Son aylarda ortaya çıkan ve olumsuz etkilerini gösteren fiyat artışları ve yokluklar, dikkatleri küreselleşmenin olumsuz yönleriyle ilgili değerlendirmelere yöneltti. Başta  petrol olmak üzere enerji fiyatlarındaki yükselişe, emtia fiyatlarındaki artış ve kıtlık durumları da eklenince huzursuzluk ve endişelerin önü alınamaz oldu. Ekonomik ve siyasal endişelerin yanında, insancıl endişeler de gün geçtikçe gündemde daha fazla yer almaya başlıyor. Dünyanın bir ikilem içinde olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Bir yanda, sağlık sorunlarını en aza indirerek uzun yaşam için 78 yaş ortalamasına ulaşan A.B.D. başta olmak üzere, gelişmiş ülkelerde yaşam hem daha sağlıklı hem de uzun olma başarısını yakalamış durumda. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde tıp alanında ve nitelikli beslenme konusunda görülen gelişmelerle birlikte uzayacak ortalama ömür nedeniyle dünya nüfusunun beş yıl içinde 6.7 milyardan 7 milyar düzeyine çıkacağı öngörülüyor. Bunların yanı sıra, dünya ticaretinin 2020’li yıllarda günümüzdeki 12 trilyon dolar düzeyinden 32 trilyon dolara çıkarak daha fazla zenginlik ve refah yaratacağı düşünülüyor. Küreselleşme sonucu ortaya çıkan  yaşam biçimindeki gelişmeler ve refah artışı, olumlu sonuçlar doğurabildiği gibi, olumsuzlukları ve uçurumları  da beraberlerinde getiriyor.

Tüketim demokratikleşmesi

Dünyanın karşılaştığı sıkıntıların ortak noktasını başta Çin, Hindistan olmak üzere birçok ülkedeki orta sınıfın büyümesi ve bununla bağlantılı olarak tüketim mallarına, özellikle tarım ürünlerine ve enerjiye olan ihtiyacın artması olarak gösterilebilir. Artan ihtiyaca cevap veremeyen  küresel arz durumu sorunun kaynağıdır denilebilir. Örneğin, sadece Çin son beş yıl içerisinde 400 milyon civarında insanını fakirlik sınırının üstüne çıkardı. Hindistan ile birlikte düşünüldüğünde iki  ülkenin orta sınıfı yaklaşık 800 milyon kişiye yaklaşıyor. Bunların yanında doğal kaynak zengini Rusya ve Brezilya gibi büyük ve güçlenmekte olan ülkeleri de düşündüğümüzde, kaynakların “yeterlilik” düzeyi ile ilgili endişeler herkesi meşgul ediyor. Bahsettiğimiz bu ülkelerin yeni orta sınıfına ait aileler gelişmiş ülkelerdekilere benzer biçimde araba, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi vazgeçilmez olan ve sınıfının sembolleri olan bu tür ürünleri talep ettiklerinde, demir-çelik, alüminyum, petrol gibi temel maddeler yakın bir zamanda tükenmeyle karşı karşıya kalabilecek. Bunlara, nitelikli beslenme ile ilgili gıda talebi de eklenince durum oldukça ciddi bir hale geliyor. Hatta dünya öyle bir hale geldi ki, Afrika’da kendi orta sınıfını oluşturmaya başlayan yerli zenci halk, çalışmak için kendi ülkelerine gelen ırkdaşlarını ülkelerinden kovmaya başlamıştır. Bu durum, ırk, cinsiyet, sınıf çalışmalarının ötesinde birtakım sosyal gerçeklerle açıklanabilir ancak.
1900’li yılların başında Henry Ford’un rüyası, kırsal kesim ile şehirler  arasındaki uzaklığın giderilmesine yönelik olarak ürettiği arabaların her yerde görülebilmesiydi. “Otomobili Demokratikleştireceğim” diye tarihe geçen bu anlayış ve söz, günümüzde Hindistan malı Tata markalı otomobiller ile de yerine getirilmeye çalışılıyor. Orta ve alt sınıflara yönelik olarak üretmek ve bunları herkesin erişebileceği ürünler haline getirmek sadece bunlarla sınırlı değil. Tüketimin sözkonusu olduğu her alanda bu anlayışı ve uygulamayı görmek olanaklı hale geliyor. Microsoft’un sahibi Bill Gates “bir gün herkesin kişisel bilgisayarı olacak” düşüyle başladığı iş yaşamını, “her eve bir bilgisayar” projesini hayata geçirerek gerçekleştireceği benziyor. Bu sektördeki firmalar harıl harıl 100 dolara dizüstü bilgisayar üretmenin son hazırlıkları içerisinde görünüyor.

Orta sınıfın hoşnutsuzluğu

Başta Çin ve Hindistan’ın zenginleşerek yeni orta sınıfını oluşturması, refahın göstergesi olarak gelişmiş ülkelerdeki tüketim yapısına ve düzeyine sahip olma isteği açık ve net. Rahatına ve refaha alışkın batının zengin toplumlarındaki orta sınıf bu durumdan hiç de hoşnut değil. Bir tarafta küreselleşme ve yeni dünya düzeninin yarattığı baskılar karşısında varolan durumunu muhafaza etmeye çalışırken, diğer taraftan günümüze kadar bol ve ucuz elde ettiği ürünlere yeni ortaklar çıkıyor. Başta Çin olmak üzere, Asya Pasifik ülkelerinde üretilen düşük maliyetli  ürünler dünyanın her yerinde kapışılarak tüketiliyor ve hayatı nispeten kolaylaştırıyor. Ancak, çok garip bir çelişki olarak, bu ülkeler başta olmak üzere fakirlikten zenginleşmeye doğru geçişin etkilerinden biri olarak tüketim kalıplarındaki değişmelerden, benzeşmelerden oldukça rahatsızlık duyuluyor. İyi ve güzel yaşam sadece sanayileşmeye ve dolayısıyla zenginleşmeye 200 yıl önce başlayan batılı ülkelere özgü olmasını kimse düşünemez. “Bizim gibi ve bizim düzeyimizde yaşayamazsınız”, “bu sofrada size bizimki gibi yer yok” anlayışı bir korkunun ve endişenin sonucudur ve gerçekçi değildir. Kaynakların yetersizliği, küresel ısınma, çevre sorunları gibi konularla çok daha fazla meşgul olmaya başlayan dünyanın geri kalmış ve kalkınmakta olan ülke insanlarının da benzer taleplerle nimetlerden yararlanma arzularına kulak tıkanamayacak duruma gelinilmiştir. Küresel dengesizlik, küresel adaletsizlik ve sanayileşmiş ülkelerin hoyratça sömürüleri nedeniyle yoksun hale gelindiği düşüncesi, insani duyarlılıklarla da birleşince, ortak bir çözüm arayışını kaçınılmaz kılmaktadır.

Sürdürülebilir tüketim

Sorunun önemli bir boyutu , Dünya’nın her yerinde hızla zenginleşen üçüncü dünya ülkelerinin “ben de varım” biçiminde ortaya çıkan ve artarak sürecek olan tüketim arzusu, biçimi ve düzeyidir. Alttan gelen insanlar demokratik biçimde, özgürlükleri doğrultusunda kişisel seçim haklarını tüketimlerinde de kullanmak istemektedir. Ertelenebilir bir hayatı artık arzulamıyorlar. Kuzey yarım kürenin gelişmiş ülkelerinde alışılagelen ve küresel ortak kaynakların ucuz ve bol kullanımı, hakkaniyete dayanmayan konforlu yaşam dönemi bitiyor gibi görünüyor. Zorunlu olarak sürdürülmekte olan alışkanlıkların değişme çok açık biçimde görülüyor. Bu ülkelerde uzunca bir süredir sahip olunan bu alışkanlıkları değiştirme ve konfordan vazgeçme düşüncesi bile başlıbaşına stres ve şaşkınlık yaratıyor.
Hiç şüphesiz, bu konuda yapılması gerekenler en ince detaylarına kadar incelenmekte ve medya aracılığı ile kamuoyuna iletilmektedir. Yapılması gerekenler konusundaki genel yargı birkaç noktada yoğunlaşmaktadır. Bunlardan birincisi, toplumların eğitilerek ve bilinçlendirilerek herkesin gönüllü katılımına dayalı bir nüfus planlamasının gerçekleştirilmesidir. Çözüm için önerilen ikinci ve son günlerde ciddi biçimde öne çıkan yaklaşım, enerji ve doğal kaynakların sürdürülebilirliği temel alan bir anlayışla kullanılmasıdır. Üçüncü ve belki de yukarıda sayılanlara göre en önemli olan çözüm önerisi, küresel eşitsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik, ilk iki öneriyi de kapsayan “sürdürülebilir tüketim” anlayışını ve uygulamasını gerçekleştirmektir. Batı tipi beslenme ve tüketme alışkanlığının değiştirilmesi, şimdi ve gelecekte de herkesin dünya nimetlerden daha fazla yararlanması hedeflenmelidir. Ortak bir anlayışla gerçekleştirilecek olan sürdürülebilir tüketim bireysel olduğu kadar toplumsal tercihlere de bağlıdır.
Aşırı, israfa dayalı ve sorunsuz bir tüketim alışkanlığı taşıyan gelişmiş sanayi toplumlarının tüketicileri, tüketim tercihlerini yapılarını hiç kimsenin geride kalmadığı bir anlayışla eşitlikçi değerlere dayamalı ve insancıl duyarlılıkları ön plana çıkartabilmelidir. “Yeryüzü, herkesin ihtiyacını karşılamaya yeterlidir, fakat herkesin oburluğunu karşılamaya değil”  diyen M. Gandi, günümüz insanına aydınlığı gösteriyor. Gelişmiş  ülkelerdeki varlıklı insanların güzel duygular hissetmelerinden, vicdanlarını rahatlatmalarından öte bir anlam ifade ediyor sürdürülebilir tüketim. Yoksulluğun sürdürülebilir olması dönemi hızla geçiyor, bu anlayışın yerini hızla tüketimin sürdürülebilirliği yaklaşımı aldığını çok iyi biçimde algılamalıyız.