Doç. Dr. MAZHAR BAĞLI
İnsanoğlunun bu dünyadaki serüveni gizemli bir “cennet mekân” özlemine eşlik eder. İlk atamız olan Hz. Adem’den beridir bunu arar dururuz. Onun Havva’yı bulması (farkına varması) ile kısmen durulmaya başlayan arayışı biz çocuklarında giderek daha da arttı. Bir şeyler eksikti ve biz de onu bulmaya çalışıyoruz. Ama bir türlü ideal olanı bulamıyoruz. Bu dünyanın bize yabancı olduğunu her gün biraz daha çok farkına varıyoruz. Her ne kadar biz bu dünyanın yabancısı olduğumuzu bilsek de burada yerlileşmek ve çevremizi de ehlileştirmek istiyoruz. Aslında bu dünyadaki serüvenimizin anlık bir zaman dilimi olduğunu, bir başka ifade ile fani olduğumuzu bizzat yaşayarak aynel yakin biliriz ama yine de bu dünyayı mamur etmek ve daha bir güzelleştirmek için de çabalarız. Kusursuzun imkansız olduğunu bildiğimiz halde bu sevdadan vazgeçmeyiz. Biliriz ki bu dünyada kusursuzluk olmayacaktır ve yoktur. Biliriz ki hepimizin asıl özlemi “mutlak bir doyumdur”. Ve yine biliriz ki mutlak doyuma ulaştığımız anda tüm insani özelliklerimizi ve özlemlerimizi kaybederiz. Öyle bir yemek yiyelim ki bir daha acıkmayalım gibi bir çabamız var ama aynı zamanda bu arayışın içinde olmanın son derece anlamsız ve bir o da kadar da insan varlığı için tehlikeli bir durum olduğunu biliriz. Mutlak doyuma ulaştığımız anda her şeyin biteceğini biliyoruz çünkü.
Bundan dolayı da bu özlem bizim varlığımızın vazgeçilmezidir. Hep arayış içindeyiz zaten. Benim memleketim olan Şanlıurfa’da (Kürtçe) bu durumu açıklayan çok basit ama bir o kadar da anlamlı bir deyim vardır. “Boynundaki tılsımlı boncuğu kaybetmek.” Amaçsız bir arayış veya kayboluş içinde olanlara “boynundaki tılsımlı inciyi mi kaybettin” diye sorarlar. Evet, insanoğlu bu dünyada o tılsımlı boncuğu veya inciyi aramaktadır. K. Jaspers, Felsefeyi “yolda olmak” olarak tanımlar, gerçekten de hakikatin bilgisine duyulan (sevgi veya) özlem olarak tanımlanan bir etkinlik için her daim bir arayışın içinde olmanın gerekliliği çok açıktır. Dahası bu aynı zamanda ontolojik bir gerekliliktir de. Ama aynı zamanda bir zorunluluktur. Unutulmasın ki insanın arayışının bittiği gün kendisi de tükenmiş demektir. İnsanın özlemlerinin, dünyayı daha çok güzelleştirme çabasının ve arzusunun bittiği gün kendisi de bitmiştir, tükenmiştir.
Peki nasıl bir ruh halidir bu aradığını bulamayacağını önceden bilmek? Ve bile bile neden bu arayış hep zinde kalmaktadır? Nasrettin Hoca kaybettiği merkebini köy ahalisi ile armaya çıkar ve hocanın içinde olmadığı ekip hayvanı bulurlar. Hocaya da haber salarlar; “merkebi aramayı bırak gel artık bulduk onu.” Hoca da haberciye: “merkep bulunmuş olsa da ben yine de onun olabileceğine veya bulunabileceğine dair en büyük ihtimal verdiğim derenin kenarına da bakacağım, bakmak istiyorum” der.
Aradığımızı bulduğumuzu söyleseler bile Hoca gibi arayışımız devam edecektir, devam etmektedir. Çünkü mutlak bir biçimde emin olmamız söz konusu değildir. Bu arayışın çeşitli alanlardaki yansımasının sosyoloji üzerinden okunmasının bu karmaşık konuyu daha anlaşılabilir kılmasında önemli bir katkısı vardır. Tabi felsefe ile ortak paydalarda daha çok buluşturulan bir sosyolojiden bahsediyorum. İşte var oluşumuzun kadim sırrıdır bu. İşte bizi yaşatan da yıpratan da bu derin çelişkidir.
Hem kalıcı olmak isteriz hem de mutlak olarak öleceğimizi biliriz. Ama biz yine de bu dünyanın güzelleşmesi için çırpınır dururuz. Adımızın bizden sonra da yaşamasını isteriz. Her şeyin fani olduğunu da adımız gibi biliriz O halde durum çok açık, biz fani varlıklarız, ama fani olmayan özlemlerimiz ve hayallerimiz vardır. Bediüzzaman Said-i Nursi bu özlemin varlığını cennetin en somut maddi delillerden birisi olarak gösterir. Eğer insan doğasında bir ütopya kurgusu varsa bunun karşılığı da olacaktır. Ama burada değildir der. Lakin biz yine de bu hayallerin bu dünyada gerçekleşmesi için çabalayıp dururuz. Bunun olamayacağını bildiğimiz halde bu sevdadan vazgeçmeyiz. Bir arayış içindeyiz. Arayışımızın farklı alanlarından söz edilebilir. Estetik, dini ve politik olanlar bunların en çok bilinen ve üzerinde konuşulanlarıdır.
Dini anlamda günahsız bir topluma, hukuki anlamda asla suç işlemeyen bir topluma, siyasi anlamda baskının olmadığı, mutlak temsilin gerçekleştiği ve her kesin eşit ve kardeş olarak birlikte yaşadığı bir sisteme öykünme hep var olacaktır. Oysa sorunsuz bir toplumsal sistem düşünülemez. Hem işin tabiatına aykırıdır hem de işleyişine. Dahası bu durumun şu anki varlık koşullarında gerçekleşme imkanı da son derece sorunludur. Sadece üç boyutlu algılama imkanına sahip olan bir varlığın sonsuz boyuta sahip olan diğer varlığı/varlıkları kuşatmasını, ihata etmesini beklemek boş bir hayaldir. Hatırlanacaktır, Doğu Bloku’nun (SSCB’nin) çökmesinden sonra siyasi bir sistem arayışı sürecinde kimi düşünürler insanoğlunun modern zamanlarda vardığı noktada ideal bir sistem olarak gördüğü liberal demokrasiyi nihai bir hedef, insanlığın son durağı olarak tanımlanmıştı. Artık insanın bu konuda kafa yormasına, bir arayış içinde olmasına gerek yok tezi sıkça işlenmeye başlanmıştı. F. Fukuyama bu konunun bayraktarlığını yapıp artık kim ne yaparsa yapsın veya nasıl bir düzen tesis etmeyi düşünüyorsa düşünsün fark etmez, nihayetinde bu sona teslim olacaktır demişti.
İdeal toplum ütopyaları
Ancak bugün insanlık bunun da ilerisine gitmeyi içeren siyasi sistemlerin arayışındadır. Evrensel hukuk normları, çoğulculuk, farklılıkların birlikte yaşaması, azınlık haklarının korunması gibi ileri demokrasi dediğimiz bir siyasi teori kavramsallaştırılarak gündeme gelmek sureti ile her seferinde geride bıraktığı gediklerini de kapatarak yoluna devam etmektedir. Dahası demokrasinin dünyada gelmiş olduğu yer ve belki de Türkiye’nin muhafazakâr bir parti ve kadrolarla bu konuda gerçekleştirdiği dönüşüm ve sağladığı deneyimler de Fukuyama’nın tezinin ötesine geçildiğinin en çarpıcı örnekleridir.
Demokrasinin bir değerler manzumesi olarak değil bir yönetim tekniği olarak görülmesi bile yaşanan en önemli değişimdir. Keza Batılıların da konuya bu çerçeveden bakmaya başlamaları daha da önemlidir. Çünkü onlar uzun bir süredir onu sadece belli bir değer ve kültür ikliminin içinde yaşayabileceğini söylemekteydiler. Ama başka iklimlerde de bunun yaşayabileceği görüldü. Çünkü demokrasinin ön koşulları olan tahammül, farklılıklar, tolerans ve hoşgörü sadece bir coğrafyanın değil tüm insanlığın evrensel değerleridir. İşin felsefesini oluşturan anahtar kavramlar olan tolerans, hoşgörü ve tahammülün sadece bir döneme ve coğrafyaya ait olduğunu düşünmek son derece bağnazca bir tutumdur. Burada demokrasi geliştiğine göre dünyanın her yerinde gelişebilir düşüncesi giderek daha çok taraftar bulmaktadır. Artık dünyanın pek çok köşesinde çok kültürlülük, farklılıklar toplumun doğal var olma biçimi olarak kabul görmektedir. Politik alandaki ütopyanın vazgeçilmezi de bu bağlamda birlikte yaşamaya dair kurgular ve projelerdir.
Toplumsal yapının homojen olmadığı gerçeği deneyimlenmeden önkoşulsuz olarak kabul görmektedir. Bütün bunlar siyasi sistem arayış sürecinin devam ettiğini ve bu konudaki her bir deneyimin gelecek için önemli kazanımlar sağladığını göstermektedir. En ideal olana en yakın olduğumuzu hissedecek bir konumda olma dileğimiz her daim baki kalacaktır. (Kaynak: http://www.stargazete.com/acikgorus/sayfa/demokrasi-yolda-olmak-tir-haber-343241.htm)