Siyaset salt iktidar, iktidarı da salt güç olarak algılamanın kaynağında bencillik yatıyor olmalıdır. Bencillik, iktidarı, dolayısıyla gücü bir doyum ya da tatmin tutkusuna dönüştürürken hükmetme duygusunu içselleştirmeyi gerekli kılar. Doğrusu doğrutur.
Siyasetin elbette bunlarla (iktidar, güç, bencillik ve hükmetme duygusu) yakın ve aynı zamanda tehlikeli ilişkisi vardır. Kesişme noktaları beklenmedik, çoğu zamanda öngörülemeyecek biçimde ortaya çıkabilir. İlişkisi ve kesişme noktaları bulunmasına rağmen siyaset, doğal bir olgu, keza fiziki bir olay değil, kültürel bir olgu, üstelik kültürel bir değerdir. Kültür olgusu, genel olarak tarih, yakın çağlarda toplumbilim (sosyoloji), siyaset bilimi, insanbilim (antropoloji) vb. belli başlı bilim dallarınca inceleme konusu yapılagelmiştir. İncelemeye daha yeni disiplinlerin katıldığı da burada söylenmelidir. Ancak bu bilim dalları ve disiplinleri kültür olgusunu olan halinde tasvir ve inceleme durumundadırlar. Asıl olarak kültür, dolayısıyla siyaset olgusu zihine ait bir sorundur. Olgu niteliğine kavuşması da buna ihtiyaç duyar. Özetle felsefenin ilgi ve inceleme alanında varlık kazanır. Burada felsefenin ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunu tartışmaya açmıyoruz. Ancak bu bile, yani felsefenin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini düşünmeye başladığımız anda, zaten felsefe yapıyoruz demektir.

Felsefeyi hangi bağlamda tanımlarsak tanımlayalım, siyaset (aynı zamanda kültür) olgusunu ethik, ahlâk felsefesi anlamında temellendirmek kaçınılmazdır. Demek oluyor ki etnik alanda ileri sürülen ya da benimsenen felsefi görüş bağlamında siyaseti tanımlamak, kavramak gereği vardır.

Alfred North Whitehead’in “Batı felsefesi ona düşülmüş bir şerhten ibarettir” diye tanımladığı Platon (Eflatun) bunun ilk ve çarpıcı örneğidir. O’nun “idealar kuramı”nda anlam ve açıklamasını bulan temel tezinin özü siyaset olgusuna sağlam bir temel oluşturmayı içerir. Temel sorun bireyin erdemli olabilmesi tartışmasına varıp dayanır. Ancak Platon’un bireyi, toplum bütünü içinde varolabilen ve varlığını sürdürebilmek için topluma hayati derecede bağımlı olan varlıktır. Genel ve yaygın anlayışların aksine felsefe, sorunu basitleştirme demektir. Basitleştirirsek “erdem öğretilebilinir mi, öğretilemez mi?” Başta Politea/Devlet olmak üzere mesela Nomoi/Yasalar ve diğer diyalogların itici gücü bu önermeyi gözönünde tutar.Bunun Sokrates’e izafe edilmesi yaygın bir yaklaşım olsa da, Platon’un Sokrates’e karşı tutumu bir takım muğlaklığı ve güçlüğü de beraberinde getirir.

Platon’un (bir anlamda Sokrates’in de) görüşlerini temellendirmede ve geliştirmede, cerhetme, çürütme zorunluluğu içinde duyumsadığı, Protagoras (aynı zamanda sofistler)ın “doğal olan” (physus) ve sonradan konulan (thesis) ayrımıdır. Ethik, eşdeyişle siyaset vd. sonradan konulan, yani thesis alanına aittirler. Ayrıntısına burada giremeyiz. Fakat Protagoras’a karşı Platon’u harekete geçiren ahlâkın değişmez yasaya dayanıp dayanmadığı sorunudur. Protagoras’ta bilgi gibi ahlâk yasasının da kişiden kişiye değişken ve göreceli (realitive) olduğuydu. Sokrates gibi Platon işte tam da buna karşı çıkıyor, kesinkes yanlış olduğunu savunuyor ve çürütmeye çalışıyordu. İdea değişmeden kalandı. İyi ya da Hayır İdeası (Yaşlılığında bunu ifade ederken, “yapıcı tanrı” anlamına da gelen “Demiurgos” kavramını kullanacak ve karşıt yorumların ortaya çıkmasına da neden olacaktır) tam da böyledir.

Siyaset bağlamında tartışmaların, çekişmelerin, çatışmaların mebzul bir şekilde yapılmasına bakarak, gerçekten siyaset üzerine mi tartışılıyor, yoksa sonuçta hükmetme duygusunun elyordamıyla güç gösterisini mi izliyoruz, diye sormaktan kendini alamıyorum.