkisine girmeden, metodolojik kaygılarla bir ara söz sanırım yerinde olacaktır. Hıristiyan gelenek üzerinde yükselen bir yönetim teknolojisinin, Müslüman gelenekle örülmüş Türkiye toplumundaki kullanımı üzerine bir tartışmada, er ya da geç, olası bir (muhtemelen İslâmcı motiflerle bezenmiş) itirazı öngörmek sanırım pek yanlış olmayacak. Modernleşme dönemi Türkiye toplumunun problemlerini, Tanzimat’tan itibaren izlenen Batılılaşma rotasında gören bir anlayış; ya da geleceğe yönelik kuruluş projesini İslâm’ın da dışında bir Ortadoğu geleneğinin “zengin” mirasının verimli bir kullanımında arayan başka bir olası anlayış açısından; ya da ikincisine yakın bir çizgiden kalkarak, Avrupalı olmayan uluslar için kendilerine özgü bir kalkınma yolu bulmayı öneren Üçüncü Dünyacı bir çizgiden bakıldığında, modern siyasal teknolojinin ve onun billurlaşması olan modern devlet anlayışının (reddi anlamında) bir eleştirisi düşünülebilir.
 
Bu türden bakış açılarının dayanacağı metodoloji ise, kural olarak karşılaştırmalı kültür araştırmaları olacaktır. Çünkü, modern rasyonalitenin dışından bir eleştiri, ancak toplumsal oluşumları (son zamanlarda belirli bir tutarlı kültürün yoğunlaşmış ifadesi olarak düşünülen), sosyal olanın içsel gelişiminin sonucu olarak görmekle mümkün olacaktır; ki varılan güncel gelişmenin sorumlusu olarak tutulan ithal programlar, düşünce sistemleri ve davranış biçimlerini ‘yabancı menşeli, bu topraklara uymuyor’ diye reddetmek mümkün olabilsin. Sosyal olanı kültürel bir tutarlılığa ait içsel mekanizmaların ürünü olarak açıklama yerine, kendini dayatan bir dünya toplumu (kavram Luhmann’ın sistem teorisinden ödünç alınmıştır) içinde, belirli bir ortamda doğan kültür tekniklerinin sosyal, siyasal ve ekonomik rekabetin dayattığı zorunluluklarla, düşünsel etkileşimler yüzünden başka kültürel geleneklere sahip toplumlarda uygulamaya sokulması yolunu tercih etmek daha doğru olacaktır. Yani, karşılaştırmalı kültür araştırmaları yerine kültür-aşırı araştırmalar. Böylelikle Max Weber’in, kuşkusuz önemi küçümsenemeyecek “Neden sanayi Kapitalizmi Hıristiyan-Protestan geleneği olan yerlerde çıkmıştır; neden diğer dinlerin modern rasyonaliteyi doğurma kapasiteleri yoktu?” sorunsalı üzerine kurulmuş araştırma perspektifini, “Batılı tekniklerin diğer kültürel coğrafyalara girişi nasıl olmuştur; hangi tür sosyal ilişkilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır? vb.” yönünde kaydırmak yerinde olacağı gibi, globalleşme tartışmalarının kültürel boyutu da göz önüne alınmış olacaktır. Kültür karşılaştırmaları, ancak böylesi bir kültür-aşırı yöntem üzerine eklendiğinde, günümüz gelişmelerine denk düşecek açıklamalar meydana getirebilir.
 
IV
 
Metodolojik kaygılara dayanan bir ara sözü burada kesip konumuza dönelim. “Ruhların yönetimi”nden yönetimin özel bir biçimi olan siyasal yönetime geçiş, aynı zamanda daha önce siyasal tahayyülde rastlanmayan bir sorunun doğuşuyla işaretlenebilir: Yönetimin alanı ve nesnesi nedir ve hangi tip rasyonaliteye göre yönetilmelidir? Foucault’ya göre bu sorular, gerek Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin “adil bir yönetim nasıl olmalıdır?”, gerekse de Machiavelli’nin “akıllı bir prens neler yapmalıdır?” sorularının kapsamının ötesinde yerini bulan yeni bir nesne alanının doğuşuna işaret etmektedirler. Yönetim sorununa 17. ve 18. yüzyılda verilen cevap, Staatsraison [Devlet Aklı, Devlet Hikmeti] olarak tanımlanan, keyfî yönetimi çağrıştıran bugünkü anlamının tam karşıtı beklentilerle geliştirilen bir tekniktir. Staatsraison’la kastedileni kabaca tasvir etmek gerekirse: Devletin gücünü arttırmak için, kaynaklarını ortaya çıkartacak; dinden ekonomiye, sanata, sağlık hizmetlerine ve özellikle de eğitime, kısaca hayatın her alanına düzenleyici olarak müdahale edecek bir bilgi ve teknikler bütünüdür. Burada en önemli nokta, amacın sonuçta devletin gücünü arttırmak olmasıdır. Staatsraison aynı zamanda -kavramın günümüzdeki dar anlamını aşacak bir biçimde- Polis Devleti geleneğinin özellikle (Almanya ve Fransa örnekleri için geçerlidir) köşe taşlarını koymuştur. Aynı tarihsel dönem öte yandan Polizeywissenschaft [Polis Bilimi] örneğinde, bilgi ve iktidar ilişkilerinin özgün bir içsel bağıntısının kurulduğuna şahit olmuştur. Tanrının krallığını yeryüzünde kurmak, bütün devletleri doğru inanç altında birleştirmek, tanrının kılıcı olmak vs. türünden eskatolojik yüklerden kurtulmuş devlet, kendisini artık sürekli rekabet halinde bulunacağı, varlıklarını tanımak zorunda olduğu (modern diplomasinin doğuşu ve kurumsal yerleşimi bu döneme düşer) bir devletler camiası içinde görecektir. Devletin kaynaklarını tespit etmek ve en verimli biçimde kullanmanın yollarını aramak, ayrıca modern diplomasinin de yardımıyla komşu devletlerin gücünü sürekli gözlem altında tutmak hedefine uygun olarak, istatistik, Polizeywissenschaft’ın en önemli teknik aracı konumuna yükselir. Kısaca özetlersek, siyasal yönetim teknolojisinin önemi, ne tanrının hikmetine, ne de prensin ratio’suna dayanmıyor oluşunda yatıyor.2
Staatsraison’un gelişimi, Foucault’nun tasvirine göre üç aşamada yaşanmıştır. Öncelikle bir ütopya olarak Louis Turquet de Mayenne’nin La Monarchie aristo-demoratique [Aristo-Demokratik Monarşi] adlı kitabında görünmekte. Turquet’e göre polisin görevi “vatandaş saygısını ve kamu ahlâkını teşvik etmek” olmalıdır (Foucault, 1993: 178). Rasyonel yönetimin ütopyası, 1) eğitim; 2) yoksullar, yetimler, dullar, yardıma muhtaç yaşlılar; 3) metalar ve manifaktür ürünleri; 4) gayrı menkuller, özel mülkiyet, miras işleri, bağışlar/vakıflar, alım-satım, sokak ve nehirler, kamu binaları vs. için dört ayrı polis dairesi öngörmekteydi.
 
Yönetim teknolojisinin konusu, o halde artık hukuki-söylemsel modelin uğraştığı egemenle hukuksal bir ilişki içerisinde bulunan özneler değil de; çalışan, yaşamını sürdüren ve ekonomik edimde bulunan bireyler olacaktır.3
 
İktidarın yeni nesnenin ne olduğu, yönetim teknolojisinin tarihinin ikinci aşamasında daha bariz bir hal alıyor. Foucault, burada 1705 basımlı, N. Delamare tarafından Fransız devlet memurları için hazırlanmış bir kılavuza başvurmakta. Söz konusu kitap onbir alt bölümden oluşmakta, her bir bölümde polisin ilgilenmesi gereken yaşam alanı tasvir edilmekte: Din, ahlâk, sağlık, iaşe, cadde ve kentsel yapılar, kamu güvenliği, güzel sanatlar, ticaret, fabrikalar, hizmetliler ve fabrika işçileri, nihayet yoksullar. İktidar kendini artık, öldürme ve yaşamasına izin verme temelinde bir tasarruf hakkına sahip olmakla sınırlamayarak, nüfus ve toplum kavramlarına en ince ayrıntılarına kadar düzenleyici olarak müdahale etme hak ve yükümlülüğünü taşıdığı yeni nesnelerini bulmuş oluyor. Nüfustan, sadece ya da öncelikle kralın/sultanın vergi saldığı ve asker temin ettiği kaynak/tebâ olarak söz etmek zorlaştıysa; bunun yerine devletin organize edeceği, ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü olduğu canlı varlıklardan oluşan bir büyüklükten bahsetmek gerekiyorsa, artık bu ödevleri üstlenen devletin de kendisinden önceki devletten radikal bir kopuş teşkil ettiği aşikârdır.
 
Devletle nüfus arasındaki iktidar ilişkisi, bir yandan mekanik beden üzerinde yoğunlaşan disiplin teknikleriyle, diğer yandan ise nüfus politikaları, sigorta ve sağlık hizmetleri, eğitim, istihdam vb. türü düzenlemeler üzerinde (Foucault’nun deyimiyle ikisi de Bio-iktidarın parçalarını oluşturmakta) yükselir.
 
Staatsraison’un gelişimindeki üçüncü aşama, kendisine epistemolojik bir alan edinmesi, Polizeywissenschaft adı altında ayrı bir bilim dalı olarak yerleşmesi olarak ifade edilebilir. İnsan bilimleri ve sosyal bilimler bu gelenek bağlamında kurulan bilgi ve iktidar ilişkisi temelinde ortaya çıkmışlardır.
 
Disiplin teknikleri ve devletin yoğun müdahalelerinin arzulanan verimi göstermediği kaygılarıyla bağıntılı olarak, liberal tekniklerin ilgi çekmeye başladığını görüyoruz; yani polis devletinden liberal devlete geçişi. Foucault, liberal düşüncenin teorik ve ideolojik boyuttaki gelişiminin sonucu olarak değil de, yönetim tekniklerinin kullanımı ve verimliliği üzerinden açıklamayı yeğliyor (birincisini inkâr etmeden). 17. yüzyılın polis devleti anlayışının karşısına, 18. yüzyıl, siyasal aklı, kârı azamileştiren bireylerin ekonomik edimine bağlayan liberal governmentality [hükümet etme] çıkarır. Buna karşın, 19. yüzyıl sosyal sorunun ağırlığı altında sınıf çatışmalarıyla çalkalanır, yönetim teknolojileri de buna uygun olarak sosyal güvenlik teknikleri yönüne doğru kayma gösterirken (Lemke, 1997: 35); 19. yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl Batılı toplumlarında sosyal ilişkiler ve dayanışma biçimleri, büyük oranda sigorta anlayışı etrafında, kaza hesapları ve kazaları asgarileştirmenin teknikleri üzerine yoğunlaşır. Ewald’ın (1993) deyimiyle sigorta toplumları. Bir süreden beri ise sınıf çatışmalarının da büyük oranda etkisiyle düzenlenen yeni iktidar ilişkileri üzerinde yükselen sosyal devlet tekniklerinin, globallik söyleminin de stratejik olarak kullanımıyla desteklenerek çözüldüğü bir süreci yaşamaktayız.
 
V
 
Türkiye’de modernliğin macerası üzerine tartışmalarda, ağırlık anlaşılır nedenlerden dolayı ulusal devlet ve kimlik üzerine tartışmalara veriliyor. Modern devlet konusu esas olarak ideoloji boyutunda, milliyetçilik üzerinde ulusal kimliğin kurulması ve devletin bu temelde örgütlenmesi olarak ele alınıyor. Haliyle, seçilen analitik perspektif milliyetçi ideolojinin eleştirisiyle buluşuyor, hattâ yönelimini bu eleştiri hedefine borçlu bulunuyor. Milliyetçi ideoloji, öte yandan öncelikle devlet kurumları aracılığıyla iletildiğinden, milliyetçiliğin eleştirisi resmî ideolojinin eleştirisi programına akıyor. Modern devletin Türkiye’de gelişimi konusunu, Foucault’un yukarıda tanıtmaya çalıştığım yöntemi doğrultusunda yönetim teknolojileri üzerinden açıklamak mümkün müdür? Bir topluluğun ulus olarak organize edilmesi için, devlet anlayışında ve devletle hükmettiği topluluk arasındaki ilişkiyi algılayış biçiminde kökten bir değişikliğin meydana gelmiş olması gerekmiyor mu? Aşağıda bu sorulara cevap arayacağım.
 
Modern Batılı toplumlarda işleyişe giren siyasal rasyonalitenin bilgi ve iktidar arasında kurduğu özgün ilişki 19. yüzyıl Osmanlı yenilikçilerinin gözünden kaçmamıştı. Ali Suavi’ye göre “siyaset ilminin kaynağı coğrafya, iktisat ve ahlâktır” (Ülken, 1979: 80). Aslında, daha meşrûiyet temeli olarak bilime başvurmadan önce, iktidarın temellerinin din üzerinden meşrûlaştırılması denemeleri sonucunda (mesela Abdülhamid zamanında) klasik Osmanlı egemenlik anlayışından bir uzaklaşma görülür.4 Egemenliği bilime dayandırmanın her şeyden önce pratik zorunlulukların sonucu olarak açtığı yeni eylem alanında, aslında iktidarın hedefi ve nesnesi konusunda da bir kaymanın gündeme geldiğini değişik kaynaklar üzerinden incelemek mümkün: Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset makalesi, Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları gibi daha çok siyasal düşünceye dahil edilecek kaynakların yanında, belki de daha önemlisi, bizzat yönetim pratiğinden gösterilecek belgeler olabilir.5
 
Akçura’nın önemini, yalnızca Türk milliyetçiliğinin temellerinin kendini köken bağında bir aidiyet olarak tanımlamasında aramak yanlış olacaktır. Daha da önemli sayılacak bir biçimde, yönetim ve kimlik sorununun rasyonel bir hesap işleminin konusu olmasının koşullarının doğduğunu görürüz. Akçura kendisinin de içinde yaşadığı döneme damgasını vuran, paradigmatik önemdeki bir soruyu formüle eder: “Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?” (s.36)
 
Osmanlıcık, İslâmcılık ve Türkçülük olarak tanımlanan üç siyaset tarzının hangisinin daha yararlı olacağı, hangisinin izlenmesi gerektiği, söz konusu makalede Akçura tarafından tabiri caizse bir muhasebeci ya da bir işadamı tavrıyla tartışır. Tartışan özneyi doğrudan ilgilendireceğini düşünebileceğimiz akımların, kâr-zarar mantığıyla tartışılması ancak kendileriyle bunların arasında bir seçim yapma konumunda bulunan özne arasında araçsal bir ilişkinin doğmuş olmasıyla mümkün olabilir. Gerçekten de Akçura’nın metni boyunca kimlik sorununa bir çözüm aranırken, Osmanlı Devleti’nin kazancı ve çıkarları kriter olarak kullanılmakta. O halde, sözü edilen ve rasyonel bir biçimde hangi kimliği taşıması gerektiği sorulan Osmanlı Devleti’ni Osmanlı hanedanıyla, yani klasik dönemin sultan mülküyle özdeş tutmak, bizi yeni devletin doğasını hakkıyla kavramaktan mahrûm bırakmayacak mı?
 
Akçura’nın Osmanlı Devleti’nin, sultanın mülkü olmanın ötesine sıçramış olduğunu söyleyebileceğimiz gibi, tarih sahnesine kendisiyle beraber sürüklediği yeni bir özne-nesneyle de içsel bir ilişki içine girdiğini vurgulamak gerekiyor: Yeni özne-nesnenin adı Toplum’dur. Devletin düzenleyici tedbirlerinin konusu olduğu gibi, aynı zamanda devleti ayakta tutması beklenen toplum, bizzahiti var olma kavgası veren diğer potansiyel rakip toplumların ortasında kendi menfaatlerini dayatmaya çalışacaktır. Kozmolojik meşrûiyet bağlarından arınmış toplumun menfaati, kendini ancak totolojik bir formülde, yani kendine ve kendisinin devletine gönderme yaparak ifade edilebilirdi: “Her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini arttırmada buluyor” (Akçura, 1976: 26).
 
Anlaşılacağı üzere, bahsi edilen, artık sultanın/halifenin kuvveti olmadığı gibi, menfaatini gözeten de sultan değil, tarihin yeni öznesi olan cemiyettir. Sultanın kendisi, bahsedilmese de, bir araç-amaç ilişkisinin parçası haline gelmiştir. Akçura’nın düşüncesinde ifade bulan, yeni yönetim teknolojisi diyebileceğimiz bu anlayışın ifadesini bariz biçimde bulduğu siyasal pratiğe bir örnek olarak 1908 Jöntürk darbesini görürüz. Kendinden önceki yeniçeri ayaklanmalarından ve saray entrikalarından farklı olarak, 1908 devlet darbesi varlığı ve meşrûiyeti kendinden menkûl bir devletin varoluş kavgasını dile getirir.6
 
Bir yandan sultanın varlığından göreceleştirilmiş ve kimliklerin hizmetine koşulduğu bir devletin; öte yandan bu devletin desteğine ihtiyaç duyduğu ve refahından sorumlu olduğu bir toplumun doğuşuyla açılan tahayyül alanında Osmanlılık, Türkçülük ve İslâmcılık arasından hangisinin en uygun araç olduğu sorununu tartışmak tahayyül edilebilir olacaktır. Dikkati çeken nokta, hangi yolun adil bir düzen vaadettiği, ya da sultanın hangi yolu seçmesinin tahtı için akıllıca bir iş olacağı değil de, Osmanlı Devleti’nin ve cemiyetin kuvvetine hangisinin daha yararlı ve hangisinin uygulanabilir olacağının tercih kriterini oluşturmasıdır. Buna göre Osmanlıcılık Osmanlı Devleti’ne en yararlı siyaset tarzı olarak kalifiye edilecek, ama uygulama şansı olmadığından tercih edilmeyecek; İslâmcılık daha çok dış güçlerin izin vermeyeceği bir yol olarak, en iyi ihtimalle uzak bir gelecekte gerçekleşmesi arzulanan bir seçenek olarak rafa kaldırılacaktır. Her ne kadar Osmanlı Devleti’ne yalnızca yarar getirmese de, Türkçülük dünya siyasetinin tarihsel gelişim seyrine en uygun yol olarak değerlendirilir.7
 
Akçura’nın görüşleri, her ne kadar Staatsraison denen hükümet tekniğinin mantığı bağlamında dolaşsalar da odak noktasını daha çok kimlik kurgusu teşkil etmekte, buna karşın somut yönetim teknikleri üzerine buradan henüz bir şey öğrenilememektedir. Burada üzerine değinilen sorunsalın ipuçlarının asıl yakalanacağı yer kuşkusuz, siyasal kurumlar ve fikirlerden ziyade, somut yönetim pratiği olacaktır. Ben yine de önce başka bir fikir adamına değinmek istiyorum. Kendisine devlet tarafından form verilmesi düşünülen toplum denilen bu büyüklüğe uygulanacak tekniklerin nasıl bir programatik çerçeve içerisinde düşünülmesi gerektiği, Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabında yakından izlenebilir.

VI
 
Gökalp’in Türk siyasal tarihindeki önemini yine bu yazıda izlenen yönteme uygun olacak şekilde, Türk milliyetçiliğinin ideolojisini yapmış olmasının ötesinde sorgulamaya çalışacağım. Önemi iki noktada ayrımlandırılabilir. 1) Devletin hangi kurumsal yapılar ve pratikler temelinde kurulması gerektiğini tek tek özgül konular çerçevesinde tartışması. Dil, ekonomi, kültür, adalet gibi her alanın devletin düzenleyici eline teslim edilmesinin sistematik olarak konması. (Her ne kadar Gökalp, Türkçülerin faaliyetini, milletin eğitileceği bir kültür programı olarak görse de, bu programın uygulayıcı adresi olarak devletin düşünüldüğü aşikâr.) Mesela, dilde Türkçülük programı çerçevesinde lehçelerden arınmış, ülkenin her yerinde aynı biçimde yazılıp konuşulan, dahası bizzat devlet tarafından yürütülen merkezî bir eğitim sisteminin en ücra köylere kadar uzanan okullarında geliştirilip korunan Türkçe dili, özlemi duyulan modern devletin rasyonalitesinin işleyişi hakkında önemli ipuçları verir. Aynı program çerçevesinde dinin anlamı ve yerinin de yeniden belirlenmesi; organik bir bütün olarak düşünülen toplumun ahlâkını korumak ve geliştirmek işleviyle yüklenmesini de dile getirmek gerekir. Meslek odalarının, tarih ve dil kurumlarının kurulması taleplerini de bu çerçevede anabiliriz.
 
2) Tek tek alanlara ilişkin görüşlerinin ötesinde, bizzat sosyal olanı sistematik bir programın nesnesi olarak görmesi ve bunu sosyoloji biliminin araçlarıyla analiz etmesi, Gökalp’ın, kökleri kendisinden öncesine giden modern yönetim teknolojisinin tarihî gelişimindeki önemini göstermekte. Kuşkusuz klasik Osmanlı dönemi sultanları da, ta ilk dönemlerinden bu yana sürekli alimleri ve sonraları bilimadamlarını danışman olarak kullanmışlardır, ama yine de tek tek ıslahat hareketleri ve düzenlemeleri dışında, bilgi ve iktidar arasında üretken bir ilişkinin programını yaptırdıklarından söz etmek mümkün olmayacaktır. Böylesi bir gelişme, negatif olarak işleyen klasik dönem egemenliğinden, üretken iktidar anlayışına geçildikçe mümkün olabilmiştir.
 
VII
 
Siyasal ve bilimsel kuramlarda izleri sürülebilecek bu türlü dönüşümler, aslında kendilerinden önce idari yapıda meydana gelen pratik düzenlemelerden ayrı düşünülemez. İktidar ağındaki değişimleri, biraz fazla basit bir biçimde, birtakım siyasî ya da felsefi görüşlerin pratiğe uygulanması olarak düşünmediğimizde, Türkiye coğrafyasında yeni iktidar tekniklerinin uygulamaya konuşunun tarihiyle ilgilenmek yerinde olacaktır. Ben burada yalnızca, bu işi oldukça doyurucu biçimde yapan İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in (1990/91) görüşlerini, yazımda tartıştığım sorunsalın bağlamına oturtmaya çalışacağım.
Klasik Osmanlı döneminin negatif iktidar pratiğini, dönemin imar anlayışında göstermek mümkün. Tekeli ve İlkin’den öğrendiğimize göre, klasik imar anlayışı şenlendirmek (insanları bir bölgeye yerleştirmek) ve imar etmek olmak üzere iki boyutu içermekteydi. Şenlendirmenin amacı, bir yandan tarımsal üretimi/artı-ürünü arttırmak, diğer yandan ise ticaret yollarının güvenliğini sağlamak oluyordu. Böylelikle vergi geliri sağlanacak ve asker gücü arttırılacaktır. Ülkenin imarıyla kastedilen de, yine sultanın mülkünün imarından öteye gitmeyecektir. “Halkın refahına ilişkin doğrudan bir referans yoktur” (Tekeli/İlkin, 1990/91: 162). Üretken iktidar pratiklerinin geliştirilmesinin bir dönüm noktası olarak Gülhane Hatt-ı Hümayun (1838) metninde geçen “Mülk ve milleti ihya etmek” anlayışına dikkat edilmeli. Tekeli ve İlkin’in araştırmalarına dayanarak, anlayıştaki bu değişiklikle bağıntılı olarak nüfusa yönelik bir dizi düzenleyici uygulamanın gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim, kuruluşu aynı yıla denk düşen “Meclis-i Umur-u Nafia”nın görevleri arasında okulların ıslahı, çocuk düşüklerinin azaltılması vb. sayılmaktadır (Tekeli/İlkin, 1990/91: 163). İhya edilmesi hedefiyle, bakım ve eğitiminden devletin sorumlu olduğu bir nüfus anlayışının doğması madalyonun bir yüzüyse; diğer yüzünde devletin de, ortaya çıkan yeni ödev çerçevesinde bir dönüşüm geçirdiğini vurgulamak gerekir. “Menafi-i umumiye” (165) ödeviyle yükümlü kılınan yönetim teknolojisinin izlerini, nezaretlerin kurulmaya başlaması örneğinde olduğu gibi “özel bir bürokratik örgütlenme”ye (164) geçilmesinde bulabiliriz.
 
İktidar pratiklerindeki böylesi bir radikal dönüşümün, bilginin üretilişiyle kuracağı ilişkilerde de önemli değişiklikleri zorunlu kılacağı ise, daha önce yalnızca askerî amaçlar çerçevesinde işleyen mühendisliğin, “Mühendishane-i Mülkiye” mektebinin kurulmasıyla artık bayındırlık işleriyle uğraşacak sivil bir meslek (165) niteliğini kazanmasında görülebilir.

VIII
 
Her ne kadar Staatsraison olarak tanımlanan rasyonel yönetim sanatı, yönetim teknolojisinin başlangıcını teşkil etse de, öte yandan devlete verilen bu derece yüksek önem, bireylerin entegrasyonu ve yeni iktidar ilişkilerinin yerleşmesinin önünde bir engel olmaya başlayacaktır. Sosyal devlet tekniklerinin gelişmesi, özellikle sosyal sigortalar ağının kurulmasıyla Batılı toplumlarda toplum üyelerine katlanılabilir bir yaşam standardı sağlanmış, bu sayede sınıf çatışmalarının patlayıcı etkisi yumuşatılmıştır.
 
Burada bahsi edilmeyen, ama modern iktidar ilişkilerinin yerleşmesinde gözardı edilemeyecek rolü bulunan disiplin teknikleri (son zamanlarda etkisi belki de kısmen azalmış olabilecek “askere gitmeyen adamdan sayılmaz” sözünde, toplumsal olarak üretilen tarihsel “adam tipi” bağlamında düşünüldüğünde, bir hakikat payı yok değil) klasik iktidar ilişkileri temelinde varlığını sürdüren baskı mekanizmaları ve ideolojinin devlet eliyle yoğun biçimde uygulanması ile yönetim tekniklerinin Türkiye toplumunda güdük kalışı arasındaki olası ilişki üzerine kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. Resmî ideoloji denen olgunun ağırlığı ve devlet müdahalesinin yoğunluğu, işlevsel açıdan düşünüldüğünde belki de liberal ve sosyal güvenlik tekniklerinin zayıflığını kompanse etmekte. Yusuf Akçura’nın hangi kimliğin devlet eliyle dayatılması gerektiği doğrultusundaki sorunsalına, Ali Kemal’in verdiği cevap söz konusu gerilimin modern Türkiye tarihinin ta başından beri var olduğunun bir kanıtı olarak okunabilir: “Bir içtimai heyetin cemiyet olarak ıslahı, o heyeti terkip eden fertlerin şahıs olarak iyileşmesine, fezyine bağlıdır. Ne zaman Türkler içeride ve dışarıda şahsen yükselirler, kuvvetlenirler, maddeten ve manen, fikren ve ilmen kudret ve servet sahibi olurlarsa, gitgide bu Türk devleti de o feyizlerinin meyvelerini görmeye, toplamaya başlar” (Üç Tarz-ı Siyaset içinde: 42).
 
Kadro dergisinin inkılab’a ideoloji hazırlama projesinin bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından reddedilmesi (Uyar, 1997: 1990), öte yandan Celal Bayar aracılığıyla İş Bankası’nın kuruluşunun teşviki, yukarıda tanıtılan yönetim teknolojisinin liberal tekniklerinin kullanımıyla ilgisi bağlamında tartışılabilir. Tıpkı liberal ve sosyal güvenlik tekniklerinin gelişmemiş olmasında görüldüğü gibi, Batılı toplumlarla karşılaştırıldığında Türkiye toplumunda bilgi ve iktidar arasındaki üretken ilişkinin de fazlasıyla gelişmediğini iddia edebiliriz. İnsan bilimlerinin ve sosyal bilimlerin gelişmemiş olması, ampirik araştırmaların zayıflığı, sosyoloji eğitiminin daha çok ‘resepsiyon’ düzeyinde kalması olguları da bu bağlamda dile getirilebilir.8
 
Belki de artık bu noktada, yazımın başında değindiğim kültürel gelenekler ve yönetim teknolojisi arasındaki ilişki konusuna tekrar dönmek yerinde olacaktır. Yine Foucault’dan cinsellik örneğindeki çalışmalarından öğrendiğimiz kadarıyla, Batılı toplumlarda özellikle modern dönemde söyleme, başka kültürel coğrafyalarda rastlanmayacak yoğunlukta önem verilmiştir. Seksin söylemselleştirilmesinde olduğu gibi, hemen her konunun etrafında bilimadamları/uzmanlar, kurumlar ve politikacılar tarafından sayısız söylemler üretilmekte, normlar geliştirilmektedir. Hıristiyan kökenli itiraf geleneğinin olmaması, her ne kadar modern yönetim tekniklerinin uygulanmasını imkânsız kılmamışsa da (karşılaştırmalı kültür araştırmalarını ilgilendiren sorun), bunların uygulanışını Batılı toplumlarla karşılaştırıldığında zorlaştırıyor ve resmî ideoloji türünden desteklere verilen önemin artmasına yol açıyor olabilir.

KAYNAKÇA
Akçura, Yusuf: Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1976.
Ewald, François, Der Vorsorgestaat, Frankfurt am Main 1993.
Faroqhi, Suraiya, “Die Legimition des Osmanensultans: Zur Beziehung von Religion”, Kunst und Politik im 16. und 17. Jahrundert, Zeitschrift für Türkeistudien 1/1989, s. 49-76.
Foucault, Michel: “Die politische Technologie der Individuen”, Technologien des Selbst içinde, der. Martin, Luther H., Huck Gutman ve Patrick H. Hutton, Frankfurt am Main 1993.
Gökalp, Ziya: Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1975.
Keskin, Ferda: “Foucault’da Öznellik ve Özgürlük”, Toplum ve Bilim 73/1997, s. 30-46.
Lemke, Thomas: Eine Kritik der politischen Vernunft. Foucaults Analyse der modernen Gouvernementalitat, Berlin, 1997.
Tekeli, İlhan-Selim İlkin: “Mustafa Celaleddin Beyin Mükaleme Adlı Risalesi”, Toplum ve Bilim 1990/1991, s. 171-178.
Uyar, Hakkı: “Resmi İdeolojinin İki Yüzü: Ülke ve Kadro”, Toplum ve Bilim 74/1997, s. 181-193.
Ülken, H. Ziya: Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979.(*) “Ben”in inşâsına ilişkin teknikler. e.n.

NOTLAR
1 Makale “The Political Technologies of Individuals” başlığıyla L.H. Martin, H. Gutman ve P.H. Hutton tarafından yayıma hazırlanan Technologies of the Self 1988 yılında (Amherst, University of Massachussetts Press) adlı derlemede yayımlandı. Kitap Almancaya Technologien des Selbst, makale “Die politische Technologie der Individuen” (Frankfurt am Main 1993) başlığıyla çevrildi; ben kaynak olarak Almanca çevirisini aldım.
2 Daha geniş açıklama için bkz. Lemke, 1997: 162.
3 Modern iktidar ilişkilerinin üretkenliği ve negatif temelde işleyen klasik egemenlikle olan farkları üzerine oldukça aydınlatıcı bir çalışma Türkçede Ferda Keskin tarafından (Toplum ve Bilim, 1997/73: 30-46) yayımlandı).
4 Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da meşrûiyet konusunun değişik biçimlerde halledildiğini göstermekte. Sultanların zafer kazanımlarını ve imar faaliyetlerinde bulunmaları, klasik dönemde meşrûiyeti vurgulamanın temel biçimleri olmuştur. Yasal bir dayanak sağlama anlamında, dine ve şeriata göndermeleri, daha çok ıslahat hareketlerinin açtığı yeni tahayyül ortamının bir ürünü olarak görünüyor. Bu konuda bkz. Faroqhi “Die Legimition des Osmanensultans: Zur Beziehung von Religion”.
5 Üç Tarz-ı Siyaset 1904’de kaleme alınmış, burada kaynak olarak 1976 baskısı kullanılmıştır. 1923’te yazılan Türkçülüğün Esasları’nın, 1975 baskısı kaynak olarak alındı.
6 Türk sağının sürekli sarıldığı ve kırılmasız bir gelenek zincirinde bütün bir Osmanlı tarihine dayandırdığı devletin bekaası anlayışının kökleri -en azından bizim bugün anladığımız biçimiyle- bence, tam da bu sağ camianın bir kısmının pek hoşlanmadığı (ya da en azından hikmetini ancak son yıllarda keşfettiği) İttihat Terakki ve onun da içerisine yerleştiği Batılılaşma akımına uzanmakta.
7 Akçura’nın, seçenekleri tartışırken uyguladığı yöntemi, sonuç çıkarma aşamasında oyunu Türkçülükten yana koyarken aynı şaşmazlıkla sürdürdüğünü söylemek zor. Kimbilir, belki de bu noktada kimlik konusunun önemini, özdeşleştirme/çağrıda bulunma ve çağrıya cevap verme bağlamında, benim de izlemeye çalıştığım Foucaultcu tasarıma bir eleştiri olarak tekrar oyunun içine sokmak mümkün olabilir. Ferda Keskin, yukarıda sözü edilen yazısında benzer bir eleştiri denemesini, Foucault düşüncesine tamamlayıcı olarak yapmakta: “Bu noktada Foucault’nun iktidarın bireyselleştirici yanı üzerine fazla yoğunlaştığını, iktidarın yaşama müdahalesinin diğer, yani bütünleştirici yanını ihmal ettiğini söyleyebiliriz. Oysa bio-iktidar yaşamı sadece bireysel kimliklerle değil, aynı zamanda toplumsal-temsilî kimliklerle de kodlar” (1997: 40).
8 Mesela, orduyla PKK arasında yıllarca süren kanlı savaşa rağmen, Kürt sorunu hakkında [bildiğim kadarıyla] ilk olarak 1996 yılında (Doğu Ergil yönetiminde) ampirik bir araştırma yürütülmüş olması dikkate değer. Burada, sosyal bilimlerin sosyal problemlerin çözülmesinde gerçekten pratik bir önemi olduğu gibi bir iddiada bulunmuyorum. Hattâ, bizzat sosyologların kendileri, branşlarının var oluş meşrûiyeti üzerine sık sık tartışmaktadırlar. Önemli olan nokta, insan bilimleri ve sosyal bilimler aracılığıyla toplumsal ilişkiler ve sorunlar etrafında projelerin teşviki ve söylemlerin kurulup çoğaltılması; yani bilgi biçimleri ve iktidar pratikleri (yalnızca devletin iktidarı anlamında değil) arasında kurulan ilişkinin niteliği.
Kaynak:http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=99&dyid=2341